Önceki hafta gerçekleşen Avrupa Parlamentosu seçimlerini, küresel kapitalizmin 2007’de ABD’de başlayan ve 2008 yılında Avrupa’yı vuran krizinden bağımsız ele almak mümkün değil.

Seçim öncesi siyasi tartışmalar, krizden çıkış için ekonomi politikaları, AB’nin yapısı ve işlevi, göçmen “sorunu” ve göçmen düşmanlığı etrafında şekillendi.

Statüko korunuyor mu?

Seçim sonrası ortaya çıkan manzara ise bir ölçüde çarpıtılarak yorumlanıyor. Birincisi, AB liderlerinin anlattığı gibi, Avrupa Parlamentosu’nu hâlâ en büyük üç ana grup (merkez sağcılar, merkez solcular ve liberaller) domine ettiği için statükonun korunduğunu söylemek tam anlamıyla mümkün değil. Avrupa’da seçmenlerin anaakım politikalara yabancılaşması, seçimlere katılım oranlarından bir kez daha okunabiliyor.

Üstelik bu, yalnızca 2008’de başlayan krizle ilgili değil; neoliberal dönemin bütününe has bir özellik.

1979’da %62 düzeyinde olan AP seçimlerine katılım oranları, yıllar geçtikçe düzenli bir şekilde azaldı.

Krizden sonra yapılan 2009 ve 2014 seçimlerinde ise %43’e kadar geriledi.

Neoliberalizmin yıkıcı etkisi

Birçok yerde ise anaakım partiler büyük miktarlarda oy kaybetti, radikal sağ ve sol alternatifler öne çıktı. İngiltere’de yüz yılı aşkın bir süre sonra ilk kez, bir seçimi ne iktidar partisi ne de ana muhalefet kazanabildi. Avrupa egemenleri arasında kriz sonrası neoliberalizm konusundaki konsensüs korunsa da, toplumların geniş çoğunluğu için bu politikaların yıkıcı etkisi siyaseti çarpıcı bir biçimde etkiliyor. Kıtanın çeşitli yerlerindeki işçi eylemliliğinin ve sokaklardaki kitle hareketlerinin yanı sıra, seçimlerde de düzen karşıtı söylemlere yönelim artıyor.