Sosyalist İşçi 222 (20 Ağustos 2004)

 

Sayfa 2: Haberler

K E S K : Sokağa eyleme!
2005 yılı toplu görüşmeleri ile birlikte KESK'de yeniden hareketlenecek. Önümüzdeki mücadele dönemi sadece 2005 yılı bütçesini değil aynı zamanda karşı karşıya kaldığımız saldırı yasalarını da gündemimize almak zorunda olduğumuz bir dönem olacaktır. Kamu yönetimi yasası, yerel yönetim yasası, personel rejimi yasası, sağlık yasası v.s. ile hükümet kamu çalışanlarının iş güvencesini ve neredeyse sahip olduğu bütün sosyal hakları almaya hazırlanıyor.
Bu süreçte hemen tüm kamu çalışanları tedirgin. Kendilerine yönelen tehdidi hissediyorlar. Ancak bir türlü inanamıyorlar. Hükümet 1,5 milyon sözleşmeliden bahsediyor, çalışanların önemli bir kısmı yeni personel alınacağını, kendisinin güvencesinin olduğunu zannediyor.
90'ların başında kendi işyerinin özelleştirilince daha başarılı olacağını anlatan işçiler hatırlıyorum. Daha sonra onlar işsiz kalmış ve işyerinin "verimliliği" artmıştı. Bu ülkenin erken emekliler cenneti olduğunu anlatan işçilerden bazılarının emekli olmadan öldüğünü de hatırlıyorum. Yani benzer bir hikayeyi yeniden yaşıyoruz. Hissediyoruz, inanamıyoruz ve kaybediyoruz.
Eğer yine kaybetmek istemiyorsak bu gerçeği göz ardı etmemeliyiz. Egemenlerin anlattığı yalanların saflarımızdaki etkisinden kurtulabilmek için tüm iş yerlerinde, tüm çalışanları hedefleyen toplantılar düzenleyerek bu yasaların nelere mal olacağını tartışmalıyız.
Bu toplantıların bir amacı da büyük bir eylemliliğin örgütlenmesi olmalıdır. Eğer KESK kararlı bir eylem takvimini şimdiden oluşturmaya başlar ve bu tarz toplantılarla bu eylemliliği inşa ederse kazanmak mümkün olabilir.
Kararlılıktan kastım kitlesine ve hükümete kazanıncaya kadar mücadeleye devam edeceğini açıklaması ve tüm mücadele süresince bir sonraki adımın ilan edilerek yol alınmasıdır. Böylesi bir süreç işyerlerinde faaliyet gösteren aktivistlerin de kendi faaliyetlerini planlamasını kolaylaştıracak ve tüm kitleye süreç içinde defalarca ulaşılmasını mümkün kılacaktır. Eğer tüm çalışanları sürecin tartışan bir parçası haline getirebilirsek kazanma olasılığımız artacaktır.
Geçtiğimiz yıl 5 Kasım eylemi ile başlayan, SES ve TTB'nin ortaklaşa yürüttüğü, sağlıkta dönüşüm yasalarına karşı mücadele iyi bir örnektir. Eylemler başlamadan çok sayıda işyerinde toplantılar yapılmış, yasa tasarıları tartışılmış, bazı iş yerlerinde konuya yönelik vcd gösterimi yapılmıştı. En son mart ayında gerçekleşen 2 günlük iş bırakma eylemine katılım oldukça yüksek boyutlara ulaşmış, hükümet günlerce televizyonlardan kendilerinin haklı olduğunu, bir avuç kendini bilmez doktorun bunu değiştiremeyeceği propagandasını yapmak zorunda kalmıştı.
Ne değişti diye soracaksınız. Bu süreç henüz kapanmadı, devam edecek. Bu mücadelenin birikimleri önümüzdeki dönem mücadelenin daha güçlü geçmesinin önünü açacaktır. Kazanmak mümkün yeter ki en geniş katılımımızla, kazanıncaya kadar anlayışıyla mücadeleye başlayalım.
İzmir’den bir SES üyesi


Hükümet IMF'nin hizmetinde "devam" dedi
Haziran ayı başında yoğunlaşan "IMF ile tamam mı, devam mı?" tartışmasında hükümetin çeşitli yetkilileri, bu ilişkinin 2004 yılı sonu itibariyle bitebileceği hikayeleri anlatıyordu. Oysa, ne Türkiye ulusal sermayesinin yapısı, ne de mevcut ekonomik gelişmeler, IMF ile ilişkilerin kesilmesinZe olanak verecek durumda değil. Çünkü, Türkiye'nin 150 milyar dolara varan dış borç yükü var. Bu borcun mevcut dengeleri bozmadan çevrilebilmesi, dış kaynaklara bağlı olmadan mümkün değil. Finans sağlayabilecek dış kaynaklar ise (bunlar Washington Konsensüsü olarak bilinen liberal yapısal yaptırımlar üzerine anlaşmış olan uluslararası finans çevreleri), IMF'nin denetimi dışında ve dünyanın en borçlu ülkelerinden biri olan Türkiye'ye yeni kaynak vermesi söz konusu olmayacağı ortada.
Türkiye'nin dış kaynaklara bağımlılığı, bu yıl 11 milyar dolara varması beklenen dış ticaret açığıyla birlikte daha da pekişiyor. Bu durum ekonomi yönetimini IMF'nin dayatmalarına boyun eğmek zorunda bırakıyor. Bu haliyle AKP hükümetinin IMF'yle olan ilişkisi, kendisinden önceki hükümetlerden farklı olması beklenemez. Kısaca IMF ile devam etmekten başka seçeneği yok.
Ancak bu, sermayenin seçeneği. İşçi sınıfı açısından durum ise bunun tam tersi. IMF ile devam demek, daha çok yoksullaşmak, daha çok işsizlik, daha fazla sendikasızlaşma anlamına geliyor. Bir başka açıdan, sermaye IMF denetimi altında ve hükümetin icraatlarıyla istikrar ararken, işçi sınıfının bu istikrar çabalarını bozması kendi çıkarına.
Önümüzdeki dönem IMF'ye ve onun dayattığı saldırı politikalarına karşı direniş, hayati öneme sahip olacak.

Dış borçlar
l Türkiye'nin dış borcu 147.2 milyar dolar (2003 yılı sonu itibariyle),
l Bunun: dörtte biri özel kesim, kalanı kamu borcudur.
l Borçların yüzde 23'ü kısa vadeli
l Orta ve uzun vadeli olanların da ödeme zamanı yakın bir takvime sıkışık.
l 2004-2006 arasında borç ve faiz ödemelerinin yüzde 57'si yapılacak.
l 2004'te 31.3 milyar dolar,
l 2005'te 26.3 milyar dolar,
l 2006'da 25.7 milyar dolar dış borç ödenecek.
l Bu borçların önemli bir kısmı da IMF'ye olan borçlar.
l IMF'ye yaklaşık 25-26 milyar dolar borç var. Bu 110 milyar dolarlık toplam kamu borcunun dörtte birinden fazlası demek.


IMF mezarda emeklilik istiyor
Ankara Ticaret Odası'nın (ATO) araştırmasına göre, Emekli Sandığı 486 bin dul ve yetime aylık ödemesi yapıyor. SSK'dan dul maaşı bağlananların sayısı 500 bin kişiye yaklaşıyor. Türkiye'de 50 milyon kişinin sosyal güvenlik şemsiyesi altında olduğu kaydedilen araştırmada, 20 milyon kişinin ise hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığı belirtildi.
Sosyal güvenlik sistemini sistemli olarak özelleştirerek, en temel sağlık hizmetlerini dahi parası olmayanların elinden almaya çalışan hükümet, Dünya Ticaret Örgütü'nün istekleri doğrultusunda önümüzdeki dönem emeklilik sisteminde yapısal değişikliklere gitmeyi, bir başka ifadeyle kamu hizmetlerini tasfiyeye ve tüm temel hizmetleri özelleştirmeye hazırlanıyor.
Bu doğrultuda farklı sosyal güvenlik kuruluşlarını bir araya getirmeyi planlayan hükümet, "genel sağlık sigortası" uygulamasına geçecek. Daha önce "bireysel emeklilik" adı altında özel emeklilik uygulamasını başlatan bu anlayış, bir çok finans şirketine yeni bir sermaye kaynağı yarattı. Çalışma Bakanı Başesgioğlu, sosyal güvenlik sisteminde sağlık harcamalarının artmasından rahatsızlığı dile getirerek, bu harcamaların kısılacağını ve parası olanların özel sisteme geçeceğini belirtiyor. Böylece sağlık sistemi ancak parası olanlara hizmet verecek şekilde yeniden yapılanıyor. Bu anlayış özellikle emekli olmuş olan çalışan kesimlere verilen hizmetleri olumsuz yönde etkileyecek.
Bireysel emeklilik sistemi içinde bu yılın mart ayı itibariyle yaklaşık 60.000 kişi yer alıyordu. Sisteme ancak uzun vadede istikrarlı ve üst düzey bir gelire sahip kesimlerin dahil olması söz konusu olabiliyor. Nüfusun çok büyük bir kısmı, hizmet kalitesi ne kadar düşse de, kamu hizmetlerinden başka bir seçeneğe sahip değil. Dünya Bankası'na göre, Türkiye'de 10 milyon 300 bin yoksul bulunurken, bunların 5.8 milyonu yeşil kartlı, 4.5 milyonu ise hem yoksul hem de sigortasız. Herhangi bir sigorta güvencesi olmayanların sayısı ise 20.9 milyona ulaşmaktadır.
Türkiye, Avrupa'daki en genç nüfusa sahip ülke konumunda ancak buna rağmen yaklaşık 6.5 milyon yaşlı insan var. Ekonomik krizler ve kentleşme gibi olgular nedeniyle daha önce aile bağları içinde ilgi gören yaşlılar, giderek daha fazla yalnız bırakılıyor.

Rakamlarla emeklilik
Sosyal güvenlik şemsiyesi altında bulunanların:
l yüzde 65'i SSK,
l yüzde 30'u Bağ-Kur,
l yüzde 5'i ise Emekli Sandığı'na bağlı.
Buna karşılık SSK, Türkiye toplam nüfusunun:
l yüzde 48.4'üne,
l Bağ-Kur yüzde 20'sine,
l Emekli Sandığı yüzde 17.8'ine hizmet sunuyor.
2003'ün ilk 9 ayında Emekli Sandığı'ndan aylık alanların sayısı 1 milyon 456 bini buldu. Sandık 940 bin 758 emekliye, 20 bin 564 malule, 8 bin 800 vazife malulüne aylık öderken, 486 bin dul ve yetime aylık ödemesi yapılıyor. SSK'dan dul maaşı bağlanan kişi sayısı 500 bin kişiye yaklaşıyor. Her üç sosyal güvenlik kuruluşundan emekli dul ve yetim aylığı alanların sayısı 5 milyon kişiyi buluyor. Kaynak: ATO araştırması


Sosyal güvenlik yağmalanıyor
Yıllardır sosyal güvenlik sisteminin "devletin sırtında yük" olduğunu söyleyen ve özelleştirmeleri çözüm olarak önümüze koyan anlayış, son SSK ilaç alımları skandalıyla bir kez daha iflas etti.
Devletin kaynaklarının özel sektöre peşkeş çekildiğinin somut kanıtı olan bu son skandal (ki bu buz dağının görünen yüzü, ortaya henüz çıkmamış sayısız başka yolsuzlukları artık siz düşünün), özelleştirmeleri her türlü sorunun çözümü olarak gören anlayışın ne kadar yanlış olduğunu bir kez daha görmemize yardımcı oldu.
SSK'nın ilaç alımlarında 15 trilyonluk bir usulsüzlüğün ortaya çıktığı skandalla ilgili olarak İstanbul Cumhuriyet Savcılığı'na ifade veren SSK İstanbul Satın Alma Müdürü Azmi Arslan, SSK'nın 15 trilyon lira zarara uğratılmasını, "vatandaşın ilaçsız kalmaması için" ödenen bir bedel olduğunu açıkladı. Şayet ilaçlar maliyetinin trilyonlarca üzerinden alınmasaydı, vatandaş ilaçsız kalırdı diyerek, ilaç tekellerine trilyonların aktarılmasının meşrulaştırmaya çalışan Arslan, bu sözleriyle, her şeyi piyasanın düzenleyiciliğine bağlayan liberal politikaların iflasını da ifade etmiş oluyor. Bu anlayışa göre ya 15 trilyon lira ilaç tekellerinin cebine haraç olarak girecek, ya da vatandaş ilaçsız kalacak!
Bu yağmalamada, özelleştirmeleri her şeyin çözümü olarak gören hükümetin de büyük payı var. Hükümet tarafından ağustos ayının başında yükselen döviz kurları (yani yurtdışından gelen ilaçların ve ilaç hammaddelerinin maliyetinin yükselmesi) bahane edilerek, ilaca yapılan ortalama yüzde 8'lik zam, dövizle ilgisi olmayan yurtiçinde üretilen ilaçlara da uygulanarak, vatandaşın cebinden ilaç tekellerinin cebine aktarılan bir vurguna dönüştü.


En dipte kadınlar
Kadınların durumunun iyiliği bakımından İsveç birinci, ABD 10'uncu Nijerya son sırada. Türkiye ise 70. sırada yer alıyor.
Save the Children (Çocukları Koruyun) adlı kuruluşun yayınladığı yıllık Dünya Annelerinin Durumu 2004 raporuna göre, Şili, Kosta Rika ve Küba'da kadınların durumu bazı kriterlere göre gelişmiş ülkelere yaklaştı.
119 ülkenin kadınlarının durumuna göre sıralandığı raporda, ilk sırayı İsveç alırken Nijerya son sırayı aldı, ABD ise 10. oldu. Ülkeleri anne ve bebeğin durumu bakımından en iyiden en kötüye doğru sıralayan listeye göre, Türkiye genel sıralamada 70'inci, kadınların çocuk yaparken ölme riski bakımından 36'ıncı, 1 yaşına gelmeden ölen bebekler bakımından yapılan sıralamada ise 59. oldu.


Ekonomik gelişme istihdama yansımıyor
Hükümetin ve IMF programının destekleyicisi tüm köşe yazarlarının ulusal ekonomideki başarılar edebiyatına rağmen, DİE'nin verilerine bakıldığında Türkiye'de 2003 yılında işsizliğin arttığı görülüyor. Dünya işsizlik sıralamasında Türkiye dördüncü sırada yer alıyor. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün açıkladığı verilere göre Türkiye'deki eğitimli genç nüfusun yüzde 30'a yakını işsiz. Bu rakam geçmiş yıllara göre her yıl artış kaydediyor.
2002 yılında ekonomik büyüme yüzde 8 düzeyinde olurken, bu büyüme istihdamın da yüzde 4.4 artmasını sağlamıştı. Buna karşın 2003 yılında ekonomik büyüme yüzde 6'ya yakın olurken, istihdam ise yüzde 2'ye yakın küçüldü.
Bu gelişmeler, "ekonomik büyüme"nin kimin yararına olduğu sorusunu gündeme getiriyor. Bir yandan dışsatım artar, üretim kapasitesi yükselir ve enflasyon düşerken, öte yandan istihdamın düşmesi ve çalışanların refah düzeyinde olumlu bir gelişmenin olmaması, IMF politikaları ve hükümetin ekonomik performansı üzerine bir çok soruyu gündeme getirirken, akla Arjantin ve benzeri örnekleri getiriyor. Ekonomik gelişmeler büyük şirketlerin yararına olurken, sosyal barışı ve toplumsal istikrarı sürekli kılacak olmaktan çok uzak.