Sosyalist İşçi 229 (13 Ocak 2005)

 

Sayfa 8: Irak

Robert Fisk soruyor:
Margaret Hasan'ı kim öldürdü?

Margaret Hasan Irak ve İsrail-Filistin sorunu üzerine çok yazmış, 1998 ve 2000'de Uluslararası Af Örgütü İngiltere Basın Ödülleri gibi çok sayıda ödül almış bir gazeteci.

Önde gelen Ortadoğu yorumcularından Robert Fisk, Irak'taki yardım gönüllüsü Margaret Hasan'ın katlinden kimin sorumlu olduğunu soruyor.
17 Kasım tarihli Independent gazetesindeki baş sayfa yazısında Fisk, Hasan'ın Iraklı isyancılar tarafından öldürdüğünü iddia eden resmi yorum üzerinde kuşkular yaratan bir dizi önemli soru soruyor.
Fisk'in Irak sorunuyla ilgili görüşleri ciddiye alınmalı. Bugün Independent'ta gazetecilik yapan Fisk, Beyrut'ta 25 yıldan fazla yaşamış ve oradaki iç savaş üzerine Pity The Nation (Zavallı Ulus) adlı kitabı yazmış bir Ortadoğu uzmanı. Irak ve İsrail-Filistin sorunu üzerine çok yazmış, 1998 ve 2000'de Uluslararası Af Örgütü İngiltere Basın Ödülleri gibi çok sayıda ödül almış bir gazeteci.
Margaret Hasan'ın 19 Ekim'de kaçırılması anlaşılır bir öfkeye ve yaygın bir tepkiye yol açmıştı. Çünkü Hasan ABD'nin Irak'taki savaşına ve sonrasındaki işgale açıkça karşı çıkan biriydi. Hasan kendini Iraklılara yardım etmeye adamıştı. Kocası Tahsin Ali Hasan'la İngiltere'de okurken karşılaştığı 1972'den beri Irak'ta yaşamış, İslam'ı kabul etmiş ve Irak vatandaşlığına geçmişti. 1991 Körfez Savaşı'ndan sonra yardım kuruluşu Care International'ın yöneticisi olmuş ve BM yaptırımlarına karşı çıkmıştı.
Böyle birinin isimsiz bir direniş grubu tarafından kaçırılması İngiliz ve ABD hükümetleri için çok değerli bir propaganda aracı oldu. Başbakan Tony Blair ve diğerleri, yaptıkları resmi açıklamalarda bu olayın, Irak'ta demokratik bir yönetimin kurulmasına yönelik sözde çabalara karşı çıkan güçlerin gerçek karakterini gösterdiğini ileri sürüyorlardı.
Bir kadının kafasının arkasından vurulması görüntülerini içeren bir kasedin ortaya çıkmasının ardından, İngiltere Dışişleri Bakanı Jack Straw, Hasan'ın "tam bir kesinlikle ileri süremiyor olsak da, muhtemelen katledildiğini" söyledi. "Birini kaçırıp öldürmek affedilemez. Ama hayatının önemli kısmını Irak'ta insanların iyiliği için çalışmaya harcayan bir kadına karşı işlenen böyle bir suça karışmak da tiksinti vericidir" dedi.
"Irak'taki anarşide masumiyetin bedeli ne?" başlıklı makalesinde Fisk birçok insanın Hasan'ın olası ölümüyle birlikte "Irak bataklığında ne kadar daha ilerlenebileceği"ni sorgulayacağını kabul ediyor. Fakat Hasan'ın, yaşıyor olsaydı, "bugün bu cinayet hakkındaki öfkelerini ve üzüntülerini vurgulayan bürokratlara ve batılı liderlere kızmaktan başka hiçbir şey yapamayacağını" da ekliyor.
Sonra da, Hasan'ın kaçırılması olayının etrafındaki maddi ve siyasi tutarsızlıkları teker teker sayıyor.
İlk olarak Fisk, Hasan'ı kaçıranlar tarafından (19, 22 ve 27 Ekim'de) gönderilen ve Hasan'ın ağlarken ve İngiliz askerlerinin Irak'tan çekilmesi için yalvarırken gösteren ilk filmlere dikkat çekiyor.
"Bu dehşet verici görüntülerin arka planında alışılmış İslami bayraklar bulunmadığına, alışılmış silahlı ve yüzleri kapalı adamların olmadığına, ve Kuran'dan da hiçbir şey okunmadığına" işaret ediyor.
"Ve eğer bu, Felluce ve Ramadi'deki duruma göre incelenirse, Margaret Hasan'ın kaçırılma eyleminin duruma neredeyse aykırı olduğu görülür; Felluce'deki bağlantılı direniş grupları - mesaj gerçekten onlardan geliyordu - Hasan'ın serbest bırakılmasını talep ediyorlardı. Garip bir şekilde el-Zarkavi de, yani Amerikalılar'ın yanlış olarak Irak direnişinin başında olmakla suçladığı el-Kaide üyesi, aynı şeyi istiyordu, adam kaçırmak ve yabancıların kellesini uçurmak gibi işlerde sabıkası bir hayli kabarık olmasına rağmen."
Fisk, "diğer kaçırılan kadınların, örneğin iki İtalyan yardım gönüllüsünün, kendilerinin masumiyetine inanıldığı zaman serbest bırakıldıklarını" da ekliyor, "fakat Margaret Hasan bırakılmadı, akıcı bir Arapça konuşabilmesine ve kendisini kaçıranlara yaptığı işi onların dilinde rahatça açıklayabilecek olmasına rağmen."
Neden işgale karşı çıkan herhangi bir grup, serbest bırakılması için Iraklıların 26 Ekim'de Bağdat'ta yaptıkları gösteri de dahil bu kadar çok talep olmasına rağmen Margaret Hasan'a bu kadar acımasızca davransın ki?
Fisk, Hasan'ı kaçırabilecek olası bir alternatif oluşuma dikkat çekiyor. "Bu yıl ortaya çıkan gizemli bir filmde, bir takım silahlı adamlar Zarkavi'yi kaçıracaklarını açıklıyorlar, onu Irak karşıtı olmakla suçluyor, işgal ordularından ise nazikçe "koalisyon güçleri" olarak söz ediyordu. Bu film kısa zamanda "Allavi kasedi" olarak ünlendi: ABD tarafından atanmış, eski CIA ajanı ve eski Baasçı, Irak'ın geçici Başbakanı sıfatının taşıyıcısı, Felluce'de sivillerin ölmediğini budalaca ileri süren aynı Allavi."
Açıkçası Fisk, Margaret Hasan'ın ölmünden kimin yarar sağlayacağını sorarak lafını bitiriyor.
"Herhangi biri isyancıların canice huyları konusunda şüphe duyduğunda, onların saldırganlılarını ortaya sermek için Margaret Hasan'ın katline ilişkin kanıtlar üretmekten daha iyi bir yol var mı?" diye yazıyor. "Dünyaya Amerika ve Allavi'nin ordularının Felluce'de ve hala Washington'un düşmanlarının elindeki diğer Irak kentlerinde "kötülük"le mücadele ettiklerini dünyaya kanıtlamak için daha acımasız bir yol var mı?"
"Kimse Bay Allavi'nin yönetimiyle bağlantılı olan kişilerin Margaret Hasan'ı ölümünde parmağı olduğunu iddia etmiyor" diyor Fisk, ve "Irak'ta yirmiye yakın direniş grubu olduğunu" ve "rakip suç çetelerinin insanları kaçırıp fidye istediklerini" de ekliyor.
"Fakat Margaret Hasan'ı kimin öldürdüğü sorusu henüz yanıtlanabilmiş değil."
Hasan'ın ölümü doğrulanacak mı? İşte bu da gerçekten yanıtlanmayı bekleyen bir soru. Ve Fisk'in yaptığı gibi sorulması tamamen gerekli bir soru daha var: Bundan kim yarar sağlıyor?


Çözüm yeni intifadalarda
Mahmut Abbas'ın Filistin Cumhurbaşkanı seçilmesi tüm dünya liderleri tarafından coşkuyla karşılandı. Özellikle Bush, Sharon ve Putin memnunluklarını belirttiler. Demokrasiye ne kadar kararlı bir şekilde bağlı olduklarını Irak, Filistin ve Çeçenistan'da tekrar tekrar kanıtlayan bu üç lider acaba Abbas'a niye bu kadar düşkünler?
Abbas'ın isminin önünde tüm televizyon ve basın haberlerinde "ılımlı" sıfatının kullanılıyor olması kuşkusuz bir neden. Abbas'ın Hamas'a yakınlığıyla veya silahlı mücadeleye yatkınlığıyla tanınıyor olmaması bir başka neden. İsrail ile Filistinliler arasında başlatılıp daha sonra İsrail tarafından sabotaja uğratılan Oslo barış sürecinin mimarlarından birinin Abbas olması da kuşkusuz ek bir neden.
Hem Türkiye'de hem Batı ülkelerinde medyanın izah ettiği gibi, şimdi Abbas'tan beklenen, şiddete son vermesi ve İsrail ile barış görüşmelerine yeniden hız kazandırması.
Açık ki, Abbas ılımlı, makul, hem Amerika hem de İsrail'e daha sıcak bakan, direnmeye daha az niyetli, İsrail'e daha çok ödün verecek ve barış için daha çok çalışacak bir kişi olarak algılanıyor ve anlatılıyor.
Bu anlatımın iki temel sorunu var. Birincisi, Abbas'ın Arafat'tan farklı olduğu ve dolayısıyla barış getirebileceği iddiasıyla, barışı bugüne kadar Arafat'ın engellemiş olduğu ima edilmiş oluyor. Bu zaten Arafat'ı "terörist" olarak damgalayan İsrail devletinin eskiden beri iddiası.
İkincisi, Abbas'ın şiddeti engelleyeceği ve barış için çalışacağı iddiasıyla, şiddetin kaynağının Filistinliler olduğu ve barışın bugüne kadar bu yüzden başarılamadığı ima edilmiş oluyor. Bu da, elbet, İsrail devletinin kurulduğu günden beri ileri sürdüğü bir iddia.
Gerçekte, Abbas'ın Arafat'tan pek farkı yok. El Fetih hareketinin eski ve köklü yönetici kadrolarından biri. Oslo süreci dahil, yaptığı her şeyi Arafat'ın bilgisi ve onayıyla yaptığından kuşku olamaz. Daha da önemlisi, Batılı güçlerin bugün Abbas'tan bekledikleri her şey tam da Arafat'ın en az 20 yıldır yapmaya çalıştıkları. Görüşmeler, anlaşmalar, ödünler, barış için bir avuç toprağa ve gülünç bir özerkliğe razı olmak: bütün bunlar Arafat'ın tekrar tekrar yaptığı ve İsrail devleti tarafından kedi fare ile oynarcasına, dalga geçercesine her defasında engellediği girişimler. Tüm ömrü ödün vermekle geçen Arafat'ı "terörist" olarak damgalayan İsrail devleti, tümüyle teslim olmadığı taktirde Abbas'ı da aynı şekilde damgalamakta gecikmeyecektir.
Gerçekte, şiddetin kaynağı Filistinliler değil, İsrail işgali olduğu için, barışın önündeki engel Filistinliler değil, İsrail devleti olduğu için, Arafat gibi, Abbas'ın da tüm çabaları, vereceği tüm ödünler boşa çıkacaktır.
Oslo sürecinde Arafat Filistin Yönetiminin polisini kurup Filistinliler üzerinde İsrail'in jandarması olma görevini kabul ettiği günlerde, bugün başbakan olan Sharon El Aksa Camiinde yaptığı provokasyonla İkinci İntifada'nın başlamasına yol açmıştır. Abbas da ödün verecek. Filistin halkı barış özlemi içinde bu ödünleri büyük olasılıkla kabul edecek. Ve İsrail devleti Abbas'ın tüm girişimlerini, Filistinlilerin tüm barış umutlarını yine boşa çıkaracaktır.
İsrail işgalinin en zor ve olumsuz koşullarında yapmayı becerdikleri seçimlerle, seçimlere yüksek katılım oranıyla, Filistinliler Ortadoğu'nun en demokratik halklarından biri olduklarını yeniden kanıtladılar. Tüm "terör" ve "şiddet" yalanlarının anlamsızlığını tekrar gösterdiler. Tüm karalamalara rağmen, yine Arafat'ın örgütü kazandı.
Ama sonuçta, Filistinlilerin kurtuluşu Abbas'ın vereceği ödünlerden değil, yeni İntifadalardan, bölge halklarının dayanışmasından geçecek.