Sosyalist İşçi 230 (2 Şubat 2005)

 

Sayfa 4:

CHP’nin bittiği kongre

CHP'nin 13. Olağanüstü Kurultay'ı tamamlandı. Yumruklaşmaların, hakaretlerin ve küfürleşmelerin damgasını bastığı kurultayda eksik olan, politik tartışmaydı.
Kurultay boyunca CHP'yi izleyen boyalı basının köşe yazarları, "CHP'de sonun başlangıcı mı?", "Baykal-Sarıgül muharebesi", "Küllerinden doğamamak" gibi başlıklarla kurultayı yorumladılar. CHP'yle dalga geçmeyen yok gibiydi. Doğrusu, Kurultaya kaba bir bakış, CHP'nin dalga geçilmeyi hak ettiğini gösteriyor.
Birbirlerine silah gösteren, kafa atan, sandalye atan delegeler, Bakırköy Belediye başkanını herkesin gözü önünde yumruklayan CHP genel başkan adayı, kürsüde 4 saat boyunca konuşan Deniz Baykal, sadece rüşvet-namussuzluk denklemine kilitlenen kişisel ithamlar, kurultayı seviyesi düşük bir mahalle kahvesine çevirdi.
Siyasal kriz
Peki CHP bu duruma nasıl geldi? CHP hangi durumdaydı ki sorusunu bir kenara bırakırsak, ana muhalefet partisinde yaşananların tümüyle bir siyasal krizin yansımaları olduğunu söyleyebiliriz.
3 Kasım seçimlerinden beri CHP, muhalefet partisi olmasına rağmen, parlamentoda statükoyu savunan parti konumunda. 3 Kasım'da oy veren kitleler, değişim isteklerinin bir ürünü olarak DSP-MHP ve ANAP'ı eşi benzeri görülmemiş bir cezalandırma yöntemiyle parlamento dışına atarken, umutlarını AKP'ye bağlamıştı.
CHP işçilerin ve toplumun ezici çoğunluğunu oluşturan emekçilerin bu değişim taleplerine sahip çıkacağına, bu toplumu yıllardır canından bezdiren ve sıkan köhnemiş statükocu fikirlerle AKP'ye muhalefet etmeye çalıştı. Kıbrıs sorununda, Ermeni sorununda, Kürt sorununda toplumun gündemine oturan her tartışmada, CHP, AKP'den daha muhafazakar bir görüntü sergiledi.
AKP'nin insan hakları dediği yerde CHP, devlet; AKP'nin demokrasi dediği yerde CHP vatan millet dedi. Kısacası AKP değişimin, CHP tutuculuğun partisi olarak göründüler.
Üstelik AKP'nin uyguladığı ekonomik politikalar, esas olarak 2001 Şubat krizinde temel hatlarını Kemal Derviş'in çizdiği neo liberal politikalardı. Yani CHP'nin köklü bir biçimde karşı çıkamadığı ekonomik uygulamalardı.
AKP neo liberal ekonomik uygulamaları hızla hayata geçirmeye yönelik serbest piyasanın demokrasisini savunurken, CHP ne bu neo liberal politikalara muhalefet edebildi ne de siyasal demokrasi alanında AKP'nin yaklaşımı altında ezilmekten kurtulabildi.
Buna CHP'nin emekçilerin hiçbir eylemine aktif bir destek vermediğini ve radikal bir demokrasi programıyla sınırsız düşüne, gösteri ve örgütlenme özgürlüğünü savunmadığını da eklediğimizde, günün sonunda anlamsız bir partiye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Zaman zaman ordunun sesiymişçesine yaptığı açıklamalar CHP'yi daha da anlamsız hale soktu
CHP'nin sonu
Şişeler ve demirlerle birbirine giren parti delegelerinin aynı partide uzun bir süre kalması mümkün değildir. Birbirlerini "ABD uşaklığı" ve "Diktatörlükle" suçlayanlar da aynı partide uzun süre yan yana kalamazlar. Dolayısıyla CHP'de altıya dörtlük kesin bir bölünme yaşanmıştır. Ve CHP uzunca bir süre bu bölünmeyle uğraşacağa benzemektedir.
Bu durum, uzunca bir süredir emekçilerin reform taleplerini savunmaktan uzaklaşmış bir parti olan CHP'nin sonunun yakın olduğuna işaret ediyor. Zira CHP işçi sınıfının demokrasi ve sosyal hak ve özgürlükler mücadelesine katılmaz ve destek olmazken, sermaye sınıfı açısından da AKP'den daha makul bir tercih olarak gözükmemektedir. Öte yandan yaklaşık 200 delege gerek GenelBaşkanlık için imza toplanması sırasında, gerekse de genel başkanlık seçimlerinde oy vermediler.
CHP'nin sonu, eğer radikal sol tarafından değerlendirilebilirse işçi sınıfının somut talepleri etrafında hareket eden, reformlar için mücadele eden ve bu reformları son sınırına kadar zorlayan, işçi sınıfının mücadeleleri içinde yer alan, sendikal hareketle kopmaz bir bağ kuran bir solun güçlenmesi için bir fırsat olabilir.


1 Mart ve CHP'nin paranoyası

CHP kurultayında 1 Mart tezkeresinin adı çok sık anıldı. Baykal ve ekibi, CHP'nin 1 Mart'ta tezkerenin çıkmasını engellediğini ve bu yüzden ABD'nin CHP'den intikam aldığını söyleyerek partisi içinde propaganda yürüttü.
Mustafa Sarıgül'ün Baykal'ın bu paranoyak tutumuna yanıtı ise evlere şenlikti. Sarıgül, CHP'nin tezkereye hayır oyu vermesini, "Sayın Genel Başkanım, dünyada hangi sosyal demokrat parti savaşa evet der" sorusuyla önemsizleştirdi. İngiltere'de İşçi Partisi örneğin savaşa evet demektedir.
Baykal gerçekten de abartıyor. 3 Kasım seçimlerinden sonra belki de CHP'nin parlamentoda etkin olduğu tek süreçte, yani 1 Mart savaş tezkeresinin oylanması sürecinde CHP'nin oynadığı olumlu rolü, CHP'nin son iki yıllık statükocu, devletçi ve milliyetçi yaklaşımları nedeniyle yaşadığı erimeyi gizlemek için kullanıyor.
CHP yönetici kadroları belki 1 Mart tezkeresinin parlamentoda onaylanmaması için çabaladılar ama o dönemde sokaklarda esen savaş karşıtı rüzgara hiçbir destek vermediler. Onbinlerce, yüzbinlerce savaş karşıtının katıldığı eylemlerle CHP tabanı arasına çok bilinçli bir biçimde duvar ördüler.
Üstelik Baykal tezkere ikiye ayrılsaydı, Kürt halkına müdahale etme hakkını tanısaydı, tezkerenin bu kısmına onay vereceğini de açık açık ilan etmiş yani aslında savaş kışkırtıcılığı yapmıştı.
Sokaktaki savaş karşıtı kararlığın kısmen geri çekildiği dönemde CHP'nin sadece meclisteki gücüyle ikinci tezkerenin çıkmasını engelleyememiş olması CHP'nin birinci tezkere döneminde savaş karşıtı kitlelerle CHP tabanı arasına koyduğu duvardan da kaynaklanmaktadır.
Fakat CHP'nin meclisteki oyları tezkerenin engellenmesinde hiç kuşku yok ki temel belirleyicilerden birisi olmasına rağmen, 2 Mart itibarıyle ABD'nin bir plan yaptığı ve maşa olarak da Mustafa Sarıgül'ü kullandığını iddia etmek masal anlatmaktır. Hele de ekonomiden sorumlu kriz bakanlığı yapmış Kemal Derviş gibi bir ihraç ismi CHP'ye katmak için uğraşan Baykal'ın böyle şeyler söylemeye hiç hakkı yok.



Kurultay incileri:

l "Çıkan olaylar partimize hiç yakışmadı. Umarız yaşananlar bize bir ders olur." (Bazı CHP'li milletvekilleri)

l "Bugün CHP yeniden doğmuştur. Çürümenin CHP'ye bulaşma ihtimali yoktur." (Deniz Baykal)

l "Bir daha olsa bir daha döverim, içim rahat". (Mustafa Sarıgül)



BİZE GÖRE
Borç meselesi
Geçenlerde, oturduğum dairenin kapısını iki çocuk çaldı. Bana, biraz para istediklerini söylediler. Ancak üzerimde hiç para yoktu. Kapıyı kapatınca, aklıma kısa süre önce televizyonda Türkiye' deki ekonomik durumla ilgili açıklama yapan Ekonomi Bakanı Ali Babacan'ın konuşması geldi. Konuşmasında, günümüzde hiçbir ülkenin IMF'ye olan borcunun sıfırlanamayacağını ve Türkiye'de doğan her çocuğun bir kaç bin dolar borçla doğduğunu belirtmişti. Az önce kapıyı çalan o iki çocuğun, doğuştan sahip oldukları borcu ödemek için benden para istemedikleri ortada. Muhtemelen karınları açtı. Neoliberal politikaların sonuçları Babacan'ın konuşmasına şıp diye düşmüştü. İlk kez Özal döneminde alınmaya başlanan borçlar, çalışan insanlara bir umut olarak gösterildi. Oysa bugün durum ortadadır. Türkiye'de çalışan nüfusun oldukça büyük çoğunluğu yoksulluk sınırının altında yaşamaktadır. Üstelik bu durum Türkiye ile sınırlı değil. Meksika da IMF programlarına bağlı kalmış ve dünyanın yedinci büyük ekonomisi durumuna geldiğinde, ülkedeki yoksul sayısı iki kat artmıştır. Zengin ülkelerden borç alan yoksul ülkeler, sadece kendi zenginlerini daha zengin fakirleri de daha fakir yapmaktadırlar.
Bugün dünyadaki egemen sınıfların uyguladıkları ve destekledikleri ekonomik programlar, 2015 yılına kadar 60 milyon çocuğun daha açlıktan ölmesine neden olacak. Burada asıl bilinmesi gereken bu çocukların aslında hiç borçlu olmadıklarıdır. Sözde çalışanlar adına alınan, fakat nedense çalışanlara hiç sorulmayan bu borçlar sadece egemen sınıfın çıkarı içindir. Borçlanmalarla ekonominin iyileşeceği ve refah seviyesinin yükseleceği de büyük bir yalandır. Borçlu olan borcu alandır. Borçlu olan AKP Hükümetidir.
Erinç (İzmir)