Sosyalist İşçi 230 (2 Şubat 2005)

 

Sayfa 8-9: Orta sayfa

Nükleer için start verildi...
Fırıldaktan enerji üretmeliyiz

2000 yılında 33 yıllık bir mücadeleden sonra rafa kaldırılan nükleer planlar, 3 ay içinde tekrar gündeme geldi. Nereden bakarsanız bir çoğumuzun ömrü kadar geçmişi olan nükleer enerji maceramız, tam öldü, zaten ölü doğmuş bir fikirdi, gömüldü derken hortladı. Enerji bakanı Hilmi Güler, Ocak ayında Enerji forumunda açıkladığı planlarına 3 ay sonra, aniden ve acemice nükleer enerjiyi ekledi. Bu konu üzerine yıllardır Nükleer Karşıtı kampanya yapan ve Greenpeace Akdeniz Ofisi Enerji Kampanyası sorumlusu olan Özgür Gürbüz ile Onur Burçak sohbet etti.

İlk olarak, neden nükleerlere karşısınız?

Soruyu tersinden alalım: Bir insan nasıl nükleerden yana olabilir? Her yüksek teknolojinin 'iyi ve güzel' olmadığı, özellikle son yüzyıldaki kimyasal felaketlerden son model savaş makinelerinin katliamlarına kadar yüzlerce örnekle kanıtlandı. Nükleer teknoloji de 'iyi ve güzel' olmayan, aslında artık son model de olmayan, bilakis, yaşı geç-kince bir teknoloji.
Nükleer enerji bir çöp teknolojisi ve gelişmiş ülkelerde iş bulamayan nükleer firmalar ellerindeki bu eski teknolojiyi gelişmekte olan ülkelere satarak ayakta kalmaya çalışıyor. Bir insan bu sömürüden nasıl yana olabilir? Nükleer eenerji aynı zamanda bir demokratikleşme sorunudur. Nükleer atıklar 250 bin yıl aktif ka-labiliyorlar. Bu yüzlerce insanın yaşam süresinin toplamı demektir. Dört yıllığına iktidara gelmiş bir hükümetin, gelecek kuşakların yaşamını ipotek altına alması ne demokratik ne de etiktir. Bir nükleer santral inşaasının kararı köy, kent, ülke insanlarına sorularak verilmelidir. Bir de sorsanız bile cevabını alamayacağınız daha pek çok canlının da yaşam hakkı söz konusudur. Dolayısı ile nükleere karşı olmak bir yaşam hakkı savunusudur ve bu anlamda onurlu bir şeydir.

Türkiye'de nükleer enerji nasıl gündeme geldi?

Her ne kadar biz Türki-ye'nin nükleer santral kur-ma öyküsünü, 1967 yılına, ilk fizibilite etütlerinin yapıldığı tarihlere götürsek de asıl öykü 1960 yılında Çekmece Nükleer Araştır-ma Merkezi'nde başlar. O yıl, Çekmece'de 1 MW gücündeki reaktörün açılışı aslında Küba krizinde Jüpiter füzelerine izin veren Türkiye'ye bir hediyedir. Nükleer enerji konusunun nasıl başlı başına bir politik sorun olduğunu ve enerji açığı gibi masum bahanelerin arkasına gizlenmeye çalışıldığını göstermeye yeter de artar bile.

Peki bu nükleer yöneliş nasıl ortaya çıktı? Dönemin yönetimi tarafından nasıl gerekçelendirildi?

Konuyu o günlere bizzat tanık olan Prof. Dr. Tolga Yarman "Geçmişte ve Bugün Nükleer Enerji Tartışması" adlı kitabında çok güzel özetliyor: ABD yönetimi, neden bize, 1960'da, küçük olmakla beraber, bir nükleer araştırma reaktörü edinme olanağı sağladı? Olay, Türkiye'de Jüpiter füzelerinin konuşlandırılacak olmasını içeren bir askeri nükleer evreyi işaret ediyor.
İşte bu sırada Amerika'dan bebek boyda bir nükleer araştırma reaktörü ediniyoruz; ABD bize ülkemizde mevzilenmiş, sayılamayacak kadar çok nükleer bombanın yanı sıra, küçük bir reaktör yolluyor.
Burada şunun altını önemle çizmek istiyorum; hele o zamanlar, siyasi olmayan, bu arada askeri boyutlar taşımayan, hiçbir nükleer yöneliş yoktur.

Peki konunun fiili olarak projelendirilmesi, aktive edilmesi nasıl bir süreçtir?

Bu 37 yıllık bir yılan hikayesidir. Türkiye'nin büyük bir santral kurma projesi, ilk kez 1967-1970 yıllarında ortaya çıkar. 300 MW gücünde, 1977 yılında devreye girmesi planlanan bir santraldir bu. Ekonomik ve politik nedenlerle bu girişim sonuçlandırılamaz. 1974 yılında nükleer santral tekrar gündeme gelir ve beraberinde Akkuyu'nun (Mersin'den Alanya yönüne doğru 170 km.) adı da gündeme gelir. 1983'te çalışmaya başlaması planlanan bu proje de sonuçlandırılamaz. Bu arada, Sinop'un da adı muhtemel yerler arasında geçmesine rağmen sadece Akkuyu için lisans alınmıştır.

Nükleer enerji konusunun bu kadar tepede döndüğünü düşününce insan tuhaf oluyor. Bizim hayatımızdaki karşılığından bahsedelim biraz. Bu politik ama aynı zamanda yaşamsal bir büyük problemdir.

Nükleerler tamamen halkın sorunudur. Bunlar halka sorulmadan, halk için alındığı iddia edilen kararlardır. Aradan geçen yıllar ve değişen hükümetler Türkiye'deki politik kültürsüzlüğü değiştirmiyor. Yine Mersinli'ye, Silifkeli'ye, Akkuyulu'ya; yani halka sorulmadan kararlar alınıyor. Türkiye'nin nükleer tarihi kitap olarak basılsaydı; daha ilk sayfasında siyaseti, arkasındaki entrikaları bulacaktık. Öyle ki, enerji açığı ve yerel kaynakların yeterli olmadığı palavraları ancak kitabın en sonunda kendine yer bulabilecekti. Nükleer santrallerden konu açılınca, nükleer karşıtlarının ilk olarak nükleer lobi yine faaliyette diye düşünmelerinin oldukça gerçekçi bir yaklaşım olduğunu düşünüyorum. Ayrıca, sivil vatandaşlarımızın, çevreci ve yeşillerin, STK'ların ve sendikaların birincil uzmanlık alanları olmamasına rağmen nükleer enerji konusunda söz söylemelerinin ne kadar doğru ve gerekli bir davranış olduğunu belirtmeliyim. Nükleer enerji, tüm dünyada, beraberinde getirdiği teknik, politik ve ekonomik sorunlarla halkın çözmek zorunda kaldığı bir problem haline gelmiştir. Bu nedenle de herkesin bu konuda söz söyleme hakkı vardır. Sonuçlarına tüm halkın katlandığı her girişim üze-rine halkın söz söyleme hakkı vardır. Bu her şeyden önce bir demokrasi sorunudur. Örneğin Akkuyu projesi için ne Çevresel Etki Değerlendirme Raporu hazırlanmış, ne de Ecemiş fay hattıyla ilgili bir araştırma.

Nükleer enerjiye alternatif olarak ne sunuyorsunuz?

Hemen bir düzeltme yapmak istiyorum. Yenilenebilir enerji kaynakları ya da barışçıl enerji diye bahsettiğimiz kaynaklar değil, nükleer enerjidir alternatif olan. Barışçıl enerji kaynakları ana kaynaklardır. Alternatif sözcüğüne dikkat etmek gerekir. Biz bir şeye karşı değiliz, bir şey istiyoruz. Nükleer enerji siyasi bir karardır. Biz siyasi tanımların yeniden yapılmasını istiyoruz. Bizim talebimiz nükleersiz Türkiye, nükleersiz dünyadır. Bu toplumsal politik bir taleptir. Kuzey, emisyonların %80'ini üretiyor ama Güney bundan daha fazla etkileniyor. Türkiye barışçıl enerji kaynakları açısından en zengin ülke-lerden biridir. Ayrıca bu kaynakların çevre haricinde de olumlu yanları var. Barışçıl enerji kaynakları istihdam yaratan kaynaklar oldukları ve her ülkede farklı format ve formüllerle bulundukları, dolayısıyla ülkelerin dışa bağımlı olmamaları anlamına geldikleri için de gereklidirler. Sosyal maliyetleri hesaplanmadığı için nükleer enerji endüstrisi ucuz olarak nitelenir. Kanada'da 2000 yılında bir sivil toplum örgütünün hazırladığı rapor, 16.6 milyar doların nükleer enerjiyi subvanse etmeye harcandığını gösteriyor. İnsan merak edi-yor, sudan ucuz diye anlatılan bu enerji neden kendi başına ayakta duramıyor?

Sizin yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verimliliği üzerine de çalışmalarınız var. Bunlardan da bahseder misiniz?

Bugün gerek iklim değişikliğinin önüne geçmek, gerek temiz ve ucuz enerjiyi sınırsız kaynaklardan sağlayarak dünya barışına katkıda bulunmak için elimizdeki yegane çözüm yenilenebilir enerji kaynakları ya da bizim sıkça dile getirdiğimiz adıyla barışçıl enerji kaynakları-dır. Petrol gibi sınırlı kaynaklar için insanların öldürülüp, yine bu sınırlı kaynaklar için ölündüğü günümüzde sınırsız ve hemen her ülkede değişik formlarda bulunan bu kaynaklar dünya barışı için büyük umut teşkil ediyorlar. Yenilenebilir enerji kaynakları ve enerji verim-liliği ciddi çözüm önerileridir ve nükleer enerji bu kaynakların yanında alternatif bile sayılamaz. Almanya tek başına, Türkiye'nin kurulu gücünün yarısına yakın rüzgar gücüyle başı çekmektedir. Türkiye'de 2020 yılına kadar kurulması gerekli denilen 2-3 nükleer santralin sağlayacağı elektrik enerjisini rüzgar enerjisiyle daha ucuza ve çok daha kısa sürede sağlamak mümkündür. Bütün bunlara karşılık hala "fırıldaktan elektrik mi üreteceksiniz?" "ya fırıldaklar dönmezse" gibi sorular sorulabiliyor. Üstelik yenilenebilir enerji kaynaklarına sıcak bakılmamasının bir nedeni olarak Shell, BP ve ABD Enerji Ajansı gibi şirket ve kuruluşların buna gereksiz demesi. Bu yukarıda dönen çıkar anlaşmalarını açıkça ortaya koyuyor.

Peki ne yapmak gereki-yor?

Yapılması gereken, hemen doğru bir yenilenebilir enerji tasarısıyla, Türkiye'de temiz ve barışçıl enerji kaynakları olan rüzgar, güneş, jeotermal, biyo-kütle gibi kaynaklara gidecek yatırımların önünü açmak, enerji verimliliği ve tasarrufu için harekete geçmek, AR-GE çalışmalarını desteklemek, çift taraflı sayaçlarla gerçek-tüzel kişilerin kendi gereksinimlerini karşılamak ve gerektiğinde gereksinim fazlasını satmasına olanak sağlayacak yatırımlara yönelmesine yardımcı olmaktır.

Son olarak siz nükleer karşıtı bir kampanya yürütüyorsunuz, biraz bu kampanyadan bahsedelim. Bir de sizce bu kampanya kazanabilir mi? Nasıl kazanabilir?

2000 yılında benzeri bir mücadele yine sadece Greenpeace'in katkısıyla değil, toplumun her kesiminden gelen nükleer karşıtlarının bilgilendirme, afişe etme ve bıkmadan usanmadan nükleer lobiye meydanı dar etme yöntemleriyle başarı kazandı. Bugün de Nükleer Karşıtı Platform hayata geçerek benzer bir mücadeleye hazırlanıyor. Siyasi görüşünüz ne olursa olsun, en temel hakkımız olan yaşam hakkını savunmak için biraraya gelen insanların bu platform altında birleşmesi ve tehlikenin herkese anlatılması gerekiyor.
Bu dünyamızı çirkinleştirmek isteyenlere yanıt veren onurlu bir yürüyüştür. Herkes üzeri-ne düşeni yapar, sokaklar, okullar ve meydanlar nükleer karşıtı kampanyaya kollarını açarsa, yaşam hakkımızı kimse elimizden alamaz. Dünyanın birçok yerinde ve geçmişte Türkiye'de olduğu gibi nükleer lobi yine kapıdan elleri boş döner.




Nükleer karşıtı mücadele devrim sonrasına ertelenemez

"Bütün büyük ve gelişmiş Batılı ülkeler nükleer enerji santralleri kurmaktan uzun süre önce vazgeçti. Bu teknolojiyi artık yoksul ve azgelişmiş üçüncü dünya ülkelerine satmaya çalışıyorlar. Sizce neden?", diye bir anket sorusu sorulsa, bu konuda hiçbir şey, ama hiçbir şey duymamış sokaktaki sıradan bir insan bile 'Bunun altında bir çapanoğlu vardır mutlaka' diye düşünmez mi? Zenginler bir şeyi kendilerinden uzaklaştırıp, yoksulların üzerine yıkmaya çalışıyorsa bunda mutlaka bir bit yeniği vardır çünkü.

Gerçekten de gelişmiş ülkeler nükleer enerji santralleri inşa etmekten çoktan vazgeçti. Hem çevre hem insan sağlığı üzerine olumsuz etkileri o kadar fazla ki nükleer eneji üretiminin, getirileri bunun yanında hiç kalıyor. Üstelik ucuza enerji üretimi olduğu da tamamen yalan. Bir nükleer santralin bırakın kurulmasını, miadını doldurduktan sonra sökülmesi bile inanılmaz harcamalara yol açıyor. Üstelik, hatırlanacaktır, 1986'daki Çernobil faciası gibi etkisi çok uzun sürecek tehlikeler de cabası. Yan sayfalardaki ropörtajda uzun uzun anlatılmış olduğu için bunları tekrarlamaya gerek yok. Ancak bu tehlikeye karşı mücadele konusunda tartışmak faydalı olacaktır.

Sol hareketler bu tür konulara genelde duyarsızdırlar. Daha ulvi mevzulara kendileri vakfetmiş oldukları için bu gibi 'ayrıntıları' devrim sonrasına erteleyerek, karşısında verilecek mücadeleyi de çevrecilere, 'yazar çizer takımına', 'entellere' bırakırlar. Bunlar ufak tefek ayrıntılardır, burun kıvrılır, hatta küçümsenir. Ciddiye alıyormuş gibi dinlenilip, içten içe dalga bile geçilir. Oysa solun içine düştüğü hataların belki de en büyüğüdür bu: gündelik hayatın sorunlarını ve bunları çözmeye yönelik gündelik mücadeleyi hafife almak.

Maaşlarımıza yapılacak zamların yüzdesi, sağlığın parasız olması, eğitimin kalitesi, kaldırımların engellilerin kullanımına uygun hale getirilmesi, otobüslerin sıkış tepiş olmaktan çıkarılması, kentlerdeki gürültü kirliliğinin giderilmesi, Caretta Caretta'ların yumurtlama alanlarının koruma altına alınması, sokak aydınlatmalarının yeterli ve yaygın hale getirilmesi, kadınlara kürtaj hakkı, eşit işe eşit ücret verilmesi, iş yerinde kahve molalarının sayısının arttırılması, TV'lerdeki şiddet içerikli dizi filmerin kaldırılması, nükleer enerji santrali kurma girişimlerinin engellenmesi, vb. binlerce gündelik sorun aslında sosyalistler için birer kampanya ve örgütlenme aracıdır. Birer kampanya aracıdır, çünkü halkı yakından ilgilendirmekte, pek çoğu günün her saatinde canlarını yakmaktadır. Birer örgütlenme aracıdır, çünkü bu konular etrafında kampanyalar yürütürken toplumun çok çeşitli kesimleriyle yakın ilişkiler kurmak mümkün ve kolaydır.

Her bir reform için verilen mücadelede en ön saflarda yer almak sosyalistlere halkın 'yakınında' olduklarını ve sorunlarıyla samimi olarak ilgilendiklerini gösterme fırsatı sağlar. En ufak bir reform mücadelesi ise, sınıf mücadelesinde, insanların kendi güçlerinin ve değiştirme yeteneklerinin farkına varmasına yarar. Salt bu nedenle bile olsa, nükleer karşıtı kampanyayı da diğer gündelik mücadelelerden ayrı göremeyiz. Kaldı ki nükleer santraller hepimizin hayatına yönelik ciddi birer tehdittir. Greenpeace ya da diğer sivil toplum kuruluşlarının bu konuda yürütmekte olduğu kampanyalara destek olmaktan öte, örgütlenmesine katılmalı, kampanyayı bizzat bizler inşa etmeliyiz.

Diğer bütün mücadeleler gibi, nükleer karşıtı mücadele de devrim sonrasına, ya da başka bir şey sonrasına ertelenemez. Reformlar mücadelesi ertelenemez, çünkü devrim ertelenemez!

Cengiz ALĞAN