Sosyalist İşçi 232 (4 Mart 2005)

 

Sayfa 4:

İklim değişikliği "protokollerle" önlenebilir mi?
Kyoto Protokolü'ne ABD çalımı...

1997 yılında Japonya'nın Kyoto kentinde imzalanan Kyoto Protokolü Rusya'nın imzalamasıyla birlikte, 16 Şubat 2005 tarihinden itibaren yürürlüğe girdi. Kyoto'nun hayata geçmesi için, endüstriyel ülkelerin saldığı sera gazlarının 1990 düzeylerine göre yüzde 55'inden fazlasını kapsa-ması gerekiyordu. Nisan 2004'te Kyoto'ya imza atan ülkelerin emisyonu, toplam küresel emisyonun yüzde 44.2'sine denk geli-yordu. Bu oran Rusaya'nın imzalamasıyla yüzde 59'u buldu. Protokol 2008-2012 yılları arasında 1990 düzeyinin yüzde 5.2 altına çekmeyi hedefliyor. Ancak protokol sürecinde baş-layan sorunlar hâlâ devam etmektedir. Bunlardan en önemlisi atmosferdeki sera etkisine yol açan gaz salı-nımının yüzde 36.1'inden tek başına sorumlu olan ABD'nin bu protokole imza atmamış olmasıdır. Bu durum, protokolün herhangi bir yaptırım gücü-nün bulunmadığını gözler önüne sermektedir ki bu başlı başına sürecin sorunlu başlamasına neden olmaktadır..
Parası olanlar
kirletebilecek
Prokokol, "Kyoto mekanizmaları" olarak adlandırılan endüstrileşmiş gelişmiş ülkelerin emisyon hedeflerine daha düşük maliyetle ulaşmalarını amaçlayan karmaşık bir enstrümanlar seti tarif ediyor . Bu mekanizmalardan birisi "emisyon ticareti" olarak anılmaya başlandı bile. Buna göre atmosfere salacağı gazlarla ilgili kotasını aşmış ülkelerin, bu kotayı aşmamış ülkelere üstüne para ödeyerek "karbondioksit" sattığı bir emisyon borsası ortaya çıkacak. AB 1 Ocak 2005 tarihinden itibaren emisyon ticaretine başladı bile. Karbondioksitin tonu 6-8 Avro'dan satışa çıkıyor. Rusya'nın protokole dahil olmasının altında da emisyon ticareti yatıyor. IMF'ye olan borçlarını ka-patan ve bu süre zarfında endüstriyel üretim kaybı olan Rusya, emisyon salınımını 1990 seviyesinin altına çekmeyi garantile-diğinden, emisyon ticaretinden para kazanmayı umduğu için protokolü imzaladı. Bu du-rumda protokolün işlemesi için öne sürdüğü mekanizma bir yaptırım olmaktan çok, ticari bir metaya dönüşmüş olacak.
Anlaşmada diğer bir mekanizma olan "ortak uygulama" mekanizmasında ise ülkelerin ortak yürütmeyi tanımlamaksızın yükümlülüklerini yerine getirmek için üretim yapabileceklerinden sözedilmektedir. Protokol kotalarını aşan ülkelere daha ağırlaştırılmış kotalar uygulansa da bu, gelişmiş ülkelerin anlaşma koşullarını yerine getirmesini sağlayan herhangi bir yaptırım gücü-nün varlığına işaret etme-mektedir. Bu durumu Birleşmiş Milletler’in dünya üzerindeki fonksi-yonuna benzetebiliriz. Birleşmiş Milletler bugün ABD üzerinde ne kadar yaptırım uygulayabiliyor ise Protokol de o kadar etkili olabilecek.
Çağla OFLAS
Kaynaklar:
1- www.greenpeace.org.tr
2- www.gezegenimiz.com


İklim değişikliğini önlemek için küresel mücadele...
Kyoto Protokolü iklim değişikliğiyle mücadele için atılan küçük bir adım. En büyük petrol şirketinin 2001 yılı cirosunun 992 milyar dolar olduğunu düşündü-ğümüzde, bu adımın ne kadar cılız olduğu açıkça görülmektedir. Ayrıca Dünya Bankası, Eximbank gibi kuruluşlar her yıl fosil yakıtlar ve nükleer enerjiye yılda toplam 350 milyar dolar kredi vermektedir. Dünya Bankası, Eximbank gibi kredi ajanslarının 1992 BM Rio İklim Değişikliği Çerçeve Anlaşması'nın imzalanmasının ardından son 10 yılda verdiği yenilene-bilir enerji + enerji verim-liliği kredilerinin, fosil yakıt kredilerine oranı yaklaşık 1/10'dur. Her şeyden önce bu krediler kesilmeden iklim değişikliğiyle mücadele adına atılan tüm adımlar yetersiz kalacaktır. Dolayısıyla iklim değişikliğini önlemek için fosil yakıtlara dayanan gelişmiş sanayi ülkelerinin attığı cılız adımın bile gereklerini yerine getireceği konusu fazla güven vermemektedir. Bu durumda bu ülkeleri caydıracak olan tek bir güç sözkonusudur: Aşağıdan yükselen, birlik içinde çeşitlilikleri barındıran anti-kapitalist ve savaş karşıtı bir güç...


Bush'un savaş lobileri KYOTO'da da devrede
ABD bir türlü tehlikeli boyutlara ulaşan küresel ısınmanın kontrol altına alınması için, karbondioksit emisyonlarını indirmeye ikna olamadı. Dünyanın en yalancı yönetimi sıfatını taşıyan Bush yönetimi, Kyoto Sözleşmesi’ni imzalamayacağını, şartların kendi ekonomisine çeşitli külfetler getirdiğini öne sürdüğü gibi, bilim insanlarının küresel ısınmanın atmosferdeki sera gazı salınımından kaynaklandığı tezini de bilimsel bulmadığını ifade ediyor. Gerçekte olan ise, Bush yönetimini destekleyen petrol ve otomotiv gibi fosil enerji üreten sanayi lobilerinin Kyoto sürecini yoketmek istemesidir. 100 binden fazla Iraklının ölümünden sorumlu olan, suç dosyaları bir hayli kabarık bu lobiler, büyük petrol ve büyük otomotiv şirketlerinin iklim değişikliğine neden olmadığını kanıtlamak üzere 6 milyon dolarlık bir bütçe hazırlamışlar, bunun 600 bin dolarını ise bu konuyla ilgili reklam giderlerine ayırmışlardır. Cumhuriyetçi Parti'ye verilen bağışların %90'ının bu lobilerden geldiği de bilinen bir gerçektir. Sonuçta da Exxonmobil ve diğer Amerikan petrol, kömür ve otomotiv şirketlerinin desteğiyle işbaşı yapan Bush yönetiminin ilk işi Kyoto Protokolü'nden çekilmek olmuştur. Petrol ve otomotiv şirketlerine dayanan Bush yönetimi ısrarla protokole direnmektedir..


İşgalci bir ülkeyi neden sevelim?
Condallezze Rice Türkiye’ye geldiğinde bir kaç şey istedi. Önce, “bırakın şu İncirliği kullanalım” dedi ardından da “bu Amerika karşıtlığını azaltın” buyurdu. O günlerde BBC’nin yayınladığı bir kamu oyu araştırmasına göre ise Türkiye’de halkın yüzde 82’si ABD’yi sevmiyor.
Şimdi yoğun bir tartışma başladı. Kim Amerikayı seviyor, kim sevmiyor, sevmeli mi, sevmemeli mi?
Sol saflarda ise “nerede bu yüzde 82?” şeklinde bir soru var. Öyle ya, basın açıklaması yapıyoruz, 40-50 kişi, gösteri yapıyoruz 15-20 bin kişi.
Neden ABD’yi sevmiyoruz?
Önce bu soruya cevap vermek gerekiyor. Biz ABD’yi sevmiyoruz çünkü o emperyalist bir güç. İşgalci, hunhar, işkenceci. Soyguncu. Girdiği her yeri talan ediyor. Bu nedenleri çoğaltabiliriz ama neden sevmediğimiz açık.
Öte yandan biz Amerikalıları seviyoruz. Ugandalıları ya da Taylandlıları sevdiğimiz kadar. Amerikalıların çoğu, büyük çoğunluğu çalışan insanlar. Hastanelerde, fabrikalarda, okullarda, tarlalarda çalışıyorlar. Bire kısmı iş bulamıyor. İşsiz ve aç. Çok sayıda Amerikalı evsiz. Yoksulluk sınırının altında yaşamak zorunda. Aynı Kenyalılar veya Arjantinliler gibi. Biz o Amerikalıları, çalışan emekçi Amerikalıları neden sevmeyelim.
Biz İngilizlere karşı bağımsızlık savaşı veren, köleliğin kalkması için savaşan Amerikalıları da seviyoruz.
Askere gitmeyi reddeden, bu nedenle hapis yatmayı kabul eden Amerikalıları da seviyoruz.
Biz Amerikan egemen sınıfını ve onun politikalarının hakim olduğu Amerikan devletini ve onun yöneticilerini sevmiyoruz ve sevmemeye devam ediyoruz.
Nerede bu yüzde 82?
Çok sık sorulan bir soru bu. En son birçok kişinin ağzından 1 Mart günü Tünel’de yapılan basın açıklamasında duydum. Öyle ya biz 60 kişiydik, % 82 ise milyonlar olmalı.
% 82’yi arayanlar iki şeye dikkat etmek zorunda. Birincisi, ne vakit nerede savaşa karşı, Irak’ın işgaline karşı bir eylem yapsak herkes ama herkes bizi destekliyor. İmza istediğimizde hemen hemen herkes imza veriyor. Bildiri dağıttığımızda hemen hemen herkes bildiriyi alıyor ve çok zaman atmıyor.
Yani % 82 savaşa karşı pasif bir tutum alıyor.
İkincisi biz, sosyalistler, savaş karşıtları ne yapıyoruz ki % 82 ya da onu temsilen büyük bir kalabalık eylemlerimize katılsın. Ya da önce şu soruyu sormak gerekiyor, nasıl bizim eylemimizi duysun?
Kaç emekçiye ulaşıp sesimizi duyuruyoruz ki? Kaç afiş asıyoruz? Kaç bildiri dağıtıyoruz. Biz % 82’ye bildiri vermeye kalksak bu 50-60 milyon bildiri eder. Her bin kişi için bir afis assak, bu 500-600 bin afiş eder. Bu denli yaygın bir biçimde sesimizi çıkarmadığımız, çıkaramadığımız açık.
Kaldı ki, insanları eyleme çağırırken kullandığımız araçlar önemli.Kıpkızıl bildirilerimiz ve bayraklarımız insanları savaşa karşı bir eyleme değil, sol bir gösteriye çağırıyor. Eh, % 82’nin sosyalist olmadığı da besbelli.
Ne yapacağız?
% 82’nin kendisini ifade edebileceği ortamları yaratarak, % 82’ye ulaşmaya çalışarak devam edeceğiz. İleriye dönük yatırım yaparak, küçük sol örgütümüzü inşa etmeye çalışarak değil (çünkü o vakit partimizin bayrağını öne çıkarmaktan başka derdimiz olmaz) hareketi inşa etmek için çalışacağız.
İşte 19 Mart’a böyle hazırlanıyoruz. 19 Mart’a Roma’da, Londra’da, Barselona veya Madrid’te olduğu gibi milyonlar katılmayacak ama bir kişi fazla olması için biz bütün gücümüzle çalışmalıyız.
Doğan TARKAN