Sosyalist İşçi 233 (18 Mart 2005)

 

Sayfa 13:

Suriye'ye dayanışma gezisi:
"Amerika, bizi rahat bırak"
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu ile Doğu Konferansı üyesi 60 kadar sendikacı, gazeteci, yazar, doktor ve aktivistin 1-4 Mart günleri Şam'a gitmelerinin üç temel amacı vardı.
Birincisi, son haftalarda George W Bush, Condo-leezza Rice ve Ariel Sha-ron'un Suriye'yi hedef göstermelerine karşı, Suri-ye halkı ile dayanışma içinde olduğumuzu ilan etmek istedik. Amacımız, Orta Doğu'da yeni savaş ve işgal tehlikesine kamu-oyunun dikkatini çekmek ve savaş karşıtı hareketin bu tehlike karşısında sessiz kalmayacağını göstermekti.
Türkiye medyasının ziyaretimize gösterdiği yoğun ilgi, açılan ve sürmekte olan tartışmalar, kamuoyunu bu tehlike hakkında bilgilendirme hedefimizin başarısını sağladı. Suriye medyasında ise ilgi daha da yoğundu. Geziye katılan arkadaşlarımızın sokaklarda, kahvelerde, dükkânlarda (yani resmi alanlar dışında) halktan gördüğü dostluk, sıcaklık ve muhabbet, dayanışma amacımızın da gerçekleştiğini kanıtladı.
İkinci amacımız, 1 Mart 2003 Ankara gösterisinin, teskerenin reddinin ve Amerika'nın Irak'a saldırmak için Türkiye topraklarını kullanamamasının ikinci yıldönümünü kutlamaktı. Teskerenin reddi, dünya savaş karşıtı hareketinin en önemli somut kazanımlarından biriydi. Bunu bazen Türkiye'de azımsıyoruz, ama dünyanın geri kalanında ne savaş karşıtları azımsıyor, ne de hükümetler. AKP hükümetine "kamuoyunu kontrol etmek" doğrultusunda yapılan baskılar bunun en doğrudan kanıtı. Geçen ay Porto Alegre'de Beşinci Dünya Sosyal Forumu'nun toplantılarından birinde Tarık Ali'nin 1 Mart'a özellikle değinmesi bir diğer kanıt. Suriye'de de aynı kanıtla karşılaştık. Konuştuğumuz pek çok kişi 1 Mart'ı biliyordu, bizlere teşekkür etti.
Otobüslerimizin Ankara'dan Şam'a 1 Mart günü kalkmasıyla, teskerenin reddini en somut şekilde kutlamış olduk. Savaş karşıtı hareketin yeni saldırılara karşı tetikte olduğunu, gerektiğinde yeni 1 Mart'lar yaratacağını göstermiş olduk.
Üçüncü amacımız, 19 Mart'ta dünya çapında gerçekleştirilecek olan Savaşa ve Neoliberalizme Karşı Küresel Eylem Günü'nün duyurusunu yapmaktı. Türkiye'de de, Emek Platformu'nun çağrısıyla, 19 Mart'ta İstanbul Kadıköy'de sokaklarda olacağız. Eylem gününün tüm dünyada ve Türkiye'de mümkün olan en geniş kitleleri kapsaması, bir yandan Irak'ta bugüne kadar 100.000'i aşkın sivili katleden ve hergün yeni ölümlere yol açan, bir yandan da yeni saldırı ve işgal planları yapan Amerikan yönetimine gözdağı verecek, işgalin dünya kamuoyunda meşruluğunu tümüyle yitirmiş olduğunu vurgulayacaktır. Aynı zamanda, İstanbul'daki gösterinin kitleselliği, AKP hükümetini olası bir maceracılığa, Irak'ın işgalinden ve Amerika'nın bölgedeki yeni askeri saldırganlıklarından pay alma girişimlerine karşı ikaz edecektir.
Roni Margulies


Adam olmak!

14 Mart tarihli Birgün gazetesi'nin Kültür&Sanat sayfasında Mustafa Demirkanlı adlı yazarın köşe yazısını okuyunca çok rahatsız oldum. Yazı "Biz adam olmayız" başlığını taşıyordu.
Yazının iki özelliği beni çok rahatsız etti. Birisi, yazarın genel olarak Türk milliyetçiliği yapması, Avru-palılar Türkiye'de çeşitli hatalar yaptığında, günlük yaşamda rahatsız edici davranışlarda bulundu-ğunda bu "biz"in çok müsamahakar davrandığını ama aynı hataları Türkler, yani "biz" yaptığında, aynı anlayışın gösterilmediğini anlatması çok rahatsız edici. Neymiş, Mustafa Demirkanlı Fransız Kültür Merkezi'nde bir oyun izlerken, Türk olmadığını bildiği görevliler kokteyl hazırlıyorlarmış ve çok gürültü yapmışlar. Oyunu izleyen kimse buna kızmamış da başka bir tiyatroda oyun oynanırken yazarın tahminine göre Türk olan birileri gürültü yapınca başkaları hemen ayağa kalkıp azarlamış.
Sen misin bu yapan, Mustafa Demirkanlı "Biz adam olmayız" diye bir yazı yazmış hemen.
Aynı yazıda ikinci bir rahatsız eden bölüm ise Demirkanlı'nın Orhan Pamuk'u da aynı anlayışla saf dışı etmeye çalışmasıydı. Alev Alatlı'nın Zaman gazetesinde ya-yınlanan bir makalesini de destek olarak alıntılayan köşe yazarı, bu bölümde ipleri tümüyle koparmış. Türklerin aşağılık komplesinde söz ederken, birden Orhan Pamuk'un "biz"i Avrupa'ya şikayet etmesini şiddetle eleştirmeye geçiyor.
Birincisi bu yazarların sandığı gibi, Türkiye'de ortak bir biz yok. Ezilenler ve ezenler, milliyetçi olanlar ve olmayanlar, ırkçı olanlar ve olmayanlar şeklinde bölünmüş toplum yapısı var.
İkincisi adam olup olmamayı hiç dert etmeyen benim de aralarında bulunduğum bir kesim var bu bizin içinde.
Üçüncüsü Türkiye'de gördüğü her siyaha, farklı olan, resmi ideolojiden ayrı olan her insana ve gelişmeye küfür etmeyi seven ırkçı bir damar var.
Dördüncüsü, evet, Türkiye'nin tarihinde kocaman bir Ermeni soykırımı yer almaktadır. Bunu bir gazetecinin yazması ya da anlatması neden şikayetçilik olsun.
İşkence var mı yok mu, ermeni soykırımı ve başka türden katliamlar yaşanmış mı yaşanmamış mı, polis kadınlara şiddet uyguladı mı uygulamadı mı, faili meçhuller var mı yok mu, binlerce köy boşaltıldı mı boşaltılmadı mı, Mehmet Ağar "Üç bin operasyon yaptım" dedi mi demedi mi, faşistler önce İbrahim Kaboğlu ve Baskın Oran'ı, ardından da Orhan Pamuk'u linç havası yarattı mı yaratmadı mı. Bunları Avrupalı gazetecilere ister söyleyin ister söylemeyin, bunlar gerçek.
Gerçekten kaçarak, Demirkanlı'nın köşe yazsının yaptığı gibi milliyetçilere ve ırkçılara kapı aralamış olursunuz. Hem de asla olmayan bir "biz" üzerinden fikirler geliştirerek.
Ayşe YAPRAK


Devletle değil, halkla dayanışma
Şam gezisinin davet metninde şöyle deniliyordu:
"Bizler bütünüyle sivil kişiler ve kuruluşlarız, [ziyaretimiz] hiç bir şekilde Suriye'deki mevcut yönetime destek vermek olarak algılanmamalı. Oradaki ve kendi ülkemizdeki tüm otoriter siyasetlere ilişkin eleştirel görüşlerimizi saklı tutuyoruz. Tüm dünyada ve özellikle bölgemizde demokrasiye ilişkin sorunları sonuna kadar önemsiyoruz. Diğer taraftan, kimsenin, 'otoriter rejim' bahanesi ile bölgeyi işgal etme girişimine tahammülümüz yok".
Bu çekinceyi özellikle vurguladık, çünkü hem Suriye'deki otoriter rejimin bizi kendi çıkarları için kullanmaya çalışacağını, hem de Türkiye'deki Amerika yanlılarının gezimizi karalamaya çalışacaklarını iyi biliyorduk. Öyle de oldu.
Tüm çabalarımıza rağmen, Suriye'de resmi makamlarla görüşmekten, resmi yemeklere katılmaktan kaçınmamız mümkün olmadı. Suriye gibi bir ülkede bunlardan kaçınmak mümkün değil. Ancak, hem grup olarak, hem tek tek bireyler olarak düzinelerce basın toplantısı ve söyleşi yaptık, sokaklarda insanlarla konuştuk. Tüm konuşmalarımızda, resmi bir konumumuz olmadığını, sivil savaş karşıtları olduğumuzu, hükümete değil halka destek ve dayanışma vermeye geldiğimizi vurguladık. Parlamento önünde açık havada yaptığımız basın toplantısında, Suriye Yazarlar Birliği başkanı "Amerika, biz sana düşman değiliz, bizi rahat bırak" dedikten hemen sonra Türkçe ve (önceden talim yapmış olarak) Arapça "Savaşa hayır!" ve "Bütün halklar kardeştir" sloganları attık. Bütün bunların Suriye halkına en azından bir ölçüde yansımış olduğunu biliyoruz, çünkü yabancı dilde yayın yapan Kanal 2'de kendimizi gördük, dinledik.
Hadi Uluengin ile Cengiz Çandar gibilerinin gezimizi karalama çabasını cevap vermeye değer bile bulmuyorum. Gerekli cevabı Radikal gazetesinde Nuray Mert verdi.
Milliyet gazetesinde Mehmet Ali Yılmaz'ın ifade ettiği kaygılar ise cevaplanmaya değer. Yılmaz, "Eğer Saddam, işgalin kaçınılmazlığını görüp Irak'ı terk etmeye razı olsaydı olaylar çok farklı gelişebilirdi" (yani savaş çıkmayabilirdi) görüşünden yola çıkıyor ve ziyaretimizin rejimi güçlendirecek bir girişim olduğunu, "geçmişte bu tür girişimlerin bölgeyi bir savaşa sürükleyecek yanılsamalara yol açtığını" savunuyor.
Yılmaz, Saddam'ın çekilmesi durumunda Amerika'nın Irak'a saldırmayacağını ve, keza, Esad geri adımlar atar ve uslu durursa sorun çıkmayacağını varsayıyor. Yanılgı, Amerika'nın dünyadaki ve bölgedeki planlarını anlamamaktan, Washington'un saldırıları meşrulaştırmak için yaptığı propagandaya inanmaktan kaygılanıyor. Irak'a saldırmak için öne sürülen gerekçelerin hepsinin (kitle imha silahları, el-Kaide'nin Irakta konuşlanmış olduğu, 11 Eylül saldırısında Irak'ın parmağı olduğu, Irak'a demokrasi getirme isteği) tümünün yalan olduğunu bugün bütün dünya biliyor. Suriye'ye yöneltilen suçlamaların da (Hariri'nin öldürülmesi, Tel Aviv'de patlayan bomba) yalan olduğu, salt yeni bir Amerikan saldırısını meşru göstermek için ortaya atıldıkları gün gibi aşikâr.
Orta Doğu'daki rejimlerin hemen hepsinin berbat diktatörlükler, krallık ve şeyhlikler oldukları açık. Ancak, Amerika'nın saldırılarının bulunla bir ilişkisi yok. Olsaydı, Amerika'nın Suudi Arabistan'a da, Ürdün'e de, İsrail'e de saldırması gerekirdi. Amerika, 'Yeni Amerikan Yüzyılı' projesi uyarınca, dünyada hegemonyasını korumak, ekonomik gücü gerilerken askeri gücünü kullanarak hem müttefiklerine, hem rakiplerine gözdağı vermek, onları hizaya çekmek, yeni askeri üsler elde etmek, önemli doğal kaynakları kontrol etmek için saldırıyor. Yeni yüzyılda Amerikan hegemonyası artık salt ekonomik üstünlüğe dayanamıyor, dolayısıyla askeri üstünlüğü giderek daha fazla kullanılıyor. Yugoslavya, Afganistan ve Irak savaşlarının nedeni bu, Suriye'nin tehdit edilmesinin nedeni bu.
Saldırı ve tehditlerin, Amerika'nın tüm dünyaya demokrasi ve özgürlük götürme isteğinden kaynaklandığını düşünenler olabilir. Ama dünya savaş karşıtı hareketini oluşturan on milyonlar ve bu hareketin unsurları olan biz Şam yolcuları o kadar saf değiliz.
Şam ziyaretimiz, Amerika'nın yeni savaş planlarına karşı Suriye halkına dünya halklarının dayanışma duygularını ileten ilk etkinlik oldu. Başka hiçbir şey başaramamış bile olsak, bununla gurur duymamız gerekir.