Sosyalist İşçi 245 (24 Kasım 2005)

 

Sayfa 14 :

Vaat edilen cennet.. İstanbul..

Galataport, Haydarpaşa Limanı, Cevahir Alışveriş Merkezi ve Dubai Towers..
Son günlerde, bu başlıklar etrafında biçimlenen, İstanbul merkezli kentsel dönüşüm projelerine tanıklık ediyoruz. Isıtılıp ısıtılıp önümüze sürülen 3. köprü tartışmalarına artık alışmışken, şimdi de kent yaşamını kökten değiştirmeye yönelik, kapalı kapılar ardında alınmış kararları dinliyoruz edilgen kent sakini kimliğimizle.
Tüpraş'ı özelleştirme kapsamında %14.76'lık hisseyi önceden satın alan İsrailli girişimci Sami Ofer ile Türkiyeli ortağı Kutman arasında kurulan Royal Caribbean Ortak Girişim Grubu'na 49 yıllığına kiralanan ve bu 49 yıl içinde ödemesi yapılacak olan Galataport, tüm imzalar atıldıktan sonra kamuoyuna duyuruldu. Zaten çoktan hazırlanmış olan projeler, zaten çoktan verilmiş olan sözler İstanbul adına harika bir şey gerçekleşiyormuşcasına sunuldu. TDİ' ne ait alanda yer alan tüm yapıların yok edilerek yerine turistler için tasarlanmış dinlenme, alışveriş ve konaklama birimlerinden oluşan bu proje için, bir gece mesaisi kararıyla mecliste değiştirilen kıyı şeridi kanunun yarattığı boşluk ile gerekli hukuksal altyapı da hazırlandı. Yapılması planlanan bu proje hayata geçtiğinde, İstanbul'un bu önemli kıyı şeridi, özel mülkiyete geçecek ve kamusal alandan önemli bir bölümü daha kaybetmiş olacağız.
Kapalı kapılar ardında pazarlıklarının devam ettiği sinyallerini aldığımız bir diğer proje de Haydarpaşa Limanı. Bu bölge de Galataport bölgesine kazandırılmaya çalışılan yeni kimlik ile aynı doğrultuda; yat limanı, alışveriş merkezleri, kulüpler, hastane, oteller, kongre ve fuar merkezleri olarak yeniden düzenlenme aşamasında.
Şişli'de kötü bir mimarlık örneği olarak hayata geçirilen Cevahir Alışveriş Merkezi de, açıldığı gün yarattığı yoğun trafik ile ne kadar yanlış bir karar olduğunun ilk sinyallerini verdi.
Son haftalarda yazılı ve görsel medyada sık sık tartışılan Dubai Towers da, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile ortak projeler yürütmeyi hedefleyen Dubai International Properties'in Türkiye'deki ilk girişimi olarak hayata geçmek üzere. Proje kapsamında, Levent'teki eski İETT garajının olduğu alanda biri 300 metre yüksekliğinde iki kule inşa edilecek. Bu kulenin içinde de alışveriş merkezleri, ofisler ve konutlar yer alacak.
Aslında bu son gelişmeler yalnızca, "dünya kenti" olarak pazarlamaya açılan İstanbul üzerinde uygulanan düzenlemelerin kamuoyuna sunulan yüzü.. Sunulan bu yüzde de tartışmanın etrafında döndüğü başlıklar, aslında konunun ciddiyetini ve ölçeğini tam olarak yansıtmıyor. Dubai Towers isminin neden İngilizce olduğu, yabancı sermaye konusundaki komplo teorileri ya da trafik sorununa bir yenisinin daha eklenmiş olacağından duyulan endişeden çok daha önemli satış ve pazarlıklar söz konusu bu projelerde. Küreselleşme adı altında sermayenin serbest dolaşımının yüceltildiği bu post-kapitalist çağda, ekonominin döndüğü büyük şehirler de çok rahat alınıp satılabilecek metalar olarak görülüyor. Ünlü markaların zincir mağazalarının dünyanın her bir tarafına yayılması ile başlayan bu süreç, yaşam stillerinin de aynılaştırılması ve böylece tüketim araçlarının daha işlevli hale getirilmesi ile eylemlerini hızla sürdürüyor. Gazetelerde boy boy reklamlarını görmeye artık alıştığımız ve çoğunlukla sonu -city ile biten lüks konut alanlarının inşası uğruna kaybettiğimiz yeşil alanlar da bu sürecin önemli bir parçası olarak görülebilir. Kentin her bir parçasının rant uğruna satışa sunulması ve "kentsel dönüşüm projesi" adı altında ironik bir biçimde kamudan çok özel mülkiyeti yücelten yatırımlara fırsatlar sunulması, Dubai Towers ya da Galataport gibi kent siluetini derinden etkileyecek projeler karşısında çok da şaşırmamamız gerektiğini gösteriyor. Kamu yararını birincil koşul alan ya da asli görevi bu olması gereken belediyelerin bizzat bu satışlara ortak olması, tabloyu daha da karartıyor. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin kamu hizmeti olarak, park alanlarına cami dışında pek bir proje üretmemesi, İstanbul'da yaşayan kent sakinleri olarak, alınan kararlar karşısında daha aktif direnç göstermemizi zorunlu kılıyor.
Kentleşmeyi, yalnızca ekonomik temelli bir yapı inşa etme süreci olarak algılayan bu bakış açısı, çağlar boyu farklı kimlikleri bir araya getirmiş İstanbul gibi özel bir kenti yavaş yavaş yok ediyor. Bir tarafta nüfusu hızla artan bu koca şehir, en ilkel altyapı ve temel ihtiyaçların karşılanamaması gibi problemleri aşamazken, diğer taraftan da kıyı şeridi ve Maslak üzerinden Manhattanvari bir kimliğe zorlanıyor. Meslek odalarının ve aklıselim vicdan sahibi aydınların anlatmaya çalıştığı gibi, tüm bu çelişkilerin faturası yine bu kentte yaşayanlara kesilecek. Bizler çözülememiş ilkel problemlerin boğuculuğunda bu kentte yaşamaya çabalarken, ekonomik olarak kalkınma sağlayacağı iddia edilen sermaye sahipleri de fildişi kulelerinin 77. katında viskilerini yudumlayarak seyredecekler bir zamanlar 7 tepeli olan İstanbul şehrini.
Kenti meta olarak algılayan bu zihniyetin, yaşanabilir tek bir karış toprak bırakmamacasına giriştiği bu acımasız alışverişe daha fazla seyirci kalmamak için bilincimizi uyanık tutmak zorundayız. İnşa edilmesi planlanan gündemdeki bu projeler ile bize söylendiği gibi, yeni iş alanları, çağdaş bir kent silueti ve yeni yatırımcıları cezbedecek bir çekim merkezi çıkmayacak karşımıza. İthal etmeye çalıştığımız imaj, kaçınılmaz olarak dahil olduğumuz tüketim toplumu projesinin engel olunamaz koşulu olarak dayatılıyor bize. Bir tarafta kuleler içinde para piyasalarının başrol oyuncuları, bir tarafta güvenlik duvarlarıyla örülmüş lüks konutlarda yaşayan kent sahipleri, bir tarafta da işsizlik, ulaşım, barınma gibi sorunlarla boğuşan yığınlar.. işte bu noktada sormamız gereken soru şu: kentli kim? Söz sahibi olması gereken, yaşam alanları konusunda inisiyatif kullanması gereken kentli kim?
Kentleşme adı altında girişilen bu pazarlıklara karşı, bu sürecin sosyal boyutu olan kentlileşme üzerinde yoğunlaşmalıyız. Barınma, çalışma ve sosyo-kültürel ihtiyaçlarımızı karşılayacak sağlıklı yaşam çevrelerine sahip olmak için, kentli olma bilincini oluşturmalı ve masa başı pazarlıklarına karşı set olmalıyız.
İstanbul bizim ve alınıp satılamaz..
Esra AKBALIK


KİTAP
Farklı bir dünya tarihi
Dünya Bizimdir,

Alfred W. Crosby, Kitap Yayınevi, 336 sayfa

Herkes bir dünya tarihi okumuştur. En azından bütün dünyanın nasıl yüzyıllar boyunca Türk hakimiyeti altında kaldığını yıllar boyu ballandıra ballandıra anlatan resmi tarihi okumak zorunda kalmıştır.
Alfred W. Crocby’nin Dünya Benimdir başlıklı kitabı bütünüyle farklı bir dünya tarihi anlatıyor.
Kitabın alt başlığı “Avrupa Ekolojik Emperyalizmi 900-1900”. Bizi 900 yıllarından İskandinavların Amerika kıtasına doğru yaptıkları gezilerden ve ardından Haçlıların Ortadoğu’yu elegeçirmek için düzenledikleri seferlerden başlayarak 1900 yıllarına kadar Avrupalıların çeşitli istila girişimlerini anlatıyor.
Bütün bu istilala çabalarının askeri, politik ve ekeonomik tarihlerini biryerlerden bulmak mümkün. Ancak Crocby’nin Dünya Benimdir kitabı bu tarihlere bir de “ekolojik emperyalizm” boyutunu ekliyor. Avrupalılarla birlikte dünyanın işgal edilmek istenen her yerine getirilen yeni mikroplar, yeni bitki tabakalarının bu bölgelerdeki tahribatını okumak zaman zaman insanı şaşkınlıklara uğratıyor.
Örneğin Kuzey, Güney ve Orta Amerika’da ki insan, hayvan ve bitki tahribatı inanılmaz boyutlarda. Beyaz Avrupalı’nın yaptığı tahribay beraberinde getirdiği mikropların tahribatı yanında hemen hemen hiç bir şey değil. Ve tabii beyaz insanın bilinçli olarak mikrop yaymasını da unutmamak gerekir.
Örneğin bugünkü Amerika’yı kuranlar su çiçeği salgınları sırasında kullanılan battaniyeler, “dostları” yerlilere dağıtıyorlar ve kabilelerin bütünüyle ortadan kalkmasına yol açıyorlar.
ABD yönetimi hala aynı şeyin peşinde. Ellerinde kitle imha silahı var diye Irak’a saldıran ABD yönetiminin Felluce’de kimyasal silahlar kullandığı giderek ortaya çıkıyor. Emperyalizmin mantığında değişen bir şey yok.


Materyalizm ve Doğa
Marks’ın ekolojisi,

John Bellamy Foster, 350 sayfa, Epos Yayınları

Oregon Üniversitisi’nde sosyoloji profesörü olan John Bellamy Foster’ın ekoloji üzerine iki önemli kitabı var: Marks’ın Ekolojisi ve Savunmasız Gezegen. Her iki kitap da Türkçe’de yayınlanmış olmasına rağmen pek bilinmeyen, sosyalistler tarafından ise iyice az farkedilmiş kitaplar.
Marks’ın Ekolojisi kitabını Foster önce Marks ve Ekoloji olarak düşünmüş ama daha sonra Marks’ın ekoloji sorununa ne denli sağlam bir biçimd eyaklaştığını gördükçe kitabın ismini değiştirme gereği duymuş.
"Bu kitabın iki amacı var. Birincisi Çağdaş Yeşil kuramda kabul edilen yaygın görüşün aksine, Marx'ın düşüncesinin ve tarih biliminin ekolojik düşünce biçimlerini nasıl geliştirdiğini daha doğrusu nasıl mümkün kıldığını vurgulamaktadır. İkincisi bugün çok büyük bir ihtiyaç duyduğumuz toplumsal dönüşümü ekolojik bir tarzda insanın doğayla ilişkisinin dönüştürülmesine bağlayan devrimci bir görüşü tarihsel ve kuramsal olarak anlamak ve geliştirmektir" diyor Foster ve sonra 350 sayfa boyunca bunu çok başarılı bir biçimde gerçekleştiriyor.
Foster’ın ekoloji üzerine ikinci bir kitabı daha var: Savunmasız Gezegen.
F. ALOĞLU