Sosyalist İşçi 259 (16 Eylül 2006)

 

Sayfa 12 :

Birleşmiş Milletler mi, savaşan devletler mi?
Artık şu türden haberleri görmeyen, duymayan kalmamıştır: "Birleşmiş Milletler (BM), İsrail'i misket bombası kullanmakla suçladı." Aynı BM'ye göre bu misket bombalarının yüzde 90'ı Hizbullah'la İsrail arasındaki ateşkesten önceki 72 saat içinde kullanıldı.
BM ile ilgili haberler devam ediyor: "İsrail'in Lübnan'a düzenlediği hava saldırılarında son olarak 4 Birleşmiş Milletler gözlemcisi öldü."
BM, bu cinayeti kınayamadı.
Başka bir haber daha: "İsrail, terörist faaliyetlerde bulunduğu iddiasıyla 12 BM çalışanını göz altına aldı."
Kurulduğu 24 Ekim 1945'te 51 olan üye ülke sayısı bugün 192'ye ulaşan BM, kendisini, "adalet ve güvenliği, ekonomik kalkınma ve sosyal eşitliği uluslararasında tüm ülkelere sağlamayı amaç edinmiş küresel bir kuruluş" olarak tanımlıyor. Bu tanımın süslü yanları, 20. yüzyılın savaşlarla, adaletsizlikle, derinleşen küresel ekonomik ve sosyal uçurumla dolu tarihinin gerçekleriyle kıyaslandığında sırıtıyor.
Birleşmiş Milletler, kuruluş tarihinden de anlaşılacağı gibi, İkinci Dünya Savaşı'nın galip ülkelerinin kurduğu, küresel bir denetim organıdır.
BM, Genel Kurul, Güvenlik Konseyi, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Yönetim Konseyi, Genel Sekreterlik ve Uluslararası Adalet Divanı gibi bir dizi idari departmana sahip. Ama milyarlarca insan açısından önemli olan iki kurum var: Güvenlik Konseyi ve Genel Sekreter.
Örgütün anti demokratik işlevi, Güvenlik Konseyinde sadece beş daimi üyenin, ABD, Rusya, Fransa, Çin ve İngiltere'nin veto hakkına sahip olmasında görülüyor.
Veto hakkının ne anlama geldiğini Nikaragua örneği çok iyi anlatıyor: ABD 1980'lerin başında Nikaragua'ya tüm zorbalığıyla saldırıp on binlerce insanı öldürdü. Nikaragua, Dünya Mahkemesi'ne gitti ve mahkeme ABD'yi mahkum etti. Kuşkusuz, ABD mahkemenin kararına aldırış etmedi. Nikaragua, bunun üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'ne başvurdu. Güvenlik Konseyi'nin, başvuru üzerine, tüm devletlerin uluslararası kanunlara uyması yönündeki kararnamesini, sadece ve sadece ABD veto etti. İsrail ise ABD'nin savaş suçundan mahkum edilmesine karşı çıktı ve iki yıl boyunca her türlü platformda ABD'yi savundu.
BM, İkinci Dünya Savaşı sonrası, bir yandan galip ülkelerin aralarındaki dengeyi korumanın bir yandan da küresel sistemin yeni efendisi ABD'nin Batı bloğu ve dünya üzerindeki egemenliğini pekiştirmenin aracı olarak örgütlendi. BM'nin ezilen halklar açısından hiçbir işleve sahip olmadığını ise 11 Eylül 2001'den sonra ABD'nin yeni muhafazakar yöneticilerinin yaygınlaştırdığı savaş politikaları karşısında sergilediği çaresizlik ve çok sık bu çetenin işini kolaylaştıran kararların altına imza atması gösteriyor.
ABD başkanı Bush'un Irak'a saldırmak için ürettiği tüm bahaneler, Irak'ta kitle imha silahı olduğu ve Saddam Hüseyin'in El Kaide ile bağlantılı olduğu iddiaları yalan olmasına rağmen, BM ABD'nin bir savaş koalisyonu oluşturarak Afganistan ve Irak'ı işgal etmesine ortak oldu. Afganistan'da Birleşmiş Milletler asker gücü, NATO'nun denetiminde görev yapıyor. Irak'ta ise işlenen tün insanlık ve savaş suçları karşısında BM'den ses soluk çıkmıyor. ABD'li yetkililer, Irak işgalinden önce karar almakta zorlanan BM'yi "içi kof bir kurum" olarak ilan ettiler.
BM'nin sadece büyük savaş makineleri gibi çalışan devletlerin çıkarlarını meşrulaştırmaya yaradığını gösteren bir başka örnek ise İsrail hakkında aldığı kararlardır. BM, İsrail hakkında 1972 yılında beri aldığı ama İsrail'e uygulatamadığı 37 karar bulunuyor. 1972 yılında Suriye ve Lübnan'a gerçekleştirdiği hava saldırıları sebebiyle yüzlerce sivilin ölümüne sebep olan İsrail'i kınayan karar, 1973 yılında Filistin'in haklarını açıklayan ve İsrail'den işgal ettiği toprakları terk etmesini isteyen karar, 1976 yılında saldırganlığıyla Lübnanlı sivillerin ölümüne sebep olan İsrail'i kınayan karar, tine 1976 yılında Filistin için özerklik isteyen karar, 1979 yılında tüm Filistinli mültecilerin ülkelerine geri dönmesini öngören karar, 1979 yılında Filistin halkına yardım yapılmasını öngören karar, 1979 yılında Birleşmiş Milletler Kadın Konferansı'na Filistin'den kadın temsilciler gönderilmesini öngören karar ve 1982 yılında İsrail'den 1967'de işgal ettiği Golan tepelerinden çekilmesini isteyen karar gibi çok sayıda karar İsrail'e uygulatılamadı.
Bu BM'nin işlevsiz, ezilen halklar açısından hiçbir işe yaramayan bir kurum olduğunu gösteriyor.
BM'nin İsrail kararlarının uygulanmasını beklemek hayal. BM'nin ABD'yi kınamasını beklemek hayal olur. Dünya nüfusunun %0.001'ini barındıran İsrail, son 50 yıldır tüm ABD yardımlarının %30'unu alıyor. ABD İsrail'e boşuna yardım etmiyor. Ortadoğu'daki en güvendiği bekçisi İsrail.
Şimdi yeni bir bekçi daha buldu. Lübnan'a, ABD'nin çıkarlarını korumak, Hizbullah'ı silahsızlandırmak için giden, ABD'nin elinde istediği zaman kullandığı istediği zaman çöpe attığı bir oyuncak haline gelen BM Barış Gücü'nün aktif bir parçası olmaya meraklı olan Türkiye.
Şenol KARAKAŞ


İkamecilik ve kitle çizgisi
Haberlerde çok sık duyuyoruz, küçük bir sol gurup Taksime çıkmak isteyince polis izin vermedi, polis göstericileri dövdü. 5 kişi kendilerini Meclis demirlerine zincirle bağladı. Bu tür örnekleri sayısız çoğaltabiliriz.
Son olarak Ankara'da yapılan 5 Eylül mitinginde de benzer olaylar yaşadık. Öncelikle gösteriyi çağıran meslek örgütleri "yeterince kalabalık olmayacağı için" yasal miting başvurusu yapmayarak Kurtuluş Parkı'ndan Kızılay Meydanı'na yakın bir yere kadar yürüyüş yapmayı tercih ettiler. Böyle yaparak katılımın daha da düşük olmasını garantilemiş oldular.
Duyan herkes mitinge gelebilir. Basın açıklamasına ise sadece örgütlü güçler katılabilir. Miting yerine basın açıklaması yapmak normal, örgütlü olmayan insanların gösteriye katılmalarını ve seslerini duyurmalarını istememek anlamına geliyor. Zaten BAK dışında ne sendikalar ne de sol gruplar halka 5 Eylül Mitingi’ni duyurmak için hiçbir çaba harcamadılar.
Bir başka gelişme daha var, o daha da ilginç: 7 kişi Kızılay Meydanı'na çıkarak gösteri yapmışlar. Yedisi de göz altına alınmış.
Bir başka gelişme de haberlerde önde görünmek isteyen bir grubun önce Küresel BAK'ın önüne geçmek için zorbalık yapması, ardından da KESK'li işçilerin üstüne yürüyerek en öne geçmeleri. Toplam bir-kaç yüz kişi olan bu grup daha sonra yaptığı açıklamalarda "aslında polisin el koyduğu ses aracını korumak için böyle yaptık" diyor. Yani kendisini gösteriyi korumakla görevli olarak görüyor ve gösteriye katılan diğer emekçilerin, savaş karşıtlarının üzerine yürümekten çekinmiyor.
Bu tür anlayışların temelinde yatan fikire sosyalistler "ikamecilik" der. Yani bir örgütün kendi eylemini yığınların, işçi ve emekçilerin eyleminin yerine koyması, ikame etmesi. Böyle düşünenler devrimi de kendi eylemleri olarak görüyorlar ve doğal olarak devrimden sonra da toplumu yöneteceklerini düşünüyorlar.
İkamecilik aynı zamanda öncü savaşı anlayışı ile birleşiyor. Bu anlayış ise işçilerin ve emekçilerin uyanması için örgüt eylemlerini öne çıkarıyor. Yedi kişinin Kızılay Meydanı'nı ele geçirmeye çalışması, 5 öğrencinin gidip kendilerini meclis parmaklıklarına zincirlemesi bu anlayışa dayanıyor.
İnsanlar TV'den seyredecek veya gazeteden okuyacak ve bilinçlenecek. Lübnan'a asker gönderilmesinin kötü bir şey olduğunu böylece öğrenecek.
Bu anlayışlar işçi ve emekçileri küçük görür. Bütün işçi, emekçi ve halk kavramlarının ardında hep bu küçümseme vardır. Bu nedenle toplumun zaten büyük çoğunluğunun Lübnan'a asker gönderilmesine karşı olduğunu görmezler. Çünkü yığınları önemsemezler. Onlar az ama öz güçler isterler.
Bu anlayışı her yerde görüyoruz. 80 bin kişi Barışarock'a geliyor ve birileri "ama onlar bedava müzik dinlemek isteyen apolitik bir kalabalıktır" diyor. Barışarock'a gelenlerin bütün güçleri ile "savaşa hayır", "Lübnan'a gitme kardeş kanı dökme" diye bağırması ikameciler için önemli değil. Onlar beşerli sıralara girmiş asker nizamlı "sosyalist-ler" istiyorlar.
Öncü savaşı anlayışını savunanların bir sorunu daha var. Türkiye'de öncü savaşı 1960'ların sonunda tartışılmaya başlandı ve sonra bazı örgütler bu anlayışı hayata geçirmeye çalıştılar. Belki yanlış bir politik hat izlediler, ama çok saygın eylemler yaptılar. Kendilerini bir yerlere zincirlemediler, 30 kişilik eylemleri ile ortalığı örgütlerinin renklerine boyamadılar.
Örneğin THKP-C'nin önderliği, Mahir Çayan ve arkadaşları İsrail elçisini kaçırdılar ve vurdular. İdam edilecek yoldaşlarını kurtarabilmek için İngiliz askerlerini kaçırdılar. Gerçekten büyük yığınların yapamayacağını yaptılar. Sonucu olmayan, yanlış, ama çok saygın eylemler gerçekleştirdiler. Bugün onları izlediklerini söyleyenler ise ne yazık ki karikatür durumunda.
İkameciliğin panzehiri kitle mücadelesidir. Her düzeyde kitle mücadelesi. Ama önce kitle çizgisi.
Önce eylemin karakteri kitle çizgisinde olmalıdır. Büyük kitlelerin katılımını kolaylaştırmak için yapılacak her şey yararlıdır. Bu nedenle BAK kortejleri hem giderek daha kalabalık oluyor, hem de sokaktan geçenlerin katılımını mümkün kılıyor. "Katılım az olur" diye miting yerine basın açıklamasını tercih edenler ise bunun tam tersini yapıyor.
Zaten tam da bu nedenle örneğin KESK'in eylemleri giderek daha da küçülüyor. Emek Platformu daraltıla daral-tıla 4 örgüte indirildi, şimdi 4'lü de parçalanıyor.
İkamecilik, kazanmak ve gerçekten değiştirmek için eylem yapmıyor. Artık yenilgiye o denli alışılmış ki, bu düşünceler bütünüyle unutulmuş, onun yerine protesto etme fikri öne çıkmış. GSS'yi, toplu sözleşmede önerilenleri, Irak savaşını protesto ediyorlar.
Biz ise kazanmak için eylem yapıyoruz ve yapacağız. Irak savaşını sadece protesto etmiyoruz, durdurmak için sokağa çıkıyoruz ve savaşı durduracağız.
Doğan TARKAN