Sosyalist İşçi 268 (19 Ocak 2007)

 

Sayfa 3 :


BAŞYAZI
17 Mart'ta haykıracağız:
"Defol Bush"
Irak'a 20 binden fazla asker daha gönderecek olan Bush'un amacı çok net. Irak'ta direnişi sona erdirmek, bitirmek istiyor.
Savaş ve işgal politikaları tüm dünya politikasının merkezi halkası durumunda. ABD küresel sermayenin bütünü için savaştığı için bu böyle. Amerika'da egemen sınıfın önemli bir kesimi, 21. yüzyılın ABD yüzyılı olmasını garanti altına almak istiyor. Afganistan'a ve Irak'a bu yüzden saldırdılar. Bu yüzden İran ve Suriye'yi tehdit ediyorlar ve büyük bir ihtimalle İran'a saldıracaklar. Bu yüzden Afganistan'da ve Irak'ta yüz binlerce insan öldürüldü. Saddam Hüseyin ve arkadaşları bu yüzden asıldı.
Emperyalizm, Irak'ta yenildiğini, işleri yoluna koyamadığını, Irak'a demokrasi "getiremediğini" kabul edemez. Bunu kabul etmesi, ABD'nin 21. yüzyılı kaybetmesi anlamına gelecek.
Önümüzdeki günlerde ABD savaşı kaybetmediğini kanıtlamaya çalışacak. Daha çok kan dökecek ve savaşı yaygınlaştırmak için varını yoğunu ortaya koyacak.
Bu yüzden, savaş karşıtı hareketin örgütlenmesi, bir an dahi savaşı durdurmak için yaygın kampanyalar örgütlenme heyecanından vazgeçilmemesi çok önemli.
Çünkü biliyoruz ki Bush ne yaparsa yapsın savaşı kaybetti. ABD emperyalizmi politik olarak mağlup oldu, askeri olarak çok zor durumda.
ABD'yi bu çukura iten iki güç var. Birisi Bush'un sözcülüğünü yaptığı Neo-Conlar tarafından çıban başı olarak görülen Irak direnişi.
Bush'un en temel derdi Irak direnişi. Her türlü bölünmüşlüğüne, iç gerilimine rağmen Irak halkının ezici çoğunluğu Irak'taki ABD varlığına karşı. Irak direnişi Amerikan askerlerinin, Bağdat'taki en yoksul 2 milyon kişinin yaşadığı kent olan Sadr şehrine fiili olarak giremez hale gelmesini sağladı.
Irak direnişi işgal politikalarının artık Bush'un kendi partisinde de tepkiyle karşılanmasını sağlıyor. Neo-Conların partisinden Senatör Hagel, "yeni strateji"nin bu ülkenin Vietnam savaşından bu yana benimsediği en tehlikeli ve yanlış dış politikası" olduğunu söylüyor.
Irak halkı ölüyor ama teslim olmuyor! Bush'u delirtiyor.
Bize, Latin Amerika'ya, İngiltere ve ABD'deki savaş karşıtlarına güç veriyor.
Önümüzde tek bir seçenek var: Savaş karşıtlığı sizde saplantı diyenlere aldırmadan, savaşın emperyalistlerin saplantısı olduğunu bilerek mücadele edeceğiz. ABD'nin yenilgisini hızlandıracağız. Irak halkıyla dayanışacağız, sokak sokak, ev ev kampanya yapacağız, kitlesel bir savaş karşıtı hareketin güçlenmesi için Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu'nun 17 Mart miting çağrısını güçlendireceğiz. 17 Mart mitingine binlerce savaş karşıtının katılması için binlerce bildiri dağıtacağız. Toplantılar, sempozyumlar, barış panayırları örgütleyeceğiz. Basın açıklamaları yapacağız. İngiltere ve ABD'deki savaş karşıtlarının yalnız olmadıklarını göstereceğiz. İncirlik Üssü'nün ABD'ye daha fazla kullandırılmasına karşı sesimizi daha gür, daha kitlesel yükselteceğiz.
Küresel direnişin bir parçası olacağız, küresel direnişi örgütleyeceğiz.
17 Mart'ta, İstanbul'da Kadıköy Meydanı'nda, "Defol Bush" diyeceğiz.
Ve biz kazanacağız. Küresel direniş kazanacak.Irak'tan ABD'ye kadar.


Kadınların yeri
Seçimlerin yaklaşmasıyla beraber kadınların siyasi partiler içindeki yeri, temsil oranı, ve kadın kotaları ile ilgili tartışmaları sıkça duymaya başladık.
Türkiye'de toplumun yarısı kadınlardan oluşmasına rağmen, eğitim ve çalışma yaşamında ve siyasette erkeklerden sonra geliyorlar. Anayasa'da bulunan kadınların ve erkeklerin "eşit haklara sahip olduğu" ilkesi toplumdaki kadın ve erkek eşitsizliğini gidermiyor ne yazık ki.
Bu eşitsizlik her alanda kendini gösteriyor. Kadınların ortalama geliri erkeklerden az. Üniversiteye giren kadınların oranı yüzde 15, çalışan kadın oranı ise yüzde 28, siyasette yüzde 4.4 oranında. Toplumdaki cinsiyete dayalı işbölümü siyasi partilerde de kendini gösteriyor. Siyasetteki bu orana göre 163 ülke içinde 150. sıradayız. Yüzde 24.7 orana sahip Uganda'dan sonra geliyoruz. AB'ye üye veya aday ülkeler arasında ise yüzde 9.2 oranında olan Malta'dan sonra 29. sıradayız. Yani en sonuncuyuz.
Düşük ücret
Kadınlar çalışma yaşamında düşük ücretle, eşitsiz ve ağır koşullarda çalıştırılmakta. Bunun yanı sıra ev işleri, çocuk bakımı, hastalara ve yaşlılara bakmak, alış veriş yapmak, çocukların eğitimiyle ilgilenmek, aile bütçesini denkleştirmek gibi işleri de yapmaktadır. Ev içindeki bunca emeğine rağmen mülkiyet haklarına da sahip değiller.
Mülkiyet haklarından yararlanan kadınların oranı yüzde 10. Çok azının üzerine kayıtlı gayrimenkulü varken bu oran erkeklerde yüzde 74.3'ü göstermektedir.
Kadın emeği hala yedek işgücü olarak görülmekte, ikinci plana atılmakta, istihdamda öncelikli yer verilmemektedir. Daha kolay işten çıkarılmaktadırlar. Kadının ev dışında çalışmaya başlaması, kadınların özgürleşmeye başlamasının ilk adımıdır. Ancak ev işlerinin ve çocuk bakımının kadın emeği üzerinden gerçekleşmesi, hem evde hem de dışarıda sürekli çalışması, onu bir cenderenin içine doğru itmektedir.
Kapitalistlerin bu işleri aile içinde bedavaya getirme formülü kadının iki kat daha ezilmesine yol açmaktadır. Oysaki işyerlerinde kreş açmak gibi ev içi işleri toplumsallaştırarak bazı tedbirlerle kadının hayatını kolaylaştırmak mümkündür.
Kadınlar sol içinde de geri planda
Sol partilerde ve sendikalardaki duruma baktığımızda; genellikle öne çıkan, inisiyatif alan, eylem örgütleyenler kadınlar olmasına rağmen, yönetimlerde kadınlara rastlayamayız. Seçim propagandaları, ev ziyaretleri, duyurular, örgütlenmenin önemli bir kısmı yani işin ''mutfak'' kısmı yine bu partilere ya da sendikalara üye kadınlar tarafından erkek adayları seçtirmek için yapılmakta.
Örneğin Eğitim-Sen'de kadın üye sayısının oranı yüzde 43.4'tür. Bu oran yüzde 34 olan dünya ortalamasının üzerindedir. Ancak genel merkezinde sadece 1 kadın vardır ve şube başkanlarının da sadece 2'si kadındır.
Kadınları siyasette daha aktif hale getirmek için çeşitli önlemler alınmaya çalışılmaktadır. Siyasi partilerde, dernek ve sendikalarda temsiliyet oranlarının yükseltilmesi için yapılan kota tartışmaları bu sorunları çözmek için yeterli olmamaktadır.
Pozitif ayrımcılık
Kadınların daha fazla öne çıkmasını ve inisiyatif göstermesini sağlayacak politikalar geliştirmeye çalışmak ve pozitif ayrımcılığı ilke edinmek, bu sorunun çözümünde öncelikli adımlardır.
Bunun gerçekleşebileceğinin en iyi kanıtı DSİP'tir. DSİP'te kadınlar her zaman en önde ve aktif işlerde yer almakla kalmazlar temsiliyette de çoğunluğu oluştururlar.
Ebru GÖKÇE


Kürt Konferansı'nın ardından
13-14 Ocak'ta gerçekleşen Kürt Konferansı'nda bir dizi önemli tartışma yaşandı. Tartışmaların ardından Konferans sonuç bildirgesi yayınlandı. Bildirge'de, "Konferans barış meclisi işlevi gördü. Amaç barışı kuracak toplumsal örgütlenmeye öncülük" vurgusu yer alıyor.
Konferans, geçen yıl başlayan "Aydınlar girişimi"nin bir devamı niteliğinde.
Konferans'ta Yaşar Kemal, Vedat Türkali, DTP eş başkanı Ahmet Türk, DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi, Türkiye İnsan Hakları Vakfı Başkanı Yavuz Önen gibi isimler konuştu. Konuşmaların ortak vurgusu, barış için diyalog zemininin güçlendirilmesi gerektiği oldu.
Diyalog zemini vurgusunu yapan "batı"dan konuşmacıların sık sık şiddetin dilinin çözüm aracı olamayacağını vurgulaması, Türkiye'de solun Kürt sorununda sık sık düştüğü hatanın bir tekrarı gibi.
Beğenelim beğenmeyelim Kürt hareketi uzun bir süredir barış için elini uzatmış, Mayıs ayına kadar ateşkes ilan etmiş vaziyette. Ama şiddet çenesini kapatmadı, operasyonlar sürüyor. Geçtiğimiz yıl Kürt sorununda çözüm için adım atacağının sinyallerini veren Başbakan geçtiğimiz haftalarda "Kürt sorunu yok, terör sorunu var" dedi.
Konferans bir yandan Başbakan'ın ağ-zında netleşen savaş isteğini, ister seçim taktiği olarak yorumlansın isterse artan milliyetçiliğe göz kırpmak olarak, eleş-tirmesi açısından ve barışın kalıcı ze-minlerini tartışması açısından önemli bir adım. Ama savaşan tarafların kullandığı şiddetin dilini eşitlemesi açısından, hem de taraflardan birisi ateşkes ilan etmişken, önemli bir eksiklik taşıyor.
Bir başka eksiklik ise konferansta yazar Vedat Türkali'nin yaptığı vurgunun yeteri kadar güçlü olmaması, bir başka vurguyla tamamlanmamış olması. Vedat Türkali, "Bir başka halkı baskı altında tutan ülke kendi halkını da özgür bırakmaz" vurgusunu yaptı. Bu vurgu son derece doğru ve gücü de doğruluğundan geliyor.
Baskı altında tutulan halk kimdir ve nasıl baskı altında tutulmaktadır? Konferans aslında bu soruya da çözüm önerilerinde bir ölçüde yanıt veriyor. Af talebi, yerinde yönetim ve seçim barajının düşürülerek Kürt halkının demokratik taleplerinden bir bölümü vurgulanıyor.
Ama bir eksiklik var. Sadece 'başka bir halkı ezen ulus sosyalist olamaz' sözüyle yetinemeyiz. Ezen ulusun sosyalistlerinin de bazı temel görevleri var. Bir yandan Deniz Baykal'ın sınır ötesi operasyon için meclisin toplanması gerektiğini savunduğu, bir yandan Kürt sözünü duyduğunda tüyleri diken diken olan faşistlerin sesinin daha fazla duyulmaya başlandığı, öte yandan da Başbakan'ın milliyetçilik zarını attığı bu dönemde barış vurgusu çok önemli.
Ama bir başka vurgu daha var ve tüm bu olumlu adımların içinde ısrarla vurgulanmalı. Türk sosyalistleri, ezilen halkın kendi kaderini tayin hakkı mücadelesini sonuna kadar desteklerler. Üstelik sadece ateşkes ilan edildiğinde değil. Kürt sorununun siyasal bir sorun olduğunu ve çözümün de siyasal olacağını vurgularlar. Bu yüzden de esas olarak ezen ulus milliyetçiliğini teşhir ederler.