Sosyalist İşçi 268 (19 Ocak 2007)

 

Sayfa 6 :


Kemalizm ve diktatörlük
Bir saltanatın yıkılıp ye-rine bir cumhuriyetin kurulması elbette ilerici bir harekettir. Ama bu, yeni kurulan rejimin demokratik olduğu anlamına gelmez. Osmanlı İmparatorluğu yıkılıp yeri-ne kurulan Türkiye Cumhuriyeti için bu durum geçerlidir. Cumhuriyet 1938'e kadar tek adam, 1950 yılına kadar da tek parti diktatörlüğüdür.
Bunu pek çok kişiyle birlikte dönemin en önemli ismi Mustafa Kemal bizzat kendisi söylemiştir. Kurduğu tek parti ve tek adam rejiminin bir diktatörlük olduğunu 1930'da yakın arkadaşı Fethi Okyar'a şu sözlerle ifade ediyordu: "Bugünkü manzaramız aşağı yukarı bir dictature manzarasıdır. Hâlbuki ben cumhuriyeti şahsi menfaatim için yapmadım. Hepimiz faniyiz. Ben öldükten sonra arkamda kalacak müessese bir istibdat (baskı- b.n.) müessesesidir. Ben ise millete miras olarak bir istibdat müessesesi bırakmak istemiyorum" (Kemalistler Ülkesinde Cumhuriyet ve Diktatörlük, Melih Pekdemir).
Koltuk sevdası
Mustafa Kemal, her şeyden önce, belli bir sıfatı, bir rütbesi olmasına, mutlaka yönetimde olmaya çok önem verdi. Bu gazetede daha önce de anıldığı gibi Rauf Orbay'a " Sivil olursak her şey biter Rauf. Devlet makam ve mesnedinin başka bir değeri vardır" demesi bundandı.
'Enverland'
Zaten İttihat ve Terakki geleneğinden gelme olan Mustafa Kemal ve yakın çevresi diktatoryal eğilimlere daima sahipti. Örneğin 1908 devrimi İttihatçılar'ın önderliğinde yukarıdan bir burjuva siyasal devrimdir. Bu sürecin devamında, 1913'ten itibaren Enver Paşa sivrilmeye başladı ve ülkeyi askeri bir diktatör gibi yönetti. Öyle ki ittifak kurduğu Almanlar Osmanlı ülkesine 'Enverland' diyordu.
Cumhuriyet'ten sonra da bu tek adam olgusu devam etti. Yalnızca "tek adam" değişti. İkinci Adam olarak anılan İsmet İnönü'nün ikinci adamlığı bile ancak Atatürk'ün ölümünden sonraydı. Aslında Mustafa Kemal iktidarı ele geçirdikten sonra daima, 'birinci' değil tek adamdı. Çünkü diktatörlükler tek adam gerektirir.
Ordunun gücüne yaslanmak
Zaten sırtını daima orduya yaslaması da bunu gösteriyor. Türk-Yunan savaşında, sonraki iktidar mücadelesinde, ulus devletin inşasında ve Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunda hep ordu gücünü kullandı. İsmet İnönü 1968'de bunu çok güzel özetler: "Milli mücadele esasen bir ordu ihtilali idi".
Çünkü dağılan Osman-lı'nın ayakta kalan en ör-gütlü gücü orduydu. Bazı komutanlar yenildiklerini bile kabul etmiyordu. Milli mücadele kazanıldıktan ve Yunanlılar çekildikten sonra ordunun itibarı daha da arttı. Mustafa Kemal de bu ordunun başkumandanıydı. Cumhuriyet kurulduktan sonra bile orduyu hiç ihmal etmedi ve ölümüne kadar 15 yıl boyunca orduyu en sadık adamlarından biri olan Fevzi Çakmak'ın Genelkurmay Başkanlığı'nda tuttu.
Arkadaşlara elveda
Mustafa Kemal yakın çevresine daima en güvendiği adamları topladı. Onlardan daima mutlak bir itaat ve sadakat bekledi. En ufak bir kuşkuya kapıldığında çevresinden uzaklaştırdı, hatta siyaseten tasfiye etti..
Kurduğu rejimin ayakta kalması için en yakın arkadaşlarını bile tasfiye etmekten, hatta idama kadar yollamaktan kaçınmayan bir liderdi. Örneğin, Mart 1925'te, Şeyh Sait öncülüğünde Kürtler'in ayaklanmasıyla çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu muhaliflerini tasfiye etmede Mustafa Kemal'in oldukça işine yaramıştı. 1924 Kasım ayında Kazım Karabekir başkanlığında kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TCF) kapatıldı. Mustafa Kemal'in tek adamlığına itiraz eden bütün paşalar (Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Cafer Tayyar) ve Rauf Orbay 1926 İzmir suikastı vesilesiyle idam talebiyle İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılandı. Bunlar kellelerini kurtardı ama siyasi hayatları da sona erdi. Mustafa Kemal ölene kadar sahneye bir daha adım atamadılar. Bunların tamamı Mustafa Kemal'in yakın arkadaşları ve milli mücadeleyi birlikte yönettikleri silah arkadaşlarıydı. Hatta onu tek adamlığa taşıyan kadro bunlardan oluşuyordu. En yakın arkadaşı Mustafa İsmet'i (İnönü) bile 1937'de "Sen artık yoruldun. Biraz çekilip dinlen" diyerek görevinden aldı Herkesin vefa borcu ödeme anlayışı farklı elbette.
Muhalefete tahammül
Atatürk muhalefeti hiç sevmedi, bazen katlanmak zorunda kaldığında da bunlara askeri yöntemler uyguladı. Kendi kurdurduğu Serbest Cumhuriyet Fırkası (SCF) bile yalnızca bir deneme olarak kaldı. Ekim 1930'da yapılan yerel seçimler, genel seçim yapılması halinde kaybedileceğini gösterince SCF feshedildi.
Cumhuriyet döneminde ordu, parti ve bürokrasi üzerinde tam bir denetim sağlayan Atatürk'ün bunu başardıktan sonraki ilk işi, milli mücadelede ilk ittifak kurduğu din adamlarının ve Kürtlerin başını ezmek oldu.(Ama büyük toprak sahipleri ve tüccarların ekonomik hâkimiyetlerine bulaşmadı.)
Hoş geldin cumhuriyet, güle güle demokrasi
1925'te Türkiye'de tek partili bir rejim kurulmuştu. Milli mücadele kazanılmış, cumhuriyet kurulmuştu, ama içeride bir siyasi muhalefet vardı. Siyasi muhalefetin başını ezmek pürüssüz bir iktidar yolu için şarttı. Bu iktidar mücadelesinde Mustafa Kemal, SCF deneyiminden sonra, ölümüne kadar bir daha çok parti lafını ağzına almadı.
Kurduğu tek parti rejimi bir zorunluluk değil bir tercihti. O günün dünyasında Rusya, Almanya ve İtalya'da da tek partili rejimlerin bulunması ona meşruiyet kazanmada yardımcı oluyordu. "Türkiye çok partili ve demokratik bir rejime hazır değildi" diyenler bir gerçeği ya gizliyor ya da görmüyor. 1908-12 arası ve sonra 1919-22 arası çalışan Birinci Meclis hem çok partili, çoğulcu, hem de demokratik siyasal örneklerdi. TCF'nın kapatılması, o dönemin en güçlü akımlarından olan komünistlere örgütlenme hakkı tanınmaması, hatta milli mücade-leye katılmak için Anadolu'ya gelen Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürülmesi, çok partili siyasete son verip tek parti, daha da öteye tek adam rejiminin kurulması tamamen tercihti.
Kısaca, İttihatçılığın devamı olan Kemalizm katıksız bir diktatörlüğün ideolojisiydi. Aslında bunu cumhuriyet sonrası görev dağılımı da kanıtlıyor. 1923-1938 arası 15 yıllık dönem iktidar hizbinin li*derleri aynı zamanda Cumhurbaşkanı (Atatürk), Başbakan (İnönü) ve Genelkurmay Başkanı (Fevzi Çakmak) oldular. Atatürk orduyu milliyetçi muhafazakâr asker Fevzi Çakmak'a, hükümeti de ılımlı reformist İnönü'ye emanet ettikten sonra kültürel bir faaliyete girişti. Askeri mücadeleyi kazanmış ve bir ulus devlet kurmuştu. Şimdi bir de bu devlete bir ulus yaratması gerekiyordu. Bunun için en başta tarih olmak üzere çeşitli kültürel çalışmalar yapmaya ve yaptırmaya başladı...
Cengiz ALĞAN


Etkili bir gücün doğuşu ve gelişimi
Karl Marks ve çalışma arkadaşı Frederick Engels, 1879'da politik görüşlerini şöyle özetlediler:
"Neredeyse kırk yıldır sınıf mücadelesinin tarihin itici gücü olduğu, özellikle de burjuvazi ve proletarya arasındaki sınıf mücadelesinin modern toplumsal devrimin en önemli manivelası olduğu vurgusunu yapıyoruz."
Bu kırk yıl boyunca proletarya (işçi sınıfı), farklı sanayi kollarındaki dağılımı, etnik ve ulusal bileşimi, yaşam koşul-ları ve örgütlenme açısından büyük bir değişim geçirdi.
Bu değişimin nedeni kapitalizmin kendi dinamiz-miydi. Marks ve Engels 1848'de, kapitalizmin ayırt edici özelliğinin üretimi sürekli olarak "kökten de-ğiştirmesi" olduğunu yazmışlardı.
Bugün gazeteciler ve akademisyenler arasında yaygın bir söylem var; o da, ekonominin geçtiğimiz kırk yıl içindeki yeniden yapılanmasının işçi sınıfının ve ona dayalı politikanın yok olmasına yol açtığı söylemi.
Fakat, bugün tipik geleneksel işçi sınıfı olarak görülen sınıf -fabrikadaki işçi temsilcileri komitesi, militan madenci- Marks'ın hakkında yazdığı işçi sınıfından çok uzaktı.
18. yy'da başlayan sanayi devriminin kalbi tekstil sektörüydü. Pamuklu kumaş üreten Lancashire şehirleri, işçileri kırsal kesimden kente çekmişti. Çok sayıda İrlandalı köylü, topraklarından ayrılıp İngiliz fabrikalarında çalışmaya başlamışlardı.
19.yy'ın ortalarına gelindiğinde, Liverpool ve Manchester şehirlerinin nüfuslarının beşte biri ile üçte biri arasındaki kesimini İrlanda'dan gelen göçmenler oluşturuyordu. Bu göçmenler üzerinde en büyük etkiye sahip olan kurum Katolik Kilisesi'ydi.
İşçi sınıfı ve yerel bölgeler arasında, gelenek, kültür, iş yerinin büyüklüğü açısından büyük farklılıklar vardı.
Kapitalistler, sanayi değişmeye başlar başlamaz, bu yeni sınıfı fabrikalara çekmeyi başardılar.
1830'da yüzde 50 olan pamuklu kumaş ihracatı 1870'de yüzde 35'e düştü.
Yüzde 10'ların altında olan ağır sanayi malları ihracatı hızla artarak yüzde 25'e yükseldi. İngiltere'de 1880'de 500 bin olan kömür madencisi sayısı, 1914'de 1.2 milyona ulaştı.
Geleneksel sanayi işçisi imajı bu son dönemde şekillendi.
Fakat, doruk noktasında olduğu dönemde bile işçi sınıfının en fazla yarısı imalat sektöründe çalışıyordu. Tarım, 19.yy boyunca en büyük iş alanı olarak kalmaya devam etti.
Yüz binlerce işçi ve asıl olarak kadınlar ev içi hizmetlerde ya da garantisi olmayan işlerde, örneğin sokak satıcısı ya da terzi olarak, çalışıyordu. 19.yy boyunca işçi sınıfının büyük bölümü örgütsüzdü.
Sendika, politik ve kültürel örgüt, ve hatta ortak bir işçi sınıfı çıkarını paylaşma fikri bile, yeni işçi gruplarının yaratılmasından sonra gerçekleşti.
Örgütlenmeyi ve ortak bir çıkar duygusunu yaratan mücadeleler, yavaş yavaş gerçekleşen sendikalaşmanın değil, büyük politik karşı karşıya gelişlerin ürünü olan büyük patlamaların sonucunda ortaya çıktı.
1830'larda, işçilerin, baskıcı devlete rağmen sendika kurma girişimleri sonucunda bir dizi sert, yerel mücadeleler oldu.
Bu izole mücadeleler politik bir sorun etrafında şekillendi -oy hakkı- ve ilk kitlesel işçi sınıfı hareketinin -Çartistler- doğuşuna yol açtılar.
Çartsitlerin yenilmesi gericilik döneminin başlamasına neden oldu. Marks'ın 1850'lerde İngiltere'de gözlemlediği işçi sınıfı, onun, "kapitalizmin mezar kazıcısı" olarak tanımladığı işçi sınıfından çok daha farklı görünüyordu.
Varolan sendikalar muhafazakardılar ve sadece az sayıda tecrübeli işçi sendikalarda örgütlüydü. Bir sonraki radikalleşme dalgası kesinlikle onları etkiledi.
Bu dalga, hükümetin, Amerika'da 1860'larda gerçekleşen iç savaş sırasında köleliği savunan Güney'i desteklemesi sonucunda ortaya çıktı.
Güney'in desteklenmesine karşı yapılan ajitasyon, tekstil işçilerinin, köle sahiplerinin zaferinin, ucuz ham pamuk temin edilmesini garanti altına alarak iş güvencesi sağlayacağı iddiasını reddettikleri Lancashire da dahil olmak üzere, işçi sınıfı bölgelerine yayıldı.
Marks bu ajitasyondan yola çıkarak, 1864'de Uluslar arası İşçiler Birliği'nin kurulmasına yardım edebildi.
Bu birliğin fikirlerinden etkilenen bireyler yirmi yıl sonra, vasıfsız işçiler arasında militanlık patlaması olan "Yeni Sendikacılık"ın ortaya çıkışında önemli bir rol oynadı. Bu işçiler arasında liman işçileri, günlük "rizikolu" işlerde çalışan işçiler vardı.
Yeni işçi gruplarının şekillenmesi, sosyalist ajitasyon, ve ardından ani mücadele patlamalarından oluşan bu süreç 20.yy'da devam etti.
Kevin Ovenden