Sosyalist İşçi 269 (27 Ocak 2007)

 

Sayfa 6 :


Hrant'ın katili 301'i savunanlar
Hrant Dink'in öldürüldüğü Cuma günü TÜSİAD raporu açıklandı. Raporda MGK'nın kaldırılması, Kürtçe'nin ek ders olması, Genelkurmay'ın Milli Savunma Bakanlığı'na bağlanması; Anayasa'nın değiştirilmesi (yani 301'in kalkması) gibi bir dizi reform öneriliyordu. Aynı gün 301'den yargılanan Dink öldürüldü.
10 yıl önce de TÜSİAD benzer bir rapor yayınlamış, Türkeş Sakıp Sabancı'ya "çizmeyi aşma" demiş, ardından Özdemir Sabancı öldürülmüştü. Susurluk devleti o zaman da işbaşındaydı, bugün de. O gün de derin devletin silahları demokrasi isteyenlere çevrilmişti, bugün de. Değişen bir şey yok.
Ne zaman demokratikleşme yolunda bir takım adımlar atılmak istense Susurlukçular hemen sahneye çıkıyor. Önce ordu ve laik cephenin diğer sözcüleri sözlü saldırıya geçiyor, sonra ülkücü faşistler linç girişimlerine başlıyor, ardından tetikçiler demokrasi isteyenlere kurşun yağdırıyor.

'Vatan haini' listesi
Bundan üç yıl önce, bir kuvvet komutanının odasında hazırlandığı söylenen bir liste dolaşıma girdi. Listede devletin 80 yıllık resmi görüşlerine en ufak itirazı olan herkes vardı. O liste basının bile eline geçtiğine göre Hrant'ın katillerinin eline de (zaten onlara elden verilmiş olma ihtimali bir yana) geçmiş olamaz mı? Bugün o listedeki bir ismin üzerine çarpı atmış, yeni bir isim üzerinde çalışma yapan karanlık adamlar canlanıyor insanın gözünün önünde.

Bütün milliyetçiler suçlu
Dink cinayetini kimlerin istediği, listeyi kimin hazırlattığı sorunu bir yana (bu zaten yeterince açık), bu cinayetlerin işlenmesini sağlayan ortamı aslında sağdan soldan milliyetçiler yaratıyor. Kürt sorunu, Kıbrıs, Ermeni meselesi, azınlık vakıfları gibi toplumu en çok gerebilecek konularda milliyetçiliği kaşıyanlar bu havanın yaratılmasına katkıda bulunuyor.
Dink 301. maddeden yargılanırken mahkeme önünde köpekleşen Kerinçsizler, onlarla omuzdaşlık eden Perinçekler, yargılama konusu yazı yayınlanınca köşelerinden Hrant'a 'Ermeni tohumu' diye laf atanlar bu cinayetten sorumludur.
Ermeni konferansı düzenleyenleri 'milleti sırtından hançerlemek'le suçlayan eski adalet bakanı Hikmet Sami Türk, azınlık vakıfları yasasını veto eden Sezer, Şemdinli'ye bomba atanlara 'iyi çocuklar' diyen Büyükanıt, Orhan Pamuk'un Nobel ödülünü Türk milli çıkarlarına verdiği zarardan dolayı küçümseyen herkes, AİHM'e başvuran herkesi 'sözde vatandaş' ilan eden Hürriyet gazetesi bu cinayetin sorumlularındandır.
Cinayetin ardından yaptığı açıklamasında, bunun Türkiye'ye yapılmış bir komplo olduğunu söyleyen, yazıda Vecdi Gönül'den Bush'a ve Tom Casey'e kadar herkesin adını anıp, Hrant Dink adını yalnızca adli bir olaymış gibi kullanan Sol dergisi milliyetçilikten sola bir fayda gelmeyeceğini artık anlamalıdır. sol olarak hep birlikte milliyetçi-liğe karşı omuz omuza mücadele vermek gerekir. Milliyetçi duygulara hitap ederek sosyalistler üye kazanamaz. Kimse milliyetçiliğin en hası, MHP miliyetçiliği dururken, başka bir miliyetçiliğe yüz vermez. Halkın bizden beklediği milliyetçilik değil, gündelik sorunlarına üreteceğimiz çözümlerdir. TKP'li sosyalistler Yurtsever Cephe'yi dağıtıp, isimlerine uygun yeni bir cephe, işçi-emekçi cephesi kurmalı ve emekçileri bu yeni cepheye davet etmelidirler. Komünistlikle yurtseverlik birbirini dıştalar.
'Büyük Türk Milleti' adına Dink'i protesto pankartları açan, Dink'in avukatlarını mahkemede döven ülkücü faşistler herkesten fazla suçludur. Zaten tetikçi de onlardan çıktı.

Timsah gözyaşları
Dink'in öldürüldüğü daha ilk saatlerde cinayeti ABD'deki Ermeni lobisinin faaliyetlerine bağlayan istisnasız herkes yalancıdır. Türkiye'nin Irak'a müdahalesiyle ilişkilendiren istisnasız herkes yalan söylüyor.
'Bu kurşun Türkiye'ye sıkılmıştır' diyen istisnasız herkes yalan söylüyor. Bu kurşun doğrudan Hrant Dink'e sıkılmıştır. Ona çamur atan Deniz Baykal ben bu yazıyı yazarken akşam yemeği yiyordu. Hrant morgda bir çekmecede yatıyordu. Taziyelerini bildiren MHP'li Mehmet Şandır, Türkiye'nin itibarı için Başbakan'ı cenazeye davet eden (hangi sıfatla?) Fatih Altaylı; "Gerçek katiller Türkiye içinde olamaz" diyen Akşam gazetesi yazarı Şakir Süter ve muadilleri, 301'i savunan, Türklükten başka bütün etnik kimliklerin aşağılanmasına kapı açan, bu maddeyi yasaya koyan, uygulayan, karşı çıkmayan istisnasız herkes yalan söylüyor.
Seçim afişlerinde ayına yıldızına kurban olduğu bayrağı gözümüze sokan Başbakan'ın, Türkiye'nin Kerkük'e girmesi için gizli toplantı isteyen Baykal'ın, artık faşistlerin suç ortağı olan Perinçek'in, Hrant'ı odasına çağırıp tehdit eden vali yardımcısının, Hrant'a sırf Ermeni olduğu için düşmanlık besleyen nice ırkçının cenazeye gelme hakkı yoktur. Katiller hep cinayet mahalline dönerler. Eğer gelirlerse bu kural tekrarlanacaktır.
Cenazeye gelme hakkı sadece ve sadece, Hrant'ın ölümünden birkaç saat sonra onbinler halinde Taksim'e çıkıp, Ermeni kardeşlerinin yüreğine su serpercesine, "İnadına hepimiz Ermeniyiz!" diye haykıranlarındır. Geriye kalanların istisnasız hepsi artık susması gereken yalancılar ordusunun neferleridir.
Zeynep ÇALIŞKAN



Militan sendikalar
nasıl ortaya çıktı?
Karl Marks'ın sözlerinin bazıları küçümsemeyle karşılanır. Bunlardan bir tanesi de "toplumun giderek iki düşman kampa bölündüğü"dür. Bu iki düşman kamp kapitalistler ve işçilerdir. Tabii ki, kendisini işçi olarak görenler arasında bile çeşitli bölünmeler ve farklı tabakalar vardır. Bu Marks'ın zamanında da böyleydi, şimdi de böyle. Fakat bu bölünmelerin doğası değişti ve değişmeye de devam ediyor. Örneğin, yirminci yüzyılın başında, vasıflı emek gücünü oluşturan mühendisler, kol emeği ile çalışan işçilerden daha üstün görülürdü, ve işçi sınıfı içindeki muhafazakar tabakayı oluştururlardı. 1970'lerde ise vasıflı emek gücünü oluşturan mühendisler yine vasıfsız işçileri küçümserlerdi, fakat kesinlikle muhafazakarlığın kalesi olarak görülmezlerdi. Bu değişimin olmasını iki şey sağladı. Birincisi, üretimin dönüşümü. Üretim bandının sanayide yaygınlaşması vasıflı işçilerle vasıfsız işçiler arasındaki farkı azalttı. Otomasyon, bütün işçilerin belirli bir düzeyde vasfa sahip olmasını gerektirdi ve aynı zamanda önceden elitizmi besleyen uzmanlık alanlarını yok etti.
İşçilerin örgütlenmesindeki ve fikirlerindeki değişimler, basitçe, üretimini yavaş yavaş değişmesiyle gerçekleşmezler. Bu değişimler keskin dönüm noktalarıdır. İnşaat işçileri, Birinci Dünya savaşı sırasında başlayan ve sonrasında en üst noktasına ulaşan grev dalgasının belkemiğini oluşturuyorlardı. Bu grev dalgasının başındaki talepleri işyerlerindeki statülerinin korunmasıydı. Fakat yoğun bir politik kriz, yani savaş zamanında sadece bu kesimin taleplerine dayanan grev militan ve sosyalist bir yönelime girdi. Kapitalist üretimde bir sonraki sıçrama dönemi geldiğinde, patronlar bu gelenekleri yok etmeye çok kararlıydılar. 1930'ların sonu ve 1940'ların başında, imalat, aydınlatma mühendisliği gibi "yeni sanayi dalları"nda büyük bir büyüme dönemine girildi. Fabrikalar çoğunlukla, bir önceki dönemde militan mücadelelerin merkezi olan yerlerden uzak yerlere kuruldu. İşçiler, düşüşte olan işkollarından ayrılarak bu yeni sanayilerde çalışmaya başladılar. Fakat aynı zamanda, bu fabrikalarda, kadınlar da dahil olmak üzere, çok sayıda yeni işçi çalışmaya başladı. Üretim bandının düzeni, patronların işyeri örgütlenmesi önleme azimleriyle örtüşüyordu. Patronlar, kısa süre önce yaşanan kitlesel işsizliğin anılarını sürekli hatırlatarak ve militan işçileri işten çıkararak bunu başarmaya çalışıyorlardı.
İlk başta yeni işçilerin çoğu, Komünist bir aktivistin deyişiyle, "toy"du. Fakat aktivistlerin Komünist Parti ile bağlantılı kararlı stratejileri sendikaların üye sayılarının artmasını sağladı. Bu sadece basitçe sendika üyelik kartı almakla ilgili değildi, sendika üyeliğinin merkezinde ücret artışı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi konusunda verilen mücadele vardı. 1950 ve 1960'larda, ekonomideki patlamayla birlikte, bu mücadeleler kısa süreli ve bölgesel oldu ve çoğunlukla zaferle sonuçlandı. Fakat bu mücadelelerin merkezinde aynı zamanda politik konularda da ajitasyon yapan insanlar vardı. Bu dar mücadeleleri, kapitalist sınıfa karşı verilen daha genel bir direnişe dönüştüren, 1960'ların sonunda İşçi Partisi hükümeti tarafından sendika örgütlenmesine karşı başlatılan saldırıydı. Bu saldırıya sadece işçi sınıfının iyi örgütlenmiş kesimleri yanıt vermediler. En çok militanlaşan kesimler 1926'da aldıkları büyük yenilgiden bu yana greve çıkmamış madenciler, ve hiçbir zaman ulusal çapta bir grev yapmamış olan öğretmenler oldu. İşçi kesiminin bu tabakaları, hızla, yüzyılın başındaki ayrıcalıklı pozisyonlarından geri düşüp, sanayi işçi sınıfının yaşadığı baskıların acı sonuçlarını yaşamaya başladılar. Büro işçileri on dokuzuncu yüzyılda orta sınıf olarak görülüyordu. Ücretleri, statüleri ve hatta giydikleri kıyafetler bile onları daha çok yönetici sınıfa benzer hale getiriyordu. Yirminci yüz yılda beyaz yakalı işlerin büyük ölçüde büyümesi, büro işçilerinin işçi sınıfı ordusuna katılmasına neden oldu.
1970'lerden beri büyüyen ekonominin diğer alanlarında da buna benzer keskin sınıfsal bölünmeler yaşanıyor. Üst düzey yöneticiler yüksek ücret alırken, bugün bir bankada memur olarak çalışmak, düşük ücret almak ve iş güvencesinin olmaması anlamına geliyor. Ayrıca, yöneticiler arasında da çeşitli tabakalar var - bölüm yöneticileri, alan yöneticileri vb. - Fakat onları da belirleyen aslında bu iki temel "düşman kamp" arasındaki bölünme.
Kevin Ovenden