Sosyalist İşçi 277 (29 Mart 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa



Kyoto emperyalizmin oyunu mu?
Kyoto Protokolü'nün sömürgeci geleneğe sahip gelişmiş ülkelerin, gelişmekte olan ülkelerin önünü kesmek için hazırladıkları bir oyun olduğunu düşünmek için ya üstünkörü bilgiye sahip olmak ya da art niyetli olmak gerekir. Halihazırda, Birleşmiş Milletler tarafından ülke olarak kabul edilmiş 192 birimin 166'sı Kyoto Protokolü'ne taraftırlar. ABD, Avusturalya ve Türkiye dışında Protokolü onaylamayı reddeden ülke yoktur. ABD ve Avus-turalya; Hindistan ve Çin gibi yakın gelecekte ekonomik rakip konumuna gelebilecek ülkelerin de gelişmiş ülkeler kadar ağır yükümlülüklere sahip olmasını -böylece ekonomik egemenliklerinin devamını- istemekte, aksi takdirde kendilerinin de yükümlülük altına girmeyeceklerini söylemektedirler. Günümüzde ekonomik sistemi şekillendirme gücünü elinde tutan tüm ülkeler Kyoto'yu imzalayarak karbon emis-yonlarını azaltmanın yollarını aramaya başladılar. Durumun vahametinin farkında olan İngiltere, Almanya gibi ileri kapita-list ülkeler Kyoto Proto-kolü'nün öngördüğü, 1990 yılına göre karbon emis-yonlarını %5 azaltma zorunluluğunu, bu yıl AB sınırları içinde %20'ye çıkarmışlar, diğer ülkelerin de benzer politikalar üretmeleri durumunda %30 emisyon kısıtlamasına gideceklerini açıklamış-lardır.

Kyoto yeterli midir?
Değilse neden bunun için kampanyalar yapılmaktadır?
Kyoto kapitalist sistemin kazananlarına hizmet eden bir anlaşma mıdır?
Kyoto Protokolü günümüz devletlerinin 1992 Rio Dünya Zirvesi sonrası başlattıkları sürecin ilk işlevli sonucudur. Devletlerin hayatı varolan dengelerin korunması üzerinden kurgulanır. BM çatısında hazırlanan bu protokol de sistemi değiş-tirmek üzere tasarlanma-mıştır. Kyoto özünde ser-best piyasa sistemi üzeri-ne kurulu, hatta karbon ticareti gibi kimi sahte önerilerle felaketten yeni kârlar yaratmanın yollarını da açan bir anlaşmadır.
Öte yandan, NASA Goddard Enstitüsü Müdürü James Hansen gibi saygın bilim insanlarının önlem almadığımız takdirde 10 yıl içinde dünyamızın tanınmaz bir hale geleceğini duyuruyor. Tüm devletleri karbon salımlarını düşürmek üzere uzlaştıran, üstelik en geç, 2012 yılından sonra daha ciddi önlemlerin de alınabilmesi için gereken altyapıyı sağlayan Kyoto Protokolü hayatî öneme sahiptir.
Atmosferin tüm dünyayı, sınırları tanımadan kaplaması, iklim değişikliğini ülkelerin tek başlarına çözemeyecekleri bir sorunlar dizisi haline getirmektedir. Üzerinde uzlaşılan yegane uluslararası hukuk belgesi olan Kyoto Proto-kolü, sistemi güçlendiren yönleri ve diğer tüm olumsuzluklarına rağmen gelecek yıllarda da yaşamaya devam edebilmemiz için elimizdeki tek aygıttır.

Kyoto anlaşması ekonomik gelişmeyi engellemez mi?
Bu Türkiye ekonomisinin kalkınmasına zarar vermeyecek midir? Kyoto Anlaşmasının öngördüğü yaptırımlar pek çok kişinin işsiz kalmasına yol açacak mıdır?
Kyoto Protokolü'nün ekonomik gelişmeyi engelleyeceği, insanların işsiz kalmasına yol açacağı düz bir mantığın sonucu-dur. İklim değişikliğinin etkilerini sınırlamanın yolu, fosil yakıtlardan enerji üretmek yerine sıfır emisyon üreten alternatif enerji kaynaklarına yönelmektir. Bu noktada, ne fabrikada çalışan işçi, ne müdürü ne de fabrikanın sahibi tükettiği enerjinin termik santralde yanan kömürden mi, rüzgar türbininden mi geldiğiyle ilgilenmez. Burada önemli olan, hükümeterin enerji politikalarını hangi mantık çerçevesinde hazırladıklarıdır. Güneş ve rüzgardan elde edilen enerjiyle, modern hayatın getirdiği pek çok teknolojinin kullanıldığı gerçektir. Alman- ya gibi ülkelerde rüzgar türbinlerine bağlı enerji santrallerinin kurulmasının ardından yeni enerji yöntemlerinin daha fazla istihdam yarattığı görülmüştür. Nükleer enerji santralleri gibi az sayıda uzmana is-tihdam sağlayan yöntemlerle karşılaştırıldığında ise sorunun politik tercihlerde olduğu daha net anlaşılabilir. Türkiye'nin güneş ve rüzgar açısından verimli olmasına rağmen alternatif enerjilerin neden teşvik edilmediğine cevap bulmak daha da zorlaşır.
Üstelik, doğayı kirleten ya da ekolojik sisteme zarar veren üretim süreçleri sonucu ortaya çıkan malların uluslararası piyasada yer alamaması için çeşitli anlaşmaların yürürlüğe girmeye başladığı bir dünyada, kirli üretim sonucu üretilen malların ne kadar zaman daha ekonomik değere sahip olacakları tartışmalıdır.

ABD en büyük kirletici olduğu halde anlaşmayı imzalamıyorsa Türkiye neden imzalasın?
ABD'de Cumhuriyetçi Parti'nin sağ kanadını temsil eden Bush'un başkan seçilmesiyle birlikte, silah ve petrol lobileri iktidarla daha yakın oldular. En büyük kazanan ABD, neo-liberallerin elinde sistemin değişmesine direniyor. Ancak, ABD eyaletleri, merkezi hükümetin Kyoto'ya imza koymamasına aldırmadan karbon salımlarını kısıtlamak üzere radikal önlemler alıyor. 50 eyaletten 30'u Los Angeles'ı haritadan silen Katrina gibi felaketlerin de durumun ciddiyetini hissettirmesinin ardından, Kyoto'nun öngördüğünden daha ciddi kuralları uygulamaya zaten başlamışlardır.

Türkiye'nin karbon salımı zaten çok azdır, bunun dünyaya ciddi bir etkisi yoktur?
Tüm dünya için hızla yaklaşan felakete dair aci-len önlem alınması gerektiği ve Türkiye'nin de so-rumluluk sahibi olduğu gerçeği yine karşımıza çıkacaktır.
Kyoto'ya hiçbir şekilde taraf olmayan, 25 ülkenin toplam nüfusu 250 milyon civarındadır. Bu 250 mil-yon insanın %28'i Türki-ye'de yaşamaktadır. Geriye kalan nüfusun %24'ü ise ABD işgali altında bulunan Irak ve Afganistan'da yaşamaktadır. Diğer 120 milyon, BM'ye üye olmayan ve çoğu ülke tarafından tanınmayan Tayvan ve nüfusları birkaç yüzbinle birkaç milyon arasında değişen 21 ülke arasında dağıtabilir. 250 milyon insanın yaşadığı bu 25 ülkenin toplam emisyonu yılda 500 milyon tona yakındır ve bu miktarın %60 kadarını tek başına Türkiye salmaktadır. Veriler, Türkiye'nin payının, nüfusu ve ekonomisinin büyüklüğü ile doğru orantılı olduğunu ve ekonomik faaliyetleri için daha çok fosil yakıtları kullandığını ortaya koymaktadır. Aynı verilere göre Türkiye, tüm dünya ülkeleri arasında sera gazı emisyonu en yüksek 22. ülkedir.



Kâr hırsı su krizini çözemez!
Küresel ısınmanın sonuçlarından biri de su krizini derinleştirmesi. Dünyada bir milyar insan temiz suya erişimden, 2,6 milyar insan ise sağlık hizmetlerinden yoksun. Her gün beş bin çocuk kirli su içmenin yarattığı sonuçlar yüzünden ölüyor. Küresel su krizini aşmamız gerektiği ortada. Geçtiğimiz on beş yılda, uluslararası yardım kuruluşları - Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu (IMF) ve zengin hükümetler de dahil - özelleştirmenin küresel su krizine bir çözüm getireceğini öne sürdüler. Yoksul ülkelere, özel şirketlerin, su sistemlerinin iyileşmesi için finansal kazanç ve verimlilik getireceği söylendi. Ancak zaman geçtikçe bu özelleştirme tablosu başarısız oldu. İşte bunun nedenleri:
"Gine, Senegal, Bolivya, Filipinler ve daha pek çok ülkede şirketler, su sistemlerinin kontrolünü ellerine geçirdikten sonra sürekli olarak su faturalarını artırdılar, bu da genellikle suyu yoksullar için satın alınmaz hale getirdi.
"Eğer yoksul aileler su fa-turalarını ödeyemezlerse sistemle bağlantılarının kopması riskiyle karşılaşıyorlar. Güney Afrika'da fatura ödeyeme-yenlerin bağlantılarını kaybetmesi, 2000 yılındaki kolera salgını sırasında bile devam etti.
"Şirketler parayla su sistemleri için yeniden yatırım yapmak yerine kârlarını toplumdan alıp uzaktaki pay sahiplerinin ve şirket yöneticilerinin ceplerine aktarmakta özgürler.
"Özelleştirme sözleşmeleri şeffaflıkta yetersiz ve izlenebilirlikten yoksun.
"Özel şirketler, su boruları sisteminin zaten mevcut olduğu ve karlarını garanti edebilecekleri orta sınıf nüfusa hizmet vermeyi tercih ediyor.
"Sahra Altı Afrika'sı küresel olarak suyla bağlantıya gereksinim duyan insanların yüzde 25'ini oluşturuyor; ancak şu ana kadar özel şirketlerin yatırım vaatlerinin yüzde birini bile alamadılar.
"Kamu finansmanının aksine, şirketlerin kredilerinin daha yüksek faiz oranları var. Bu yüksek fa-izler, tamir, yenileme ve diğer bakım hizmetleri için daha fazla para ödemek zorunda kalan kullanıcının sırtına yükleniyor.
" Su özelleştirmeleri, işten çıkarmalarla ya da çalışanların kazançlarındaki kesintilerle yakından ilgilidir.
Az sayıda personel çalıştırma, müşteri hizmetini ve su kalitesini azaltıyor. Gana'da yüzlerce işçi, bir özel işletmenin su sözleşmesi devam süresi içinde işten çıkarıldı.
"Az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde su özelleştirmesi, eğer yoksul ülke Dünya Bankası'ndan ve IMF'den borç yardımı ya da yardım almak isti-yorsa bir ön koşuldur. Gana'da da su özelleştirmesi, borç yardımı için dayatılan bir koşuldu.

Su Adaleti bildirisinden alınmıştır. Küresel su sorunları ile ilgili daha fazla bilgi için:
www.waterjustice.org


GÖRÜŞ
Parlamento ve sol
İçimde bir his var; bu bağımsız aday işi bu sefer olacak galiba. Kürt bölgelerinde gösterilmesi tartışılan adaylardan değil, batı illerinde 'başka bir dünya' isteyen herkesi temsilen seçimlere katılacak az sayıda adaydan söz ediyorum.
Seçimlerde solun ne yapabileceği çok uzun zamandır tartışılıyor. Geçen seçimlerdeki güdük ve başarısız sol birlik, 10 Aralık hareketi, Günay-Bekaroğlu girişimi ve sonuçsuz kaldığı için kamu bilincine çıkmamış olan daha pek çok tartışma, birlik ihtiyacının ne kadar acil olduğunu ve ne kadar yaygınca hissedildiğini gösteriyor.
Dahası, sol partilerin seçime tek tek girdikleri taktirde yine moral bozucu bir hezimete uğrayacakları açık olduğu gibi, bu partilerin bir araya gelip oluşturacakları geçici bir seçim ittifakının kimseyi heyecanlandırmadığı da açık.
Amaç, mevcut sol ile örgütsüz, partisiz olan ve hiçbir partiyi kendine yakın bulmayan ama uzun zamandır çok çeşitli kampanyalarda, etkinliklerde, eylemlerde kendini gösteren geniş kalabalıkları, yeni nesli, gençleri bir araya getirmek olmalı. Girişim sadece sosyalistlerle sendikalı işçileri değil, iklim değişikliğine karşı eylemlere katılan gençleri, Rock and Coke'a gitmektense Barışarock'a gitmeyi tercih eden on binleri, Küresel BAK'ın çok çeşitli eylemlerine katılmış yüz binleri, türbansız ve türbanlı kadınları da şevke getirmeli, seferber etmeli. Bunu mevcut partilerden hiçbirinin çatısı altında yapmak mümkün değil. Bağımsız adaylar yoluyla ise bunu gerçekleştirmek, en azından kağıt üzerinde, mümkün.
Böylesi bir girişimin başarılı olmasının bir dizi önkoşulu var.
Adaylar, seçilme olasılığının olduğu yerlerde, yani belli bir gücümüzün olduğu yerlerde gösterilmeli. Girişime katılan herkes ve her örgüt veya parti propaganda yapmak için veya kendini göstermek için değil, adayın seçilmesi için olağanüstü bir tempoyla çalışmalı. Seçimlerde başarının tek ölçütü seçilmektir. Sosyalistler için seçimler propaganda platformları olarak anlam ifade edebilir, ama halk için bu fasa fisodur. Önemli olan kimin kazandığıdır.
Aday gösterilen bölgede başka bir sol aday olmamalı, tam bir birlik sergilenmeli. "Sol yine birbiriyle uğraşıyor" izlenimine mahal verilmemeli.
Adaylar, geleneksel sola değil, yeni ve genç kitlelere cazip gelen kişiler olmalı. Kabaca söylersem, 60 yaşında erkek bir sendika başkanı değil, 30 yaşında, SES üyesi bir kadın hemşire olmalı.
Girişim, halkın önüne belki 10, belki 15 maddelik bir talepler/ilkeler listesiyle çıkmalı. İsteyen bu maddelerin içini doldurmak için 2 ciltlik bir manifesto yazabilir, ama kampanya 10-15 maddeyle yürütülmeli.
Ve bu maddeler, başka bir dünya isteyen herkesin hemen ve kolayca anlayacağı, anlaşacağı, onaylayacağı ilkeler içermeli. Devrim talebinin çok gerisinde kalan bu ilkeler, örneğin, parasız eğitim hakkı, parasız sağlık hizmetleri, sınırsız ifade ve örgütlenme özgürlüğü, Kürt sorununa barışçıl çözüm, savaşa hayır, ırkçılığa ve milliyetçiliğe hayır, insan hakları, azınlık hakları ve bu gibi maddelerden ibaret olmalıdır.
Nihayet, böylesi bir girişimin kalıcı bir oluşuma dönüşebileceği en azından umut edilebilmeli. Basit bir seçim taktiği kimseye şevk ve heyecan vermez, kimseyi harekete geçirmez.
Seçilecek tek bir adayın bile parlamentoda ne kadar ses çıkaracağını, tüm muhalefet hareketlerini ne kadar olumlu etkileyeceğini azımsamamak gerek.
Kısacası, biz bu işte varız. Tüm gücümüzle.
Roni Margulies