Sosyalist İşçi 293 (11 Ağustos 2007)

 

Sayfa 4-5: Orta Sayfa


Yeni liberal saldırılar başlayacak, hazır olalım
Zorlu bir mücadele dönemi geliyor
Şeriattı, laiklikti, cumhurbaşkanlığı derken yen, liberal politikaların en keskin uygulayıcısı oyların neredeyse yarısını alarak parlamentoya girdi ve hükümeti kuruyor. AKP karşısında muhalefet eden partiler sürekli olarak gündemi AKP’nin ekonomik uygulamalarından başka konulara çekmeye çalıştılar. Bunun iki nedeni vardı.
Birincisi AKP politikalarının büyük yığınlara güven verici görüntüsüydü. Enflasyonun büyük ölçüde düşmüş olması, gayrı safi milli hasılanın yükselmesi ve dolayısıyla kişi başına düşen milli gelirin artması, ekonominin sürekli büyümesi, büyük bir yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi. Bütün bunları sağcısı ile “solcusu” ile muhalefet başarı olarak algıladı ve bu konularda hükümete karşı çıkmadı.
Ekonomik alanda tek karşı koyuş bazı özelleştirmelerde alıcının yabancı ve hatta (!) Ermeni olmasıydı. Yani gene ekonomik politikanın eleştirilmesi yerine milliyetçilik kaşındı.
Muhalefetin AKP politikalarını eleştirmemesinin ikinci nedeni ise kendilerinin de aynı politikaları savunuyor olmalarıydı. CHP parlamentoda AKP’nin bütün “reform” yasalarına ıonay verirken, MHP, bir önceki dönemde aynı politikaların başarısız, beceriksiz uygulayıcısıydı. Ve zaten her ikisi de seçim kampanyaları boyunca IMF’ye, Dünya Bankası’ba bağlı olduklarını, AKP’nin ekonomik politikalarını uygulayacaklarını söylediler. MHP zaman zaman “dıi mihraklı” bir örgütlenme olduğu için IMF’ye karşı çıkıyor görünmesine rağmen bu söylemin sahte olduğuher tarafından belliydi.
Öte yandan sosyalist soldan gelen bütün itirazlara rağmen büyükyığınlar AKP’nin bir dizi “reformunu” başarılı bularak benimsemişti. Örneğin “sağlık reformu” bunlardan birisi.
AKP’nin SSK’lılar için ilaç alını kolaylaştırmış olması, hastaların işstedikleri hastaneye gidebilmesi, sağlık ocaklarının ilk bakışta parasız gibi görünmesi, aile hekimliği ile her kesin bir “özel” doktorunun olacağının sanılması vb. büyük yığınları kazandı.
Bu önlemlerin hepsi AKP tarafından topluma iyi sunuldu ve diğer taraftan da hepsi birer ilk adım. Önümüzdeki dönemde şimdiden uçlarını görmeye başladığımız sonuçları ile çok daha ciddi boyutlu olarak karşılaşacağız.
Muhalefetin yanı sıra sosyalist sol ve sendika hareketi de geçtiğimiz dönemde AKP’nin yeni liberal politiklarına karşı başarılı bir muhalefet sürdüremedi.
Daha çok günü kurtardığı düşünülen eylemlerle AKP politikalarına karşı çıkıldı. Hamasi bir söylemle zayıf, etkisiz bir propaganda yapıldı. Sendikaların, kitle örgütlerinin gerçek gücü hareketegeçirilmedi. Bunun sonucunda AKP hükümeti istediği yasaları, önlemleri hemen hemen hiçbir muhalefetle karşılaşmadan gerçekleştirebildi.
Özelleştirmelere karşı muhalefet çalışanların ve özselleştirilen kurumların ürünlerini/hizmetlerini kullanacak olanların karşılaşacakları temelinde değil de milliyetçilik temelinde inşa edildi. Sanki bir işletmenin sahibinin Türk ya da Ermeni veya Alman olması sonucu değiştirecekmiş gibi. Emekçiler bu karşı koyuşu ciddiye almadılar. Çünkü emekçiler kendi yaşam pratiklerinden biliyorlar ki patronun ulusu yoktur. Türk veya Alman, patron emekçiyi soyar.
Özelleştirmelere karşı çıkan bir kısım sosyalist bu en basit gerçeği göremedi. Ve özelleştirmelere karşı muhalafet esas olarak milliyetçilere yaradı. Milliyetçilik sola hiçbir şey kazandırmadığı gibi kaybettirirken MHP bu süreçten kazanımla çıktı.
“Sağlık treformu”na ise ciddi bir direniş yapılmadı. Oysa çok ama çok büyük bir direniş potansiyeli vardı. İzmir’de yapılan referanduma 500 bin kişinin katılarak (İzmir nüfusunun yüzde 20’si) hayır oyu vermiş olması bunun göstergesidir. Ancak sendikalar ve sol muhalefet bu büyük potansiyeli değerlendiremedi.
Oysa sadece sağlıkta yer alan sendikalar ve odalar bile tüm örgütlerini uzun süreli bir mücadeleye soksalar çok önemli bir karşı koyuş örgütlenebilirdi.
SES ve Tabibler Odası’nın yüzlerce şubesinin bir yıllık bir kampanya ile binlerce toplantı yaparak 10 bnilerce ve 10 binlerce inasını hareketegeçirmesi mümkündü. Bu onbinler milyonlarca ve milyonlarca bildiri ile sağlıkta dönen oyunu en ayrıntılı bir biçimde toplumun geniş kesimlerine anlatabilirdi. Ardından tüm sendikal hareket toplantılar ve bildirilerle mücadeleye katılırdı. Türkiye’den yaşayan herkese bir-iki bildiri iletilmiş olurdu. Her 100 kişiden biriş bir sağlık reformuna hayır toplantısına katılmış olurdu ve böylesi bir mücadeleden sonra gerçekleşecek direniş, gösteriler ve olası bir grev son derece güçlü ve etkin olurdu.
Ne yazık ki bütün bunlar yapılamadı ve AKP hükümeti direnişsiz, karşı koyuşsuz bir ortamda politikalarını hayata geçirdi.
Önümüzdeki dönemde AKP’nin çok daha cesur bir biçimde yeni liberal politikaları hayata geçireceğini akıldan çıkarmamak gerekir.
Şimdi yeniden yaygın, güçlü, yığınsal bir karşıkoyuşa hazırlanmak gerekir.
Bunun için ilk önce sol sekter tutumlarıbir yana bırakmak gerekiyor. Propoganda ve protesto için değil kazanmak için mücadeleye hazırlanmak gerekiyor.
Bu, herşeyden önce uzun süreli ve çok insanı kapsayan, aşağıdan yükselen, tabanın inisiyatifinin çok yğksek olduğu kamapanyaların örgütlenmesi demektir.
Hükümetin her yeni “reform” paketine karşı iyi hazırlanmış malzemelerle çıkamk gerekiyor. Bunu binlerce, onbinlerce toplantı ile topluma anlatmak gerekiyor. Her yerde direniş birimlerinin kurulması talep edilmeli. Milyonlarca ve milyonlarca bildiri ile “reform paketi” teşhir edilmeli. Emekçiler uyarılmalı. İşte ancak böylece AKP’nin yeni liberal saldırıları durdurulabilir ve gerçek bir muhalefet ortaya çıkabilir.
Şimdi yeniş avantajlarımız var. TBMM’de DTP grubumuz var. Solun sesi olarak Ufuk Uras var. Ufuk Uras ve Baskın Oran kampanyalarının deney birikimi var.
Öte yandan meclisin içinde CHP, MHP ve DSP açık ki gene bir önceki dönemin muhalefetini sürdürecekler. Milliyetçiliği yükseltmeye, AKP’yi şeriatçı olmakla suçlamaya çalışacaklar. Yani, gündemi saptırmaya, emekçileri bölmeye ve şaşırtmaya çalışacaklar. Açık ki sosyalist solun bir ksımı bugüne kadar onlarla birlikte attıkları adımları devam ettirecekler. Onlar “sürürden ayrılanlar”dır.
Bu tarafta, ırkçılığa, milliyetçiliğe, yeni liberalizme, savaşa, baskı politikalarına, cinsiyetçiliğe, homofobiye, küresel ısınmaya karşı olanlar, yani gerçek muhalefet artık çok daha hızlı örgütlenmelidir. 22 Temmuz seçimleri bunun ne kadar gerekli olduğunu gösterdi.
Baskın Oran ve Ufuk Uras kampanyaları sadece bu iki adayın bölgelerinde değil bütün ülke çapında bir heyecan yarattı. Herkes bu iki adayın kampanyasına baktı. Baskın Oran kampanyasının örgütlü solun DSİP hariç hiçbir örgütünün desteğini almamış olmasına rağmen ne kadar çok insanı harekete geçirmiş olduğu ortada. Binlerce kişi Baksın Oran lkampanyasına az ya da çok emekleriyle destek verdiler. Ülke çapında benzer bir gelişme olası.
Ufuk Uras kampanyası elde edilen başarı ile gene bütün ülkede heyecan yarattı. Bu heyecanın sönmesine müsade edilemez.
Ufuk Uras sadece bir parçası olarak seçimlere katıldığı Bin Umut Kampanyası’nın veya üyesi ve genel başkanı olduğu ÖDP’nin kazanımı değil. O çok ama çok daha geniş bir kesimin desteğini kazandı. Çok daha geniş bir kesimi temsil ediyor.
Önümüzdeki dönemde yeni liberalizme karşı mücadelede seçimlerde yaratılan havanın çok büyük bir rolü olacak. Artık düne oranla daha güçlüyüz. Üstelik sağ ve solda yeraldığını düşünen sağ 22 Temmuz’dan yenilerek çıktı. Bu nedenle bir kere daha güçlüyüz. Kazanabiliriz ve kazanacağız.


8 Aralık Ankara
Kazanmanın
ilk adımı

Küresel Eylem Grubu 8 Aralık’ta küresel ısınmaya ve nükleer santrallar yapılmasına karşı gösteri yapmak için Ankara’ya gidiyor.
KEG, küresel ısınmaya karşı hükümetten Kyoto anlaşmasını imzalamasını nükleer santral yapımına ilişkin yasanın geri çekilmesini isti-yor.
KEG daha önce de 3 Aralık 2005’de İstanbul ve İzmir’de, 4 kasım 2006’da ve 28 Nisan 2007’de İstanbul’da küresel ısınmaya ve nükleer santrallara karşı gösteriler yapmıştı. Her gösteri bir öncekinden daha büyük olmuştu ve 28 Nisan 2007’de yapılan gösteriye 15 bin kişi katılmıştı.
8 Aralık küresel ısınmaya karşı uluslararası mücadele günü. KEG’in de bir parçası olduğu uluslararası hareket bütün dünyada gösteriler yapacak.
Türkiye’de KEG sadece küreselısınmayı ve nükleer santraller yapımını protesto etmiyor. Somut amaçları var ve kazanmak için harekete geçti. Nükleer santraller yasasını geri çektirmek ve hükümetin Kyoto anlaşmasını imzalaması somut hedefler.
8 Aralık’ta Ankara’da yapılacak olan gösteri bu somut hedefleri kazanmak açısından çok önemli.
28 Nisan öncesinde KEG 100 binlerce bildiri dağıttı. Yüzlerce stant açtı. Yüze yakın toplantı gerçekleştirdi. Bud efa hedefler çokdaha büyük. Üniversitelerde, liselerde, sendikalarda, işyerlerinde binlerce toplantı yapılacak. Milyonlarca bildiri dağıtılacak. Küresel ısınmanın antikapitalist bir mücadele olduğu vurgulanacak.
Türkiye’nin heryerinden Ankara’ya gelinecek. 28 Nisan eylemine karadeniz’den, Tunceli’den, Maraş’dan köylüler gelmiştiç Bu kez çok daha büyük bir katılım bekleniyor.
8 Aralık günü Ankara büyük bir gösteri ile karşı karşıya gelecek. AKP hükümeti önümüzdeki 5 yıl içinde nasıl bir muhalefetle karşı karşıya olduğunu anlayacak.
Umuyoruz, parlamentodaki seslerimiz taleplerimizi orada da dile getirecekler. Bütün Türkiye’ye muhalefetin gücünü göstereceğiz.
Kolları sıvayalım, işe başlayalım.


Dünya ekonomisi uçurumun kenarında mı?
Son on yıldır dünya ekonomisi ucuz kredi denizinde seyretmekte. Son dönemde dünya borsalarındaki keskin düşüşler belki de mali piyasaların artık bu dönemin sonuna gelindiğini fark etmelerinin işaretidir.
Ucuz kredi herşeyden önce belli başlı büyük kapitalist ülkelerin merkez bankalarının tutumlarının ürünü. 2000-1 sarsınıtısından ve ardından gelen 11 Eylül saldırısının üzerine ABD merkez bankası faiz oranlarını çok büyük çlçüde düşürmüştü.
Bu, ABD ekonomisinin yeniden hareketlenmesine yol açtı. Aynı politika diğer taraftan ABD kapitalizmini derin bir mali spekülasyonun içine itti.
Spekülasyon borsalardan konut pazarına geçti. Düşük faiz konut fiatlarını arttırdı. Konut sahipleri yükselen konut fiyatları nedeni ile daha çok borçlanmaya ve daha çok harcamaya başladılar.
Bu yükselen harcamaların çoğu Çin’den ithal edilen ucuz tüketim mallarına gitti. Bu senenin başında Çin’in döviz stoku 1.2 trilyon dolardı. Bu dolarların çoğu Çin ABD hükümet tahvilleri satın aldığı için tekrar ABD’ye dönüyordu. Çin’in ABD tahvilleri alması ABD’de spekülasyonu hızlandırıyordu.
Yatırım bankaları ve büyük fonlar bu ucuz krediden büyükkarlar elde ettiler. Kötü kredi notu olan yoksullara kredi vermeye başladılar. Ucuz faizle borçlanarak yeni şirketler almaya başladılar. Bu iki yeni pazar oldukça riskliydi. Bu nedenle spekülatörler riski yaymak için yeni mali araçlar yarattılar. Ne var ki bu yeni araçlar da riskliydi. Eğer işler kötü gitmeye başlarsa bu yeniş araçlar da istikrarsızlığı yayacaklardı. Merkez bankaları bunu sık sık öne sürdüler.
Henry Maxey adlı bir yatırım analisti Financial Times’a yazdığı bir yazıda “artık merkez bankalarının ve tüm bankacılık sisteminin kredi mekanizmalarını kontrol etmediğini yazıyordu.”
Krediler devasa boyutlarda yatırım fonları tarafından yaratılıyordu ve bu yatırım fonları ekonomiye para pompalıyordu. Ama Maxey’in yazdığı gibi “bu banka dışı kurumların oluşturduğu nakit kurursa büyük ekonomik sonuçlarıolacak olan bir kredi şoku yaşanır.”
İşte şimdi bu oluyor. Merkez bankaları faiz ornalarını arttırmaya başlayınca “kredi şonu” yaşanmaya başladı. Merkez bankaları enflasyonun artmasından korkuyordu. Yüksek ekonomik gelişme daha fazla ham madde ve gıda iht,iyacını ortaya çıkardı.
İngiltere ve ve biraz daha ihtiyatlı bir biçimde Amerika merkez bankaları ekonomiyi yavaşlatmak umuduyla faizleri arttıdılar.
ABD merkez bankasının ihtiyatına rağmen geçen yaz bazı piyasalar çökmeye başladı. ABD konut pazarı ve imnşaat sektörü durgunluğa girdi. federal Reserve’in (ABD Merkez bankası) başkanı Ben Bernanke bunun yerel bir olay oldupunu ve bütün ekonomiyi etkilemeyeceğini söyledi. Son haftalarda bu söylediklerini yalamak zorunda kaldı. Dönüm noktası Wall Street’in önemli yatırım bankalarından Bear Sterns’in iki fonunun çok kötü durumda olduğunu açıklaması oldu.
Şirketler birden bire artık para bulmanın çok zor ve çok pahalı olmaya başladığını farkettiler. Geçen Cumartesi günü Financial Times “Artık mali pazarlara korku hakim” diye yazıyordu.
Bu durumda uzun bir süredir artan hisse senetleri düşmeye başladı.
Şimdi spekülasyon makinasının ani duraklamasının gerçek ekonomiyi ne kadar etkileyeceğini göreceğiz. Eğer etkilerse o vakik kriz kapıda demektir.
Alex Callinicos

GÖRÜŞ
Ne çelişkisi yahu?
"Bu yardım paketi, bölgedeki ılımlı güçlere destek olacak ve El Kaide, Hizbullah, Suriye ve İran'ın olumsuz etkilerine karşı durma stratejimizi güçlendirecektir" dedi ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice.
Sözünü ettiği paket, Washington'un Temmuz sonunda açıkladığı Ortadoğu ülkelerine askeri yardım paketi. Paket, önümüzdeki 10 yıl içinde, Mısır'a 10 milyar dolar, Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Umman ve Birleşik Arab Emirlikleri'ne 20 milyar dolar, İsrail'e 30 milyar dolar askeri yardım içeriyor. Toplam 60 milyar dolar!
Yardım paketi, Clinton yönetimiyle 1998'de imzalanan anlaşma uyarınca İsrail'in şu anda almakta olduğu yıllık $2,4 milyarlık yardımı yılda $3 milyara yükseltiyor.
Paket, Rice ile Savunma Bakanı Robert Gates'in Mısır ve Suudi Arabistan'ı ziyaret etmek üzere yola çıkmalarından birkaç saat önce açıklandı. Ziyaretin resmi amacı, bu ülkelerin "Irak'ta barış ve istikrar" yaratma çabalarına daha fazla katkıda bulunmalarını sağlamak.
Rice'a göre, "Mısır ve Suudi Arabistan silahlı kuvvetlerinin modernizasyonu, ortaklarımızın radikalizm tehlikesini göğüslemek kararlılığını güçlendirecek ve Ortadoğu'da barış arama sürecinde oynadıkları bölgesel lider rolünü pekiştirecektir".
Amerika'nın bölgede ne kadar barışçıl amaçları olduğunu zaten biliyoruz, çünkü 16 Temmuz'da George W. Bush Eylül ayında uluslararası bir 'Ortadoğu Barış Süreci Konferansı' yapılmasını önerdi!
Benim en çok dikkatimi çeken ise şu oldu: Devlet Bakanı Nicholas Burns bir gazetecinin sorusuna cevaben, yaygın insan hakları ihlallerinin bizzat ABD kurumlarınca belgelenmiş olduğu Suudi Arabistan ve Mısır'a yapılan yardım ile Bush yönetiminin bölgede "demokrasiyi güçlendirme" amacı arasında herhangi bir çelişki olmadığını belirtti.
Gazeteci sormamış, ama Kuveyt, Katar, Bahreyn, Umman ve Birleşik Arab Emirlikleri de zaten demokrasi cennetleri olduğu için, bu ülkelere verilen yardımın da çelişkili bir yönü yoktur kuşkusuz.
Dünya petrollerinin yarısının üzerinde oturan, bu hammaddeyi kendi ceplerini doldurmak için kullanan ve zaten dünyanın en zengin ailesi olan Suudi Kraliyet ailesine 20 milyar dolar vermek çelişkili veya garip bir davranış mıdır? Herhalde değildir.
Ortadoğunun en donanımlı ve dünyanın sayılı ordularından birine sahip olan İsrail'e silah alması için yılda $3 milyar dolar vermekte bir gariplik var mıdır? Yoktur herhalde.
Mısır'a M60A3 ve M1A1 Abrams tankları verirken, aynı paket dahilinde İsrail'e bu tankları imha edebilen TOW-2A ve Hellfire (Cehennem Ateşi) anti-tank silahlarını vermek; Suudi Arabistan'a McDonnell Douglas F-15 uçakları verirken, İsrail'e bu uçakları düşürmek için Sidewinder ve Sparrow havadan havaya roketleri, Hawk ve Stinger yerden havaya roketleri vermek tuhaf mıdır? Değildir.
Amerika'da nüfusun önemli bir kısmı sağlık sigortasından yoksunken, her bir Amerikalının cebinden 250 dolar alıp bu parayı Ortadoğuda zaten devasa ordulara sahip devletlere daha da devasa ordulara sahip olmaları için vermek çelişkili ve garip bir siyaset midir? Yoo.
Dünyada her gün 5.000 çocuk temiz su bulamadığı için ölürken, dişinden tırnağına silahlı devletlere silah almaları için bir 60 milyar dolar daha vermek anlamlı mıdır? Anlamlıdır.
Amerika'nın Ortadoğu siyaseti başarılı mıdır? Başarıdan başarıya koşmaktadır.
Kapitalizm akılcı ve makul bir sistem midir? Elbette.
Roni Margulies