Sosyalist İşçi 293 (11 Ağustos 2007)

 

Sayfa 6 :


Dünya yoksa devrim de yok
Mor ve Ötesi’nden Kerem Kabadayı Mor ve Ötesi’nin bataristi. Ama o aynı zamanda antikapitalist hareketin bir aktivisti. Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu’nda, küresel Eylem Grubu’nda çalışıyor. Son olarak 22 Temmuz 2007 seçimlerinde İstanbul bağımsız adayları Ufuk Uras ve Baskın Oran’ı destekledi.
Kerem Kabadayı Sosyalist İşçi’nin sorularını yanıtladı. Aslında bu sorulara Kerem’in yanıtlarını seçimlerden önce yayınlamakistiyorduk ama bir dizi aksilik yüzeünden ancak şimdi yayınlayabiliyoruz. Kerem’den ve okurlarımızdan özür dileriz.

1. 23 Temmuz sabahı yeni bir parlamento ile karşılaşacağız. Toplumsal muhalefet uzun bir aradan sonra bağımsız milletvekilleriyle orada olacak. Önümüzdeki dönemi nasıl görüyorsun?

- Şimdiye kadar AKP'nin neoliberal yıkım politikalarına karşı hiç ses çıkartmamış kesimler, bugün ulusalcılık, laiklik veya milliyetçilik kandırmalarıyla, MHP-CHP gibi kan dökmeye yeminli bir savaş koalisyonundan medet umuyor. Sağlıkta, eğitimde, kültürde, sosyal politikalarda yıkım kapıda derken, ırak işgaline karşı çıkarken, türkiye'nin ırak'ta yaşanan katliama karşı çıkarken ne kadar haklı olduğumuzu ne yazık ki hep beraber gördük. Toplumsal muhalefetin sokaktaki tabanından güç alan, her biri tek başına yüzbinlerce insanı hakkıyla temsil edecek bağımsız adaylarımız, meclise yeni ve özgürlükçü bir ses getirerek, bizleri bir kere daha haklı çıkaracak bence.
Cumhurbaşkanlığı seçimi ve e-muhtıra ile ortaya çıkan parlemento krizi, bana ırak işgali öncesinde mecliste yaşanan sarsıntıyı hatırlatıyor. O zamanlar, 1 Mart tezkeresini meclisten geçirmesine kesin gözüyle bakılan AKP'nin başarısızlığının ardından, bu sefer 1 Mart'ın rövanşını almak üzere milliyetçi-ulusalcı, kutsal devletçi bir sağ koalisyon yapısı topluma dayatılıyor. Türkiye'deki savaş karşıtı hareketin 1 Mart zaferinin bir benzerini, Kuzey Irak'a yapılmak istenen askeri operasyona karşı duruşumuzda da kazanmak için, önümüzdeki aylarda, bağımsız adaylar aracılığıyla meclis içersinde, ama asıl her zaman olduğu gibi sokaklarda, savaş ve işgal karşıtı kampanyalarımızı iyice güçlendirip sesimizi tüm topluma duyurmak için çok çalışmamız gerekecek.

2. Bağımsız adaylar Mehmet Ufuk Uras ve Baskın Oran için kampanyalar bir çok insanı harekete geçirdi. Yerel inisiyatifler ortaya çıktı, herhangi bir partiye üye olmayan yüzlerce insan kampanyaların motor gücü oldu. Yoksa bütün bunlar Türkiye'de yeni bir solun ayak sesleri mi?

Türkiye'de sosyalist mücadelenin çatışmalar ve parçalanmalarla dolu geleneğinin yeni kuşaklarca da içselleştirilerek aktarılması, geçmiş kavgaların da aşılmasına engel oluyor; sonuç olarak gölgesiyle kavga eden klasik sol anlayış da, geçmişteki gücünün bir parodisi olmanın ötesine uzun süredir geçemiyor. Ancak, solun iç mücadelesinin tarihi değil, gerici ve silahlı sermayeye karşı mücadelenin geleneğinden güç alıp, bugünün koşullarıyla konum alabilenler, özellikle Irak işgaliyle beraber yoğunlaşan mücadelede yeni bir muhalefetin inşasının mümkün olduğunu gören kampanyalar, "sokağa çıkanın başını ezerler" edebiyatını yırtıp atan genç insanlarla giderek daha kitlesel biçimde örgütleniyor. Kapıya bir parti tabelası asıp, ardından içini doldurmaya çalışmak yerine, aktivist kitleleri tarafından yürütülen hareketlerin, solda gerçekçi, dinamik ve kitlesel bir toparlanmanın sinyalleri olabileceğini düşünüyorum.

3. Ezberleri bozmak gerek. Baskın Oran'ın bu çağrısı, bir çok aktivistin mücadelesini tanımlar oldu. Sen, bir aktivist olarak, öncelikle hangi ezberi bozmak istersin?
Ezber, yanlış bilinç üretir. öncelikle bu tespiti yapmak lazım. Bence burjuva ideolojisinin en yaygın ve kendini en iyi gizleyen ezberi, doğal olan ile kültürel olan arasındaki ayrımı ortadan kaldırmaya çalışması. Bir örnek vereyim hemen; hiçbir türk asker doğmaz; ancak, elbet bir gün asker yapılır. asker doğulmaz, olunur, mesela.
Osmanlı'dan Cumhuriyet'e geçişte, ortada ulus olmadan ulus-devlet kurma projesinin faturası tüm topluma kesilmiş, ancak hesaplar onca yıl sonra hala kapatılamamış. Tüm baskılara ve saldırılara rağmen "Ne mozaiği ulan, mermer!" sözü gerçek olmaktan -neyse ki- hala çok uzak. Ucu, örtülü faşizme kadar varan, devlet ile toplumun aynı şey olduğu ezberi bence öncelikle kırılmalıdır. Kapitalist toplumda devleti doğru yere oturtmadıkça "ulus-devletin" de sadece burjuvazi tarafından belirlenmiş bir üretim-tüketim ölçeği olduğu görülemez. Bugün kendini soldaymış gibi gösteren ulusalcılar ve kendine "yurtsever" diyen milliyetçi komünistlerimiz, küreselleşen finans sermayesine karşı gerici bir tutum alıyorlar. Ne yazık ki, küresel düşünebilen ve hiyerarşi kurmadan örgütlenebilen her muhalif sesi "Sorosçu" ilan edenlerin ifşa ettikleri tek gerçek, bu milliyetçi, gerici kafaların, Soros'un hayaletine herkesten çok muhtaç olduklarıdır. Kapitalist ulus-devletin temelindeki ezberler, demek ki sağ - sol tanımayabiliyor, bu yüzden de zaten bu kadar tehlikeli.

4. Küresel kapitalizm insanlığı tam gaz felakete sürüklerken sosyalizm nerede duruyor? 21 yüzyılın sosyalizmi sence bayrağına neleri yazmalı?

Çevreyi dönüştürmek, insanı doğaya hakim kılmak, modernitenin olmazsa olmazlarından, faust'u günümüzde bile hayatta tutan ana olgu. Hugh Stretton, "Socialism, Capitalism, and the Environment" adlı kitabında reel sosyalizmin de, kalkınma ve doğaya tahakküm hırsıyla, en az kapitalist endüstrileşme kadar doğaya düşman hale gelebildiğini örneklerle gösteriyor. Yapılı ve doğal çevrenin kapitalist dünya düzeni içerisinde nasıl sömürülüp daha fazla kar amacıyla nasıl da vahşice yok edildiği gözler önüne serilmekteyken, sosyalizmin programında çevre düşmanlığına karşı net bir tavır ortaya koymak gerekiyor.
Sermaye birikimi döngüsünü daha verimli kılmak amacıyla kapitalist modernite, katı olan herşeyi buharlaştırmayı kendine bir amaç edindiğine göre, belki de katıyı yeniden tanımlamanın zamanı gelmiştir. Küresel ısınma, katı, sıvı, ne varsa buharlaştırırken, Marx'ın "katılarının" modern sahiplenicileri olan muhafazakarlar, sermaye ile çiftleşip nükleer santraller kurmak, orman arazilerini satmak, tarım arazilerine fabrikalar dikmek yoluna giderken, sosyalizmin, alternatif enerjiden, ekolojik dengeden ve sürdürülebilir bir toplumsal düzenden bahsetmesi çok önemli. Yeni insanın devralacağı yaşanılabilir bir dünyanın kalmadığı durumda, sosyalist devrim daha gerçekleşmeden kaybedilmiş sayılmaz mı zaten? Bu yüzden, belki de yakında bayrağa "dünya yoksa, devrim de yok" yazmak gerekecek.
Röportajı yapan
Volkan AKYILDIRIM



Engin Ardıç'ı keşfetmenizi öneririm
Özellikle 90'ların başında fazlasıyla popülerleşen Engin Ardıç genel olarak sol kesimin antipatisini çekmiş bir insandı. Aşırı liberal ve Özal yanlısı bulunan tutumu yüzünden sevilmezdi. Hâlâ muhafaza ettiği ama günümüzde geçmişe nazaran daha bir tatlılıkla harmanladığı sivri üslubu bile başlı başına tepki görürdü. Hatırlıyorum da, bir keresinde televizyonda SHP'ye Sosyal Hırsızlar Partisi demiş ve hakkında dava açılmıştı.
Neden sonra popülaritesi azaldı. Aradan epey zaman geçti ve Akşam gazetesinde Serdar Turgut tarafından kendisine köşe verildi (sanırım 2005 başında). O zamandan beri yazılarını bayılarak okuduğum Ardıç'ta ilginç bir solculaşma eğilimi seziyorum. Olgunluk dönemini yaşayan ve "kafasında herşeyi yerli yerine oturtmuş" bir entellektüelin engin birikimini özgürce yansıttığı yazılar söz konusu. Özgürce diyorum, çünkü belli ki Ardıç'ın "karışanı" yok, içinden geldiği gibi yazıyor.
Solculaşma meselesini açayım… Ardıç yazılarını sınıfsal analizlere dayandırıyor, tarih üzerine yazarken de tarihsel materyalizm anlayışını gözetiyor. Geç Osmanlı döneminden bugünün Türkiyesi'ne 'değişim'i sınıflar arası çelişki ve mücadelelere bağlıyor. Hem bundan ötürü, hem de entellektüel birikimi itibariyle 'sol'un ne olup olmadığını gayet iyi bildiği için, Türk siyasetindeki ana damarlardan milliyetçi (ulusalcı)-kemalist-bürokratik fikriyatın aslında zannedildiği gibi "sol" falan olmadığını netçe ortaya koyuyor. Örneğin, şu satırlar 25 Temmuz tarihli yazısından: "CHP bir memur partisidir. Devletin partisidir, bürokrasinin partisidir. Bürokratik oligarşinin partisidir. Yani, adında halk kelimesi geçen parti, halkın partisi değildir".
Engin Ardıç'ın Türkiye'de olup bitenlere ışık tutan analizlerinden bahsettim, ama bunu da aşan bir marksistleşme de söz konusu sanki. Bu durumu ilk bakışta görmek mümkün değil, ama yazılarını sürekli takip edenler satır aralarından bunu sezebilir. Hatta bazen satır aralarından satırlara atlayan ifadeler de oluyor. Mesela Star gazetesi yazarı Ahmet Kekeç seçimlerde oy vereceği partinin Ahrar Fırkası (2. Meşrutiyet döneminin İttihatçı karşıtı liberal muhalefet partisi) olduğunu açıklayınca Engin Ardıç da Osmanlı Sosyalist Fırkası'na oy vereceğini yazdı. Dedesinin partisiymiş, rahmetli (yanlış hatırlamıyorsam) tersanede tornacıymış.
Ardıç'ın her yazdığına katılmayabiliriz, ama tabulara vurmayı iş edinmiş bu aydını Türkiye gerçeklerini anlamak için takip etmenizi öneririm. Basına ve özellikle de köşe yazarı oligarşisine verdiği "Nasıl demokrat olunur?" dersleri de ziyadesiyle keyifli.
Burak COP