Sosyalist İşçi 317 (21 Mart 2008)

 

Sayfa 5 :


Irkçılık, cinsiyetçilik ve ABD seçimleri

George Bush, ABD başkanı olarak, bize “terörle savaşı”nı ve beraberindeki bütün bu katliamı, ırkçı ayrımcılığı ve işgali getirmiştir. Sonunda onun Beyaz Saray’daki ofisini terk edeceğini göreceğimiz Kasım’daki seçimlerin büyük heyecan yarattığı şüphesiz.
Demokrat Parti’nin başkan adayları Barack Obama ile Hillary Clinton arasındaki sıkı rekabet de bu heyecanın merkezi durumunda. Öyle görünüyor ki ilk defa, 2008 seçimleri ile bir siyah ya da kadın başkan olasılığı gündemde.
Kök salmış sıkıntı ve baskı ile mücadele açısından bu, bazı soruları da beraberinde getiriyor. Irkçılık ve cinsiyetçiliğin her ikisi de kapitalizme özgüdür ve sol kesimden bazılarının Clinton – Obama yarışını bir “kazan-kazan durumu” olarak görmelerine neden olmaktadır.
Bu tartışmada küçük bir gerçeklik payı var. 1950’lerdeki ABD Sivil Haklar Hareketi ile başlayan ve yıllarca süren mücadele olmasaydı, Beyaz Saray’ın beyaz olmaktan başka bir özelliği olmazdı.
Liberal bir demokraside siyasi bir mevkiye seçilmek bir kadın için, sadece ABD için değil, kuraldan ziyade hâlâ bir istisna. Eğitimde, işte ve üretimdeki cinsiyetçi engellerle mücadele eden kadın hareketleri olmasaydı bir kadın başkanlık koltuğunda düşünülemezdi bile.
Öte yandan Demokratların liderliğinin cinsiyetini ya da rengini değiştirmek, bu şirket ve asker yanlısı partinin yapısını değiştirmeyecektir. İki adayın bu konularla ilgili söylediklerine - sadece Irak’taki durum değil “terörle savaş” hakkındaki görüşleri de dahil - bir göz atmak bunu netleştirecektir.
Foreign Policy in Focus Orta Doğu editörü Stephen Zunes diyor ki, “Kamuoyu yoklamaları sürekli olarak gösteriyor ki Amerikalıların çoğunluğu Irak’ın en önemli sorun olduğuna, ABD’nin bu ülkeyi işgalinin yanlış olduğuna ve tüm birliklerini derhal oradan geri çekmesi gerektiğine inanıyor. Buna rağmen, sadece son günlerde bu savaşı eleştirmeye başlayan Hillary Clinton bu işgalin keskin bir savunucusu olmuştur.”
Duruş
Obama, ABD’nin Irak’a ilk saldırısı aleyhinde oy kullandı ve hâlâ bu savaşa karşı çıkmaya devam ediyor. Ancak siciline bakılırsa pek anti-emperyalist sayılmaz. Kendisi, ilk işgalden sonra, ABD’nin Irak’taki varlığını sürdürmesi lehine pek çok kararı desteklemişti.
Obama Irak’ta uzun süreli bir ABD işgali görmek istiyor ve Afganistan’daki savaşı da destekliyor – öyle ki kendisi daha fazla ABD birliğinin orada konuşlanması çağrısında bulunmuştur. Chicago Tribune ile yaptığı bir röportajında Obama, “terörle savaş”ın bir parçası olan İran ve Afganistan’daki ABD askeri saldırılarının durdurulmasını keskin bir şekilde reddetmiştir.
Clinton da Obama da dev şirketlerce desteklenmekte ve her ikisinin de kampanyalarını finanse edebilmesi bunlara bağlı.
ABD ve dünya politikaları ile ilgili tüm önemli konularda Clinton ve Obama’nın benzer yanlarının farklılıklarından fazla olduğu görülüyor. Aralarında o kadar az kalıcı farklılık var ki kişilik ve kimlik, özellikle de ırk ve cinsiyet konuları öne çıkıyor.
Clinton Ocak ayında yaptığı bir açıklamada, “Başkan Lyndon Johnson 1964 tarihli Sivil Haklar Yasası’nı onayladığında Martin Luther King’in hayali gerçekleşmeye başladı. Bunu bir başkan yaptı.” derken, ırkçılığın ABD politikalarında hemen yüzeyin altında kaldığını ifade etmiştir.
Beyaz bir başkanın, hayatını siyah Amerikalılara en temel demokratik olanakları kazandırmak için mücadele etmekle geçiren siyah Sivil Haklar liderinden daha kayda değer olduğu kanısı, ABD’deki siyah insanlar tarafından bir hakaret olarak görüldü.
Peki ya Obama? O Kralın veliahtı olduğunu iddia ediyor ama böyle bir karşılaştırmayı hak etmiyor. Obama “seçilebilir” görülüyor çünkü birlik görüntüsü çiziyor ve vatansever. “Öfkeli” de değil. Sadece destek sağlayabileceği durumlarda seçmenlere siyah olduğunu hatırlatıyor.
Feminist hareketin bazı kesimleri popüler uzmanları taklit ediyor, Clinton/Obama yarışını kullanarak kadınların basıncına çok dar ve bölücü bir bakış açısı getiriyor ve bu da ırkçıların ekmeğine yağ sürüyor. Örneğin 1960’lardaki kadın hareketinin kurucusu ve iyi bilinen bir liberal feminist olan Gloria Steinem New York Times’ta şöyle yazmıştı:
“Siyah erkekler herhangi bir ırkın kadınlarının oy kullanabilmesinden yarım yüzyıl önce seçilme hakkını elde etmiş ve ordudan yönetime kadar her yerde kadınlardan önce konumlarını yükseltmişlerdir.”
Bir baskı biçimini diğeri karşısında küçümseyen bu gibi argümanlar kaçınılmaz olarak ırkçılığa varıyor.
Steinem’a karşı çıkan feministler de var. Princeton Üniversitesi’nde Afrikan-Amerikan çalışmaları yürüten Prof. Melissa Harris-Lacewell, Steinem’ın ABD’de oyun gerçek tarihini görmezden geldiğine işaret ediyor. Siyah erkekler yasal oy kullanma hakkını elde etmiş olabilir, ama “bu hakkı gerçekten kullanmaya her çalıştıklarında düzenli olarak linç edildiler”.
Yanlış tartışma
Sosyalistler ve ırkçılığa, cinsiyetçiliğe ve kapitalizme karşı çıkan diğerleri cinsiyeti ırkın karşısına yerleştiren hatalı bir tartışmanın içine sürüklenmeye direnebilir. Cinsiyetçilik de ırkçılık da kapitalist toplumun baskı biçimleridir. Ve her ikisi de pek çok bağ ile sınıf sömürüsüne bağlıdırlar.
ABD seçimleri önemli olsa da Beyaz Saray’dakiler bir fanusta yaşamıyor. Birlikte hareket eden elitler bunun siyasi iktidarı nasıl etkileyebileceğini gayet iyi biliyor. Ama olayın bir başka yönü de var. İşçi sınıfının, yoksulların ve baskı altındakilerin büyük çoğunluğu ABD politikasını kuşaklar boyunca şekillendirdi. Üstelik sadece sivil haklar ve kadın hakları konusunda değil, Vietnam savaşına karşı da şekillendirdi. Ve bu “diğer süper güç” ABD siyasetindeki gerçek güçtür. Seçimden önce ve sonra, kimin seçildiği ya da ne sözler verildiği dikkate alınmaksızın, savaş karşıtı kitlesel hareketi sürdürmek izlenecek politikalarda kilit öneme sahip.


İran’da reformcuların mücadelesi

Pek çok insan İran’daki reform hareketine sempatiyle bakar. İran’ın uzun ve etkili bir devrimci geleneği vardır. Önce 1950’lerde İngiltere’ye sonra da 1979’da ABD destekli Şah Rejimi’ne karşı mücadele verilmiştir. İran’a ve diğer Ortadoğu rejimlerine gereken yine benzer bir derinliğe sahip bir hareket. Ancak devrimci hareketlerin yakın zamandaki deneyimleri bazı zorluklarla karşılaşılacağını gösteriyor.
Barışçıl ve demokratik bir hareketin yaşayacağı bazı tehlikeler var. Bunlardan biri düşmanlarıyla mücadelede çok zayıf olması. Elbette herkes barışçıl bir değişim ister ama köklü rejimlerin pek azı böyle bir değişime isteklidir. 1989’da Çin’de, Tiananmen alanında barışçıl gösteriler yapan göstericiler olaydan 20 yıl sonra hâlâ işbaşında olan rejim vahşice saldırdı.
1973’te Şili’de Salvador Allende’nin demokratik seçimlerle işbaşına gelen hükümeti Şili elitlerinin ve ABD’nin desteklediği bir askeri darbeyle devrildi.
Ancak demokratik ilerlemenin mümkün olduğu bu olaylarda bile değişim için çalışanlar sonuçlardan hayal kırıklığına uğradı.
Çağdaş klasik örneklerden biri de Güney Afrika. Barışçıl protestolar, grevler ve sınırlı bir silahlı mücadeleyle geçen onyıllardan sonra, apartheid rejimine karşı mücadelenin öncülüğünü yapan Afrika Ulusal Kongresi barışçıl demokratik geçiş yolunu seçti. Güney Afrika’nın ekonomik yapısı dokunulmadan kalırken yalnızca politik yapı siyah çoğunluğa açıldı. Elbette bu önemli bir ilerleme ancak iktidar yapısının büyük bölümü aynı kaldı.
Sömürü, yoksulluk, hastalıklar ve eşitsizlik, siyahlar için, apartheid rejiminde olduğu kadar kötü. İktidarda siyah politikacılar var ve ırkçı ayrımcılık büyük oranda kalkmış durumda. Ama Afrika tarihinin en dinamik ve en etkin devrimci hareketi, siyasal eşitlik kadar ekonomik eşitlik de isteyen ve sömürünün kalkması için mücadele edenleri hayal kırıklığına uğrattı.
Bu, 1998’de Endonezya’da, 2000’de Sırbistan’da ve Sovyet rejimleri sonrası Doğu Avrupa ve Orta Asya’da yaşanan devrimci kalkışmalara da model olarak uyuyor. Eski elitler kendilerini “demokratlar” olarak yeniden keşfetti, eski kurumlar iktidarını sürdürdü, yeni hükümetler ABD ve müttefiklerine yakınlaştı ve sıradan çalışan insan için pek az değişim oldu.
Çoğu devrimci hareket, eğer bütün siyasi yapıyı değiştirecek gücü varsa, aynı zamanda, yerleşik ekonomik ve sosyal yapıyı da değiştirme gücü olduğunun farkına varır. İşçi sınıfını kendi kaderini belirlemek üzere harekete geçirme potansiyeli vardır. Ancak, değişim için çalışanların bu potansiyeli gerçeğe dönüştürebilmesi için, devrimci krizlerin patlamasından çok önce böyle bir perspektife sahip olması gerekir. Sosyal dönüşümü amaç edinmeli ve doğrudan işçi sınıfına yaslanmalıdır. Bunu yapabilmek için aynı görüşleri savunan aktivistlerden oluşan bir örgüt kurulmalıdır. Bu aktivistler reformlar mücadelesinde yardımcı olacak ve sistemde köklü bir değişime direnenlerin kendine güvenini artıracaktır.
John Rees


İran konusunda görüş ayrılığı
Irak savaşını başlatan Bush ve çetesi İran’a saldırma konusunda da kararlı. Ama ABD içinde artık çok farklı görüşler var. Geçtiğimiz hafta bir Oramiral’in istifa etmesi bu konudaki görüş ayrılıklarına bir örnek.
Oramiral Fallon, geçen hafta yayımlanan Esquire dergisinde, “ABD’nin, nükleer programı nedeniyle İran’a karşı askeri çözüme başvurma eğilimine karşı çıkan tek ses” olarak tanımlanmıştı.
Beyaz Saray sözcüsü Dana Perino da, “Bu yönetimde İran konusunda diplomatik yaklaşımdan başka bir fikir öne süren kimse yok” dedi.
Görev süresinin dolmasına sekiz ay kalan Bush savaş şahinliğine devam etmek istese de artık ülke içinde de çok ciddi bir muhalefetle karşı karşıya. Demokratların başkan adayı Obama da eğer seçilirse ilk iş Irak’taki askerleri çekeceğini söyledi ve değişim söylemiyle şu anda Hillary Clinton’ın önünde gidiyor.