Erdal Bayraktar

Kafamızı kaldırıp baktığımız zaman gördüklerimiz sadece iyi işlenmiş bir mekân düzenlemesi değil. Kâr ve mülkiyet ilişkileri üzerinden sermaye birikimi için işlenmiş bir mekân düzenlemesi. Bunun anlamı, piyasa mekanizması denilen ve “görünmez el” diye tanımlanan – genellikle ceplerimize veya dünyayı belaya sokan pek çok duruma baktığımız zaman görebileceğiz o eli – bir sürecin önüne çıkan her engeli daha çok sermaye birikimi uğruna hiç beklemeden aşmaya çalışması olarak ifade edilebilir.

 

Günümüz kapitalizmin, daha doğrusu kapitalist sistemin en önemli mekânlarından biridir kent. Kapitalizm için kent, sermaye birikiminin en hızlı döngülerine girdiği, emeği en rahat ve organize olarak sömürebileceği, sadece sömürmekle de kalmayıp yeniden şekillendirebileceği, kendi ideolojik kurgusunu nüfuz ettirebileceği en önemli mekândır.

Kent Hakkı

İnsanın mekânla ve dolayısıyla kentle kurduğu ilişki, her ne kadar mevcut sermaye birikimi ihtiyacının sistem tarafından körüklenen baskısı hissedilse de bunu aşabilecek bir yapıdadır; çünkü bu ilişki karşılıklıdır. İnsan bir yandan kenti yaratırken bir yandan da kentte kendisini yaratır. Evet, öyle çok basit örneklenebilecek bir durum değil bu. Yine de bu yaratım sürecinde anlık kopuşlarda ortaya çıkan radikal değişikliklere baktığınız zaman “küçük” diye tabir edilebilecek bir durumun ne kadar büyük olabileceğini kestirmek zordur.

İnsanın kentle kurduğu ilişki, salt bir mekân ile kurulan ilişki değil, bizzat doğa ile, teknoloji ile, toplumsallıklar ile kurduğu bir ilişkidir. David Harvey’in de ifade ettiği gibi, kenti değiştirerek, bu ilişkileri farklı bir boyuta getirerek insanın kendisini de değiştirme hakkını ifade eden kent hakkı ile açıklanabilir bir durumdur mekânla kurulan bu ilişki.

Kapitalist Kent

Sermaye birikiminin en hızlı döngülerle gerçekleştiği kentler, artı-değerin toplanma mekânı ve bu artı değer üzerinden toplumsal ilişkilerin, üretim ilişkilerinin, sömürü ilişkilerinin şekillendiği bir mekanizmadır. Bu noktadan hareketle, sınıfsallıkları bünyesinde çok net bir şekilde göstererek barındırır. Artı değerin kontrol merkezleri olan kentler, içerisinde barındırdıkları yoğun sömürü ilişkileri ile de çok açık ve keskin sınıfsal karşılaşmaların mekânı olurlar.

Sermayenin birikim sürecinin birinci döngüsü sonucu elde edilen artı değer ile sermaye birikim sürecinin ikinci döngüsünü ortaya çıkartmak ve yeniden yatırımlar yoluyla artı değer üretimini belli bir oranda tutmak kapitalist kentleşmenin en basit kurgusudur. Bu artı değer üretim süreci, aynı oranda artı değerin gerçekleştirilmesi ihtiyacını da beraberinde getirir ki bu noktada kapitalizmin siyaseti devreye girer ve olası bir kriz karşısında toplumsal ilişkileri, doğayı, tarihsel dokuyu, barınma hakkını, vb. umursamadan sadece tek bir niyetle, kendini krizden bir süre daha kaçırarak sermaye birikim süreçlerini güvenceye almak için ilerler. Yıkıcı bir ilerlemedir bu. Kentin yeni mekânlarını ranta açar, farklı ulaşım sistemleri ile kentsel mekânı büyütür, kentteki örgütlü kesimi bölecek düzenlemeler yapar, göçü desteklediği gibi göçmenlerin ve işçi sınıfının bölünmesini ve mümkün olan en düşük standartların dahi altında yaşamalarını teşvik eder, yerel ya da küresel büyük firmaların beklenti ve ihtiyaçlarına yönelik planlamalara gider ve daha pek çok saldırıyı hiç çekinmeden yapar. Bunun adına da kentleşme diyerek kentin ne kadar geliştiğinin reklamını yapar, oysa gelişen sadece kentin, küresel kapitalizmin standartlarına ve ihtiyaçlarına uyarlanmasıdır.

Algının Yeniden Üretimi: Kamu Yararı

Sermaye birikimi için duyulan ihtiyaçların tanımı çok açık. Peki bu ihtiyacın karşılanma süreci temelde neye dayanıyor?

Piyasa ilişkileri güçlüdür. Bunu onlar diyor ve bunun ön kabulüyle hareket ediyorlar. Kentsel politikalar çok basit bir sistem üzerinden, insanların piyasadaki gücü üzerinden belirlenerek uygulanmaya çalışılıyor. Tüm bu uygulama sürecinin içinde herhangi bir aksaklık olmasın diye de işin meşru söylemi çeşitli diller üzerinden topluma yayılıyor. Sermaye sadece mekânı değil algıları da yeniden üretme çabasına girişiyor. Olimpiyat oyunlarının para getireceğini, 3. Köprü ve kanal projeleri ile ticaretin gelişeceğini, gecekondu mahallelerinin ve yoksul mahallelerinin yıkılarak temizleneceğini, suç oranlarının azalacağını söylemek ve bu söylem üzerinden toplumsal kabul elde edilmek isteniyor. Özünde sermayenin çıkarına olan tüm bu uygulamalar, toplumsal çıkar gibi gösterilerek bir yandan da toplumsal ve ortak bir muhalefetin belini kırmayı hedefliyor.

Türkiye, kapitalistleşmeyle paralel olarak yürüyen kentleşme sürecine kentsel dönüşüm politikalarıyla farklı bir ivme kazandırmaktadır. Herhangi bir şekilde toplumsallığa hitap etmeyen, sermayeyi destekleyen, bir yandan da kent yoksullarını, yoksunlarını ve dışlanmışlarını kentin belli bölgelerine öteleyen, onları görünmez kılan, kamusalı özele devreden, kentsel politikaları tepeden inme ama “kamu yararı” söylemiyle ilerleten tüm bu pratikler, “kentsel dönüşüm” adı altında, mevcut kent yapısının bir bölümünün yapısal; ama daha önemlisi sosyal ve algısal olarak yeniden dönüştürülmesi ve tasarlanması gerçekleştiriliyor.

Devlet-Sermaye Ortaklığı

Küresel ekonomik süreçlerin beklentileri ile küresel faaliyetleri çekmek kentler açısından ciddi bir yarış konusu olmuştur. Bu yarışa uygun bir kentsel düzenleme, neoliberal politikalara kökten bağlanmış bir kentselliği ve girişimcilik ile kâr hırsının kentsel mekâna iyice nüfuz etmesini sağlamıştır. Girişimcilik ile kurgulanan bu yapı, tüketimi kamusallıktan uzaklaştıran ve özelleştiren, bir yandan da ana hedef olan sermaye birikimine devlet-özel sektör eşliğinde güle oynaya koşan bir duruma sebep olmuştur. Bir yandan sermaye girişimcilik faaliyetleriyle uygulamaya girişirken bir yandan devlet, sahip olduğu kamu gücünü kullanarak sermayenin karşısındaki tüm yapısal engellerin aşılmasına da destek olmaktadır.

Türkiye örneğinden hareketle parçalı ya da bütün olarak yapılan yasal düzenlemelerde kentlerde yaşayan insanların mecbur bırakıldıkları durumlar daha net anlaşılabilir. Bir yanda büyük imar artışları diğer yanda ise dönüşümün maliyetlerini karşılayamayacak kişilerin tahliyesi ya da en temel ihtiyaçlarının sınırlanması devlet-sermaye ortaklığını anlamak açısından faydalıdır.

Kent, bir metalaşma sürecine girerek, gerekli imar artışları ya da diğer yatırımlarla sermayenin beklentilerine uygun bir dönüşüme girmekte, kentin yoksulları kentin çeperlerine çıkartılarak yeni rant alanları yaratılmakta; ama bir yandan da büyük ulaşım projeleri ile emeğin ücretinin yükselmesini engelleyecek ölçüde emeğe hareket imkânı sağlanmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri bütün bu girdiler üzerinden hareketle, mevcut ekonomik beklentileri karşılamak üzere hayata sokuluyor. Sulukule’de Romanların yaşadığı, Tarlabaşı’nda eşcinsellerin, azınlıkların, vb. yaşadığı ya da potansiyel rantı çok yüksek olan bölgelerde yoksulların yaşadığı bir kent, sermaye birikimi için inanılmaz bir başarısızlık ve risktir.

Yoksayılan Kent Sürgünleri

Sermaye sınıfı ve devlet eliyle yürütülen kentsel dönüşüm pratiği yoksulluğu derinleştirmekle yetinmez, yoksulları mekânsal ve algısal olarak da bir dışlanmışlığa iter. İnsanların barınma hakkını ihlal ederek, borçlandırarak ve algısal olarak da dışlayarak “getto” tarzında yeni konut projelerinde yaşamak zorunda bırakır. Bu borçlandırma sistemin finansal ihtiyaçlarını karşılamak ve sermayenin değersizleşmemesi için gerekli görüldüğü gibi bir yandan da yoksulları kontrol etmek açısından da kullanılır. Çöküntü alanı ilan ettiği yerler, özellikle de potansiyel rantı yüksek yerler sınıfsal olarak el değiştirir. Bunu gizli saklı yapma derdinde de değildir.

Kentsel dönüşüm projelerine bakıldığı zaman sadece bu projelerin tanıtım afişleri bile hedeflenen sınıfsal sürgünü gözler önüne serer. İki fotoğraf eşliğinde sunulan mekânda bir fotoğraf mekânın şimdiki halini “kötü” diye tanımlarken, diğer fotoğraf da dönüşüm sonrasını büyük markaların mağazalarını açtığı, pahalı elbiseler giyen insanların dolaştığı “güzel”(!) durumu tanımlanır. Evet, kentsel dönüşüm olmuştur, ama ortaya çıkan dönüşümle orada önceden yaşayan insanlar sürgün edilmiş ya da sürgün olmak zorunda bırakılmıştır.

Kentsel dönüşüm projelerinin kullandığı bütün kalıplaşmış olumlu söylemlerin ardında ortaya çıkan durum, dar gelirli insanların, azınlıkların, etnik grupların ya da “öteki” olarak tanımlanan insanların yaşadıkları sorunlar karşısında herhangi bir söylem geliştirilmemiş, hatta söylemden öte böyle bir durum hiç yokmuş gibi devam edilmiştir.

Sermaye tarafından talep edilen mekânların el değiştirme süreci olarak kentsel dönüşüm projeleri ile soylulaştırma adı altında devletin daha önce gasp ettiği alanlar yeniden pazarlanabilir bir nitelik kazanmakta, mevcut kent yapısı, “tüketebilecek” sınıf için yeniden düzenlenmekte ve bu süreç sonucu yoksulların yaşadıkları yerlerden kovulması gerçekleşmektedir. Kapalı sitelerin, AVM’lerin ve diğer tüketim mekânlarının müşteri kitlesine uygun, finans kapital ile yoğun ilişkili, tüketebilen insanları bünyesinde barındıran önemli kent mekânlarından yoksulların sürgün edilmesinin sadece bir mekânın sınıfsal olarak el değiştirmesi olmadığı çok açıktır.

Yoksulların Nakli

Engels’in İngiltere’deki işçi sınıfının durumunu açıklarken kullandığı ifadeler günümüz için de geçerliliğini devam ettirmektedir. Bir yanda yoksulluk, çöküntü bölgesi, suç, vb. gibi kavramlarla açıklanan mekânların kentsel dönüşümü söz konusudur; ama tersi yönden bu durumun çözülmesi değil, sorunların, o sorunları yaşamak zorunda bırakılan insanlarla beraber başka bir bölgeye taşınması durumudur.

TOKİ öncülüğünde yapılan toplu konutlara göç etmek zorunda bırakılan insanlar, şehrin çeperinde borçlu bir şekilde yaşamaya mecbur bırakılmakta, mevcut iş imkânlarını da belli ölçülerde kaybetmektedirler. Bir yandan da sermaye halen daha onlardan vazgeçemiyor. Ucuz emeğin en büyük karşılayıcısı olarak gördüğü bu kesim, büyük ulaşım imkânlarıyla her sabah kenti uyandırmak, yolları temizlemek ve niteliksiz görülen pek çok işi yapmak için yeniden sömürü ilişkilerine çağrılıyor.

Kent, içerisinde barındırdığı bütün çelişkileriyle çok büyük gerilimlere ev sahipliği yapan bir mekân olmaya devam ediyor. “Kentsel dönüşüm projeleri” adı altında ortaya çıkan yoksullaşma, borçlandırma ve kent yoksullarının şehrin çeperlerine sürgün edilme süreci kaçınılmaz bir durum değil. Kent ne kadar büyük ve yoğun gözükürse gözüksün, mücadele alanı da bir o kadar büyük ve yoğun.

Kentsel dönüşüm projeleriyle ortaya çıkartılan ve toplumun çoğunluğunu, yaşadıkları mekânda oluşturulan tüketimi karşılayamadıkları ölçüde göç etmek zorunda bırakan, daha fazla yoksulluğa ve yoksunluğa iten bu süreçler sadece mekânsal ayrışmayı değil, sınıfsal ayrışmayı da belirginleştirmektedir. Bu noktadan hareketle mücadelenin kentsel siyaset alanına yönelmesi için toplumun ezilen kesimlerinin tüm unsurlarını ele alan aşağıdan yukarıya bir örgütlülüğün inşa edilmesi, sermayeye karşı girişilecek eylemlilikte en öncelikli görev olarak karşımızda durmaktadır.