Begüm Zorlu

Bu yaz kitlesel, kendiliğinden doğan sosyal hareketlerin başka bir dünya çığlığı ile sarsıldı. Mısır’da karşı-devrime direnmek için meydanları dolduranlar, Gezi’de kamusal alana keyfi müdahaleye karşı çıkanlar, Yunanistan’da grevler ve artan ırkçılığa karşı gerçekleşen protestolar yeni dünyayı tahayyül ederken neye karşı durmamı gerektiğini gösterdi: kapitalist üretim ilişkilerinin var olduğu, insanın insan onuruna uygun yaşamadığı bu adaletsiz sistem.

Başkaldırının kıtası olarak ünlenen Latin Amerika’nın Birleşik Devletler’in arka bahçesi olma kadersizliği, bu sistemden daha derin yaralar almasına neden oldu. Dünyanın en zengin kaynaklarına sahip, iki dünya savaşının yıkımına maruz kalmamış bu topraklarda, eşitsizlik ve sömürü yüzyıllardır kol geziyor. Bölgenin azgelişmişliği, evrensel kapitalizmin gelişiminin tarihine bağlıydı ve kıtanın en büyük ülkesi, dünyanın en büyük beşinci ekonomisi, uluslararası para fonlarının gözdesi Brezilya ise bu gelişimde “hammadde” laneti ile sermayenin odak noktası oldu. 19. yüzyılda bağımsızlığını kazandıktan sonra önce İngiliz, sonra Amerikan finans sermayesinin çıkarları doğrultusunda ekonomik liberalizm doktriniyle kapitalizme bağlı hale gelmişti.

2014’te Dünya Kupası’na ev sahipliği yapacak Brezilya’nın kendiliğinden doğan, birçok şehre yayılan protestolarla çalkalanması küresel ortaklarını ve hükümetini çok şaşırttı. Kendine “Özgür Tarife Hareketi” (Movimento Passe Livre) adını veren hareket kitleselleşerek büyük protestolara yol açtı. Büyük meydanlar yaratıcı gösterilere ve çatışmalara sahne oldu. Polis protestoculara plastik mermi ile karşılık verdi, 10 kişi öldü, yüzlerce insan yaralandı. Kitlesel direnişler Haziran ayında milyonları sokağa döktü ve somut talepler kazandı. Ülke çapında küçük protestolar devam etmekte. Ulaşım ücretlerinin arttırılmasıyla başlayan ayaklanmalar son yılın en büyük ekonomik gücüne dönüşen Brezilya’da siyasal meşruiyetin sorgulanma sürecini başlattı. Kuşkusuz bardağı taşıran damlalar belli bir tarihsel birikimin ürünüydü.

Hikaye şöyle başladı: Brezilya’nın 1999 yılında büyük bir ekonomik kriz geçirmesi ile geleneksel siyaset anlayışında büyük değişimler gerçekleşti. Son yüzyıl boyunca başarısız koalisyonlar ve askeri müdahaleler geçiren ülke 1980’lerde “demokratikleşme” ve sivil siyasete geçme adına reformlar yaptı. Petrol krizine kadar hüküm süren “devletçi” ekonomik yapı terkedildi ve piyasa ekonomisine entegre olunmaya başlandı. 1990’lar ise popülist askeri rejimlerin yerini liberal partinin almasına tanıklık etti ve hızlı neoliberal reform paketleri krize kadar hızla yürürlüğe kondu. Krizden sonra ilk önce liberal parti koltuğundan edildi ve değişim isteyen milyonlar oy pusulasında karizmatik sendika lideri Luiz Inácio Lula da Silva’yı işaretledi. 100 yıllık askeri vesayet ve 10 yıllık bir mücadelenin ardından İşçi Partisi değişim sözüyle iktidara geldi. Popülist rejimde kısıtlı da olsa sosyal haklara sahip olan kitleler, liberal partiyle gelen IMF şartları ve dikte edilen özelleştirme programlarıyla bu haklardan da mahrum kalmışlardı. Toplumun en alt tabakası sokaklarda kutlamalar yapıyordu. Lula’nın zaferi, neoliberalizmin yenilgisi olacaktı. Yeni bir döneme başlayacaklarından emindiler. Halktan biri seçilmişti, sendikacıydı, emekçiydi, fabrikaların önünde yaptığı kitle demeçleriyle ünlenmişti. Vaatleri büyüktü, eski “hırsızlardan”, “yolsuzlardan” farklı olacaktı. Umutluydular. Beklediler.

Türkiye ile benzer olarak büyük krizin ardından gelen yeni hükümet değişim sözünü vermişti. İlk başta “dış bağımlılığı” azaltmak için borcu sıfırlama adına neoliberal politikalara devam etmekle yükümlü olduklarını söylediler. Bununla beraber mimarının liberal parti olduğu bir sosyal yardım programını yürürlüğe koydular. Bolsa Familia, Aile Bütçesi adındaki program en yoksul ailelere aylık 50 dolar yardım yapıyor ve çocukları okula ve aylık rutinlerle hastaneye gitmeye bağımlı kılıyordu. Fakat ne hastanelerde ne okullarda kalite yükseliyordu. Kırsal alanlarda ulaşım ve okul sayısındaki azlık alt tabakanın daha iyi bir yaşam ihtimalini elinden alıyordu. Ayrıca bu program seçim kampanyalarında sürekli öne çıkarılıyordu. Bu bir oyalama programıydı, popülistti. Altyapı çalışmaları hükümet tarafından sürekli erteleniyordu ve yardımlar Brezilya’nın Gayri Safı Milli Hasılasının %1-%2’lik dilimini oluşturuyordu. Parti yine popülerlerdi çünkü sandık demokrasisinin kahramanları, kötünün iyisiydi. Lula ikinci döneminde de popülerliğini sürdürdü ve bir sonraki seçimde iktidarı eski bir gerilla olan Dilma Rousseff’e bıraktı.

Rouselff’in dönemi ise neoliberal politikaların yaygınlaştırılmasıyla biçimlendi. Ülkenin bekleyen altyapısal sorunları ve önemli bir yerli hareketi vardı. Toprak sahipleri tarafından işlenen cinayetler ve yargı sürecindeki yolsuzluklar yoksullarla emekçilerin sesinin duyulmasını engelliyordu. Fakat Rousseff’in ilk hamlelerinden biri sosyal harcamaları daha da kısmak oldu. Bununla birlikte bir kaç grev patlak verdi ama kitleselleşmedi. Parlamentoda karara bağlanan Amazon nehrine yapılacak hidroelektrik baraj projeleri, orada yaşayan halkların varlığını tehlikeye atıyordu. Aynı zamanda kazılar yapılıp, yağmur ormanlarını temizleyerek bioyakıt endüstrisi için aramalar gerçekleşiyordu. Bunlar yerel protestolara yol açtı ama yine kitlesel bir başkaldırı gerçekleşmedi.

Bunu takiben 2014’te gerçekleşecek Dünya Kupası için yapılacak yaklaşık 13,5 milyar dolarlık harcamanın %90’ının halk tarafından ödeneceği söylendi. Bir gün ulaşım tarifelerinde 20 kuruşluk yapılacak küçük bir zam bu döngüde derin çatlak yarattı. Gezi’deki gibi kendiliğinden gelişen hareket, İşçi Partisi’nin kemikleşen bürokratik tavrını yerinden sarstı.

Brezilya halkının tepkisi artan fiyatlardan ziyade tarihi eşitsizlikle çizilmiş bir bölgede, geçen yüzyılların ardından, aynı sistemin devam etmesineydi. Ayrıca zenginleşen ülkenin eğitimi, sağlık sistemi ve ulaşım hizmetleri gelişmiyordu. Ekonomik büyüme sadece egemen sınıfı zenginleştiriyordu. Hareketin iki belirgin özelliği kapitalizme karşı hoşnutsuzluktu, bu sadece yerel yönetimin aldığı bir karara karşı bir öfke değil, sisteme karşı bir öfkeydi. İkincisi ise çok partili, parlamenter “demokrasi” deneyiminin eşitlik ve adalet sağlamaması eylemlerin hedeflerinden birisi oldu.

Türkiye ve Brezilya’daki eylemlerde dayanışma dışında da ortak noktalar vardı. Birkaç grup Brezilya’da ordu göreve sloganı attı. Eylemler kitleselleştikçe ulusal bayrak da alanlarda görünür oldu. Brezilyalı kardeş örgütümüzden Sean Purdy bunun bir apolitik refleks olduğunu ve ilerleyen zamanda bayrakların bir kenara çekildiğini belirtti.

Türkiye’den farklı olarak Brezilya işçi sınıfı sokaktaki hareketi grevlerle güçlendirdi. İşçi Partisi’nin popülistleşmesiyle bölünen sol, umduğu müdahalede bulunamadı, sendikalar iyi örgütlendi, büyük grevler ve protestolar gerçekleşti ama grevlerde gerekli kitleselliği sağlayamadı. Direnişe baktığımızda Brezilya hükümetinin işçi sınıfının örgütlü gücünden korktuğu  ortaya çıkıyor. Hükümet, protestoların kitleselleştiği ilk gününden itibaren uzlaşmacı bir tavır ile protestoları minimuma indirmek için çabaladı. Türkiye’de de farklı siyasal aktörler aynı rolü üstlenmeye çalışmıştı.

Sonuç olarak Brezilya ve Gezi Direnişleri kazandı. Türkiye’de Gezi Parkı kitlelerin elinde kaldı, Brezilya’da ise ulaşım tarifelerinde indirim ve sosyal harcamalarda artış sağlandı. Erdoğan, Brezilya’daki protestoları Gezi ile birleştirip dünyanın büyüyen ekonomilerine karşı faiz lobicilerinin düzenlendiği dehşet düşürücü bir komplo olarak yorumlamıştı. Bu söylem hükümet politikalarını deşifre ettikçe daha da anlamsızlaşıyor. Bugünkü kapitalizmin genel özelliği piyasayı büyütüp, sosyal hizmetlerde kesinti yapmak. Ya da kamusal alanları rant alanlarına çevirmek. Küresel kapitalizm her ülkeyi farklı biçimde etkiliyor ve kendi dinamiklerine göre sosyal hareketleri biçimlendiriyor, talepleri ortaya koyuyor ama ayaklanmanın ortak noktası belirgin; sistemden doğan mahrumiyetler. Türkiye’de patlak noktası otoritenin kamu alanını özelleştirmesiydi, Brezilya’da ise zenginliğin eşit olarak dağıtılmamasına doğan öfke.  Bir liderliğin olmadığı gösterilerde çok farklı politik kesimler sokaktaydı. Ayaklanmanın nedenleri tek bir kapıya çıkıyor ve çözümü sistemsel değişimle mümkün. Bu yüzden mücadelenin antikapitalist hattının güçlendirilmesi bir önkoşul.