Mehmet Eren

İşçi sınıfı, ekonomik, demokratik ve siyasal mücadelenin en temel gücüdür, küçük haklar mücadelesinden, toplumsal devrimlere kadar tüm değişim ve dönüşümlerin motorudur. Ayrıca burjuva demokrasilerinin sınırlarını genişletecek olan da işçi sınıfı mücadelesidir. Ama siyasal alanda karşılaşılan pek çok durumda alınan yanlış tutumlar, sınıfın gücünü bölerek, etkinliğini azaltır. Türkiye’de de özellikle darbe, savaş kışkırtıcılığı, kirli savaş dönemlerinde sınıf hareketi bir önceki dönemde biriktirdiği gücünü kaybederek geriye çekilmek zorunda kalmıştır.

12 Eylül 1980 darbesi, işçi sınıfının 1960’lardan beri yükselen siyasal ve sendikal örgütlerini dağıttı. Başta DİSK yöneticileri olmak üzere işçi sınıfı önderleri ya yurt dışına kaçarak, ya da sıkıyönetim komutanlıkları önünde uzun kuyruklar oluşturarak darbeye teslim oldu. 12 Eylül darbesine karşı bu teslimiyetçi çizgi, işçi sınıfının 80’li yıllarda süren suskunluğunun pasifliğinin en önemli sebebidir. Böylece ilk olarak 24 Ocak 1980’de uygulamaya konulan ve halen de devam eden neoliberal politikaların önü tamamen açılmış oldu. İngiltere’de Thatcher, Amerika’da Reagan, Türkiye’de ise Turgut Özal’ın uygulamaya başladığı neoliberal politikalar, batıda her türlü işçi muhalefetini ezerek devam etti. Türkiye’de ise 12 Eylül darbesi zaten bu konuda üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, sendikalar ve grev hakkı yasaklanmıştı. 80'li yıllarda artık komünizmin öldüğü, sınıf mücadelesinin bittiği, tarihin sonunun geldiği ilan edildi.

Türkiye’de sınıf mücadelesi bu toz duman içinde ancak 1989 bahar eylemleri ile tekrar gelişmeye başladı. 89 Baharında ilk olarak belediyelerde 40 bin işçi greve başladı, binlerce işçi yürüyüş ve gösterilerle grevci işçilere destek oldu. 600 bin kamu işçisinin de toplu sözleşme pazarlığı devam ediyordu. 12 Eylül’den beri devam eden suskunluk bir anda yerini grev ve gösterilere bıraktı. Elbette 89 Bahar Eylemlerinin yükselmesinde, 1986 Kasım’ında başlayıp 93 gün süren ve 12 Eylül sonrası yapılan ilk grev olma özelliği taşıyan NETAŞ grevinin önemli rolü vardır. 89 Bahar eylemleri, 12 Eylül öncesi herhangi bir sendikal örgütlülüğü olmayan, ancak güçlü derneklerde (TÖBDER- Tüm Öğretmenler Birleşme ve Dayanışma Derneği, TÜTED-Tüm Teknik Elemanlar Derneği, POLDER-Polis Derneği vb.) örgütlü olan kamu çalışanlarının da hareketlenmesini sağladı.

89 Bahar eylemleri, 1990 sonunda başlayan Zonguldak madenci grevi ile bir adım daha ileri sıçradı. Aslında 1990 Şubat ayında yaşanan Grizu patlaması sonucu 68 işçinin ölümü ilk kıvılcımı ateşlemişti. Zonguldak’ta 25 Şubat 1990’da maden işverenlerini ve işçi ölümlerini protesto için yapılan miting, 12 Eylül sonrası yapılan en büyük işçi gösterisi oldu, mitinge 35 bin işçi katıldı. Ve ilerleyen aylarda, toplu sözleşme görüşmelerinin tıkanması ile 30 Kasım 1990’da 50 bin maden işçisi greve başladı.

3 Ocak 1991’de Türk İş genel eylem kararı aldı, 4 Ocak’ta ise madencilerin tarihi Ankara yürüyüşü başladı. 80 bin işçi ile başlayıp, yolda katılımlarla 100 bine çıkan Ankara yürüyüşü, 4. gününde Bolu-Mengen’e ulaştı. Hükümet ve burjuvazi yürüyüşü şaşkın ve tedirgin bir şekilde izledi. 8 Ocak’ta sendika ile hükümetin anlaşması sonucu bitirilen İşçi Yürüyüşü Türkiye işçi sınıfı için yarıda kalan ama çok önemli bir deneyim oldu.

Zonguldak madenci grevi ve Ankara yürüyüşü sadece Türkiye’de değil dünyada da etki bırakan, işçi sınıfı tarihi için çok önemli bir mücadele deneyimidir. Bu mücadelede sadece işçiler değil, işçi aileleri, devrimciler, sosyalistler sürekli eylemde yer almış, birlikte yürümüş ve destek olmuşlardır. Ancak madenci grevinin diğer işkollarına yayılamaması, bir genel greve doğru ilerletilememesi, en önemlisi de siyasallaşamaması, kendi siyasal örgütlenmelerini oluşturamaması sonuçta kazanımların sınırlı kalmasına sebep oldu. 90’lı yıllardaki en önemli işçi sınıfı faaliyetlerinden birisi Kamu Çalışanları Sendikaları Platformu-KÇSP’nin örgütlenme ve mücadele pratikleridir. 90’lı yılların başında kurulan KÇSP, işçi hareketinin durgun seyrettiği bir dönemde önemli bir umut kaynağı oldu.

90’lı yıllar aynı zamanda Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen kirli savaşın ivme kazandığı bir dönemdir. Bu yıllarda derin devlet (Ergenekon) operasyonları ile pek çok Kürt aydını siyasetçisi öldürüldü, işçi sınıfı içinde etnik milliyetçi akımlar giderek güç kazandı. 12 Eylül öncesi %5’ler mertebesinde oy alabilen faşist hareket, 1994 ve 1999 seçimlerinde %20’lere ulaşan oy aldı.

1994 yılında dönemin Tansu Çiller hükümeti tarafından ilan edilen ve 5 Nisan kararları olarak bilinen ekonomik kriz paketine karşı sendikalar Türk-İş, Hak-İş, DİSK ve KÇSP 20 Temmuz 1994’te genel eylem kararı aldı, eylemlere binlerce işçi ve kamu çalışanı katıldı. 1995 yazında 300 bin kamu işçisi toplu sözleşme görüşmeleri tıkandığı için greve çıktı. Bu dönem KESK olarak sendikal kuruluşunu tamamlayan kamu çalışanları, sık sık Ankara mitingleri düzenleyerek işçi hareketinin ivmesini yüksek tutmaya çalıştı.

Ankara mitinglerinin en kitleseli Emek Platformu tarafından 24 Temmuz 1999’da mezarda emeklilik yasa tasarısına karşı yapıldı. Türkiye’nin dört bir yanından 400 bin emekçi emeklilik yaşının 60’a çıkarılmasını engellemek için Ankara’da toplandı. Ancak 17 Ağustos depreminin kargaşasından yararlanan Ecevit hükümeti yasayı meclisten geçirdi.

90’lı yıllarda işçi sınıfı hareketinin başardığı önemli bir konu, 1 Mayıs kutlamalarının yasallaştırılmasıdır. 12 Eylül 1980 sonrası ilk yasal

1 Mayıs kutlaması 1993 yılında İstanbul’da yapıldı, 1996 yılı 1 Mayısı ise 100 bin işçinin katıldığı dev bir gösteri oldu. Ve o tarihten itibaren 1 Mayıslar işçi sınıfının en kitlesel gösterileri olarak kutlanmaya devam ediyor.

11 Eylül 2000’de El-Kaide tarafından ABD’de ikiz kulelerin vurulması sonrası ABD, İngiltere ve NATO tarafından Afganistan ve Irak’ın işgali 2000’li yıllara damgasını vurdu. Emperyalist işgaller bu ülkeleri kan gölüne çevirdi. Buna karşılık dünyanın her yerinde başlayan savaş karşıtı hareketler bir anda antikapitalist mücadelenin ana ekseni oldu. Özellikle Sovyet Blokunun çökmesi ile geri çekilen işçi hareketleri, muhalif hareketler yeniden ve bu kez ağırlıklı olarak savaş karşıtı bir tarzda yeniden politikaya dahil oldu.

Bu dönemde Güney Amerika’nın pek çok ülkesinde başlayan işçi-köylü hareketleri, gerilla mücadelesinden yasal mücadeleye geçen sol hareketler de önemli başarılar sağladı. Latin Amerika’daki işçi köylü hareketlerinin, küreselleşme ve neoliberalizme karşı tutumları tüm dünyaya örnek oldu. Bir yandan savaş karşıtı hareketin, öte yandan küreselleşme ve neoliberalizm karşıtı hareketlerin ortak dayanışması ile Dünya Sosyal Forumu 2000’li yılların en önemli uluslararası örgütlenmesi oldu. Tüm dünyadaki sendikalar, işçi örgütleri Sosyal Forum organizasyonlarına katıldı, katkıda bulundu.

2008 yılında Amerika’da başlayıp tüm dünyayı etkisi altına alan ekonomik kriz, işçi sınıfını bir kez daha hareketlendirdi. Kriz karşısında özellikle Avrupa işçi sınıfı önemli tepkiler gösterdi. Portekiz, İspanya, Fransa, İtalya ve Yunanistan işçi sınıfları önemli direnişler ortaya koydu. İşçi sınıfının krize karşı alınan önlemlerle ilgili mücadelesi halen devam ediyor. Özellikle Yunanistan’da işçi sınıfının siyasal temsilcileri parlamentoda önemli başarılar elde etti. Yunanistan’da işçi sınıfı ve onun örgütleri kriz paketlerinin uygulanmasını fiilen imkânsız hale getirdi.

Türkiye’de ise ekonomik ve siyasi kriz çok daha erken geldi. 1994 krizi sonrası nispeten toparlanan ekonomi, 1999 ve 2001 yıllarında peş peşe krizlerle sarsıldı. Krizlerin çıkış sebebi elbette kapitalizmin kendi işleyişi olsa da, Türkiye’deki ekonomik krizin tetikleyicisinin 1984’ten beri Kürtlere karşı yürütülen savaş olduğu açıktır. 2001’e gelindiğinde 17. yılını dolduran savaşın maliyeti yüz milyarlarca doları bulmuştu. Derin devletin kirli ilişkileri içinde palazlanan kişiler eliyle bankalardaki yüzlerce milyar TL buharlaştırıldı. Sonuçta 2002’ye gelindiğinde Türkiye’de işsizlik %11’e yükseldi, bankaların içi boşaldı, dış borcun milli gelire oranı %80’lere ulaştı. Özellikle özel sektörde orta ve üst kademe yöneticiliklerde önemli işsizlikler yaşandı.

İşçi sınıfı ise yaşanan kirli savaşın da etkisiyle bölünmüş, mücadeleci gücünü önemli oranda yitirmiş, sendikal örgütlenme düzeyi giderek düşmüş, karamsar bir ruh hali içindeydi. 28 Şubat 1998’de yaşanan laik-kemalist darbe süreci işçi sınıfını ayrıca laik Müslüman ekseninde de bölmüştü. Zaten Kürt-Türk ekseninde yaşanan bölünme halen varlığını sürdürürken bu yeni laik-müslüman bölünmesi giderek işçi örgütlenmelerini de etkiledi, özellikle müslüman kesimin Hak-İş ve Memur-Sen’de ayrı örgütlenmesinin önünü açtı. Kürtlere kaşı yürütülen milliyetçi politikalar sonucu kamu çalışanları arasında milliyetçi kesimin örgütlenmesi olan Türk Kamu-Sen de gelişmeye devam ediyordu.

Bu koşullarda iktidar olan AKP, kendisinden önce başlatılan ekonomik kriz programına sahip çıkarak neoliberal politikaları aynen uygulamaya devam etti. Devletin küçültülmesi, her türlü Kamu İktisadi Teşebbüsünün özelleştirilmesi, büyük üretim-hizmet birimlerinin taşeronlaştırılarak parçalara ayrılması, asgari ücrete ve genel olarak işçi ücretlerine sürekli enflasyonun altında zam uygulamaları son hızla devam ettirildi.

2001 krizi sonrası özellikle işçi sendikalarının ekonomik mücadele alanında bile teslimiyetçi bir tutuma yöneldiği görüldü. Grev yapmak, ekonomiye karşı bir suç gibi algılandı. Sendikaların bu tutumunun halen devam ettiğini söyleyebiliriz. Sendikalar ülke ekonomisi için hükümetlere tam destek veren bir anlayış içinde davranmakta, işçilerin ekonomik çıkarlarını korumaları ile ilgili aslî görevlerini bile yerine getirememektedirler. Bu durumun devamı elbette mümkün değildir.

Türkiye’de işyerlerinde çalışan (tarımda kendi hesabına çalışanlar hariç) yaklaşık 17 milyon işçinin ancak 11,7 milyonu sigortalıdır. Sigortasız işçi çalıştırma halen yüksek oranda devam etmektedir. 11,7 milyon sigortalı işçiye karşılık 1,03 milyon sendikalı işçi vardır, yani sigortalı işçilerin % 8,9’u sendika üyesidir. İşçi sendikalarının üye sayıları Türk-İş 620 bin, Hak-İş 200 bin, DİSK 130 bin, diğerleri 80 bin şeklindedir. Hali hazırda 44 işçi sendikası %1 iş kolu barajını aşarak işyerlerinde toplu sözleşme yapma yetkisi kazanmış bulunmaktadır. Bu 44 sendikanın 29’u Türk-İş, 10’u Hak-İş, 4’ü DİSK üyesi, 1 sendika da bağımsızdır.

Sendikalaşma oranı kamu çalışanlarında biraz daha yüksektir. 2,2 milyon kamu çalışanının %70’i yani 1,5 milyonu başlıca 4 konfederasyona bağlı sendikaların üyesidir. Bu konfederasyonların üye sayıları Memur-Sen 708 bin, Türk Kamu-Sen 445 bin, KESK 237 bin, Birleşik Kamu-Sen 40 bin, diğerleri 38 bin şeklindedir. Kamu çalışanları alanında kurulu sendikalarda, kendi işkolunda %1’den fazla üyesi olanların toplam sayısı 41’dir. Bu sendikaların 11’i Memur-Sen, 11’i Türk Kamu-Sen, 10’u KESK, 4‘ü Birleşik Kamu-Sen, biri BASK, biri Tüm Memur-Sen, biri DESK, biri Hak-Sen üyesi, 1’i de bağımsızdır.

Türkiye çalışma hayatı ile ilgili ILO sözleşmelerine uymakla yükümlü olduğu halde, yetkili sendikalarla ilgili barajları kaldırmakta son derece yavaş davranmaktadır. Son çıkan yasalarla her ne kadar %10 barajı %1’e düşürüldüyse de, aynı yasada gelecek 2 yıl içinde barajın kademeli olarak %3 e çıkarılması hükmü var. Mevcut düşük sendikal örgütlülük düzeyinde pek çok işçi sendikasının %3 barajına takılması söz konusu. Halen %1 barajını geçebilen 44 işçi sendikasından 23’ü %3 barajını geçemeyeceğinden, işkolu yetkisini kaybedecektir. Bu durumda 6 milyona yakın işçinin çalıştığı 7 işkolunda toplu sözleşme imzalama yetkisi olan sendika kalmayacaktır.

2008 krizi sonrası büyüme eğilimine giren Türkiye’de 2013 başından itibaren bir yavaşlama söz konusu. 2013 için %8 olan büyüme tahmininin, %3,5 olacağı ortaya çıktı. 2014 yılında da büyüme tahmini şimdilik %4, bu rakam da gerçekleşmeyebilir. Son yıllarda artan kredili harcama eğilimlerinin ve kredi kartı kullanımlarının ekonomi üzerinde kısa ve orta vadede olumsuz sonuçları olacağı tahmin ediliyor.

Bugün itibarı ile çeşitli işyerlerinde işçi direnişleri sürüyor. İş kazalarına, taşeronlaştırmaya karşı yapılan eylemler devam ediyor. Binlerce işçi ücretleri ödenmediği, fabrikası kapandığı ya da daralmaya gittiği için eylemler düzenliyor. Hükümet işçilerin kıdem tazminatını fona devretmeye hazırlanıyor. Ayrıca işyerlerindeki taşeron işletme işçilerine, işyerindeki sendikada örgütlenebilme hakkı tanınmıyor, taşeron işçilerin sendikalaşma hakkı fiilen yok ediliyor. Bu ve benzeri uygulamalar, işçilerin öfkesini ve direnişlerini artıracaktır. Muhtemel bir ekonomik krizle birlikte mevcut AKP iktidarına karşı işçi hareketinin muhalefeti yükselecektir. İşçi örgütlenmeleri bu dönem için hazırlıklı olmalıdır.

Aynı şekilde yeni bir sendikacılık anlayışı, kemalist rejimin resmi tarihi ile yüzleşmeyi de göze almalıdır. 24 Nisan 1915’te Anadolu’da yapılan Ermeni soykırımını, 1920’lerde mübadele ile yerinden toprağından koparılıp atılanları, 1937-38 Dersim katliamını, 1940’lı yıllarda Varlık Vergisi ile sürgüne ölüme gönderilen gayri Müslimleri, 6-7 Eylül 1957’de Rum ve diğer azınlıklara yapılanları, 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat darbelerini, derin devleti, Ergenekon yapılanmalarını, Kürt halkına yönelik sürdürülen asimilasyon ve imha politikalarını, Roboski’de öldürülen 34 Kürt köylüsünü işçilere, emekçilere anlatmalıdır.

Sendikaların hükümetin saldırılarını püskürtmesi imkânsız değildir. Topyekûn bir seferberlikle tabanlarına dönen ve bu tabanın gücüyle hareket eden sendikalar durumu tersine çevirebilir. İşçi sınıfını eğitme ve örgütleme görevini önüne koyan sendikalar, tabanlarının desteği ve doğru politik yaklaşımlarla güçlenebilir.