Medya siyasetle dün de ilişkiliydi, bugün de ilişkili. Tabii yarın da ilişkili olacak gibi. Çünkü aslında medyanın dokusu ve varlığı  siyasetle örülü. İrdelenmesi gereken ise,  ilişkinin kamunun doğru bilgilendirilmesini perdeleme işlevi görüp görmediği konusu. Bir de tabii, sancılı mücadelelerle temel insan hakkı olarak kabul edilip tescillenen ifade özgürlüğünün ne denli serbestçe kullanılabildiği...
  3-4 Mayıs tarihlerinde, Dünya Basın Özgürlüğü Günü vesilesiyle,  Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), Avrupa Gazeteciler Federasyonu (EFJ) ile birlikte  'Basın ve İfade Özgürlüğü, Engeller ve Sorunlar' temalı bir panel düzenledi. Panelde bilim insanları ve gazetecilerce çeşitli tebliğler sunuldu. Tabii panelde söz dönüp dolaşılıp, Türkiye’deki medyanın hali üzerinde düğümlendi. Konuşmacılarca basın özgürlüğü çerçevesinde en çok dile getirilen ise; “yandaş medya” diye adlandırılan oluşumlar oldu. Tabii “kapitalizmin küresel krizi”, panelde sermayeyi bugüne dek en kapsamlı bilimsel yaklaşımla irdeleyen Karl Marx’a da   sık sık atıfta bulunmayı gerektirdi.  Gerçi Marx, sermayenin milliyetinin, sınırlarının olmadığını, hele  de  “kırmızı, sarı, pembe”(!) ve tabii “yeşil” gibi renk ve varyasyonlarından hiç söz etmemiş olsa da, “yandaş medya” yine de “yeşil sermaye” ile birlikte anıldı.
 Türkiye’de medyanın hali malum. Yeni yayınlanan BİA Medya Gözlem Raporu’nda belirtildiği üzere, “üç ayda 60'ı gazeteci, 110 kişi mahkemeye verildi.” Yine Dünya Basın Özgürlüğü Günü vesilesiyle Tutuklu Gazetecilerle Dayanışma Platformu’nca yayınlanan bir başka rapora göre de, şu anda 23 gazeteci ve yazar fikirlerini açıkladığı ya da rejimce istenmeyen haberleri yayınladı diye tutuklu.
Ülkeye demokrasinin yerleşmesinin, toplumun demokratikleşmesinin önünde en büyük engellerden birini, belki de başlıcasını medyanın durumu ve tutumu oluşturuyor. Son yıllardaki yeni gelişmeler eskiden aynı sıklıkta kullanılmayan “Yandaş medya” tanımlayıcı kavramını çok sık kullanılır hale getirdi.
Kavramsallaştırılan bu ifadedeki vurgu, “iktidara yandaşlığın” altını çizmede kullanılıyor. Aslında başka bir “yandaş” büyük medya grubu daha var. Şu anda “mazlum” rolünü oynamaya çalışıyorsa da gerçekte vıcık vıcıklığın da simgesi. Şimdiki pozisyon alışı, “AKP karşıtlığını” gerekli kılıyor ve muhalif’miş’ gibi yapıyor...
Türkiye içinde bulunduğu belki de tarihi olabilecek bu momentte bir değişim sürecinin en sancılı anlarını yaşadığından, kavramların içinin boşalması ve havada uçuşmasıyla, kafaların karışması sürecini de beraberinde yaşıyor. Burada “öz” gözden kaçabiliyor. Ya menfaatler ve beklentilerin yönlendirmesi ile ya da sahiden kafaların karışmasından ötürü...
 Söz konusu olması gereken, kamu ve toplum çıkarını gözeten bir yayıncılık anlayışı ise, medyanın özünde eleştirel olması ve istese de istemese de “iktidara” muhalif  ya da en azından mesafeli bir çizgi izlemesi gerekiyor. Bazen, menfaat ve beklenti ya da olan bitene, gerçeğe gözlerini kapamış olma hali, insanı “iktidarı” AKP’, hatta AKP’den  ibaret sanma gafleti içine düşürüyor. Eh, hal böyle olunca da “amiral gemisi”nin peşinden,  silahlı askeri bürokrasiye “esas duruşa” geçmek için “marş marş” yapılıveriyor rahatlıkla. Marş marşı yapana da, “muhalif” basın, “yandaş olmayan” basın deniyor kimilerince. Malum, elbette medyanın tümü demokratik değil, tümünde ilişkiler demokratik değil, tümünde  yapılanma demokratik değil.
DÜNE GÖRE DAHA DEMOKRATİK
 Ama, her türlü olumsuzluğa karşı, şu gerçeğin altını çizmekten  dekaçınmamak gerek. Her şeye rağmen, “medya” düne göre daha demokratik. Düşünsenize, medya dünkü yapısını koruyor olsa idi, “askeri vesayet” rejimini sürdürmek, ‘gerçek iktidar’ sahiplerinin iktidarlarını  korumak için bugüne dek girişilen provokasyonlar, kanlı operasyonlar, asit kuyuları vb. sergilenemeyecek  -bugünkü yetersiz haliyle bile olsa- kamuoyu daha yıllarca olan biteni  öğrenemeyecekti.
“Kaderin cilvesi” mi dersiniz artık, yoksa dünyadaki dinamikler mi ya da Türkiye dinamikleri mi, tarihsel diyalektik mi dersiniz. Ne derseniz dyin, ama tablo böyle.
Medyadan söz ederken her yanıyla tarihsel olan “Turkuvaz Medya”daki onurlu başkaldırıyı da unutmamak gerekiyor.
13 Şubat’ta Türkiye yeni bir güne uyanırken, Türkiye Gazeteciler Sendikası (TGS), her haliyle eylemi "tarihi" kılan pek çok özelliği içinde barındıran Turkuvaz Medya grubuna bağlı işyerlerinde “Grev” başlattı. Demokrasi, basın özgürlüğü, hak mücadelesi, hukuk gibi, yaşamsal talepleri yükseltmek, kendisi ve meslektaşları “örgütsüz”, dağınık, “perişan” haldeki medyanın yapabileceği bir şey gibi görünmüyordu. Ama, greve katılan 10 gazeteci bu durumu kırdı, umudu yeşertti.
Bu nedenle de, yıllar sonra yaşanan grev, medyadaki ilişkilerin demokratikleşmesine katkı anlamında da özel (tarihi) bir önem taşıyor. Kendilerine de sirayet etmesin diye sessiz kalıyorlar ama, biliniyor ve açıkça görülüyor ki; köşe yazarı olarak, kişi olarak malum tanımla, sadece “yandaş medya”da başlatılabildiği için bu grevi destekleyenler, el ovuşturanlar var. Ama sonuçta, tüm kanatlarıyla, demokrasinin çok uzağındaki ana akım merkez medya, “çıkarlar” ve  ‘sendikasızlaştırma’ ortak tutumuyla bir kere daha aralarından su sızmazmış gibi davranıyor...
29 yıl aradan sonra çok değişmiş ve “sendikasızlaştırma” operasyonunu başarmış medya ortamında başlatılan bu grev tam bir “turnusol” işlevi  görüyor. Gerçekler acıtsa da, “yüzleşme”nin zamanı.  Bu nedenle bile,  ‘ATV/Sabah Grevi’ mutlaka başarıya ulaşmalı. Çünkü, hangi siyasi görüşten olursa olsun herkesin, demokrasiye susamış tüm yurttaşların ortak çıkarı var bu grevin başarıya ulaşmasında...
Yalçın Ergündoğan
This email address is being protected from spambots. You need JavaScript enabled to view it.