Şenol Karakaş
Bugünlerde Rosa Lüksemburg’un cesedinin yıllardır bir hastanenin morgunda olduğu ve mezardaki cesedin bir başkasına ait olduğu tartışılıyor.
Dönemin canilerinin Rosa Lüksemburg’un cesedinden bile kokrmuş olmaları muhtemel. Rosa Lüksemburg çünkü çağının en önemli devrimcisiydi. En önemli hatibi, en parlak ve üretken yazarıydı.
Ama hepsinden önemlisi en korkusuz devrimcisiydi.
Rosa Lüksemburg’un devrimci marksist geleneğe yaptığı katkılar neredeyse sınırsızdır. Daha lise yıllarında genç bir devrimciyken içine atıldığı işçi mücadelesinden bir kez bile kopmadan ölümüne kadar tarihin tekerleklerinin ezilenler lehine dönmesi için uğraştı.
Hapis yattı, gizlenmek zorunda kaldı, ama yaşamına daima aynı ilke, işçi sınıfının kaderini birebir paylaşma ilkesi yön gösterdi.
İşçi sınıfının kitlesel eylemlerinin yaratıcı gücü hakkında 1905 Rus devriminin deneylerinden yola çıkarak kaleme aldığı yazılar, kitle grevlerinin, ekonomik ve siyasi taleplerle sürdürülen grevlerin iç içe geçmişliğinin, işçilerin mücadele içinde egemen sınıfını fikirlerinden süratle kurtulma yeteneğinin vurgulandığı benzersiz değerlendirmelerdir.
Sosyalizmi aydınlanmış kadroların örgütlü eylemi ya da parlamenter çoğunluk yoluyla tepeden kurulacak bir toplumsal yapı olarak algılayanlar için, Rosa Lüksemburg’un kitle grevinin gücüyle ilgili yazıları, sosyalizmin işçi sınıfının kendi eylemi olduğu vurgusu üzerinde yükselen klasik marksist geleneğin güncel deneyler ışığında zenginleştirilerek verildiği güçlü bir yanıttır.
Stalinist gelenek, Rusya’da egemenliğini kurmaya başladığı 1920’li yılların sonundan itibaren Rosa Lüksemburg’un kitaplarının Rusya’da yayınlanmasını yasakladı. Bu çok anlaşılabilir bir sansür uygulamasıydı, çünkü Rosa Lüksemburg’un sosyalizm anlayışı, bir grup Merkez Komitesi üyesi bürokratın kararnamelerle baskı altına aldığı ve sınırlarını belirlediği bir rejimle hiçbir ilişkiye sahip değildir. Stalinist Rus bürokrasisi, tıpkı Troçki gibi Rosa Lüksemburg’un eserlerinde de canlı, yaratıcı, kolektif ve aşağıdan örgütlenen bir sosyalizm anlayışı tüm ateşi ve keskinliğiyle vurgulandığı için, işçi sınıfının aşağıdan eylemine ve iradesine dayanmayan bir rejimi bürokratik ahmaklıkla eş tuttuğu için, stalinizmi sosyalizm olarak yutan birkaç kuşak komünist, Rosa Lüksemburg’un adını duyduğunda, örgütsüzlüğü savunan ve Ekim Devrimi’ni reddeden bir sağcı algılar oldular.
Bu, tarihin en berbat şakalarından birisi. Rosa Lüksemburg 1917 Ekim ayaklanmasını şöyle karşılamıştı: “Cesaretini, devrimci uzak görüşlülüğünü ve tarihi bir anda sebatını ortaya koyabilen bir parti, Lenin, Troçki ve öteki yoldaşlar, iyi bir ölçüdürler. Batılı sosyal demokratların eksikliğini hissettikleri devrimci şeref ve gücü, Bolşevikler temsil etmişlerdir. Onların Ekim ayaklanması, sadece Rus devriminin değil, enternasyonal sosyalizmin şerefinin de kurtuluşudur… Bunda, Lenin, Troçki ve arkadaşları ilktirler, dünya proletaryasına örnek olarak ilk ortaya çıkanlardır; bugüne kadar ‘ben cesaret ettim’ diyebilecek olanlardır.”
Ama Rosa Lüksemburg, sadece parlak bir yazar değil, bağımsız düşünenen bir devrimci olduğu için, Rusya’da Ekim devrimiyle birlikte Bolşevikleri bekleyen temel sorunu da ortaya koydu. “Rusya’da sadece problemin ortaya konulabileceğini, ama problemin sadece Rusya’da çözülemeyeceğini” anlattı. Bu, müthiş bir öngörüydü ve tek ülkede sosyalizmin imkânsızlığına dikkat çekiyor, eğer Rus devrimi yalnız kalırsa eski pisliğin, yoksulluğun ve baskının yeni biçimlerde Rusya’da gerçekleşen işçi devrimini boğacağının altını çiziyordu.
Rosa Lüksemburg’un dediği gibi oldu. Ekim devrimi tek başına kaldı ve Stalinist bürokrasi tarafından tüm kazanımları gasp edildi. Rosa’nın tahmin edemeyeceği, kendi eserlerinin ve devrimci mirasının da bu cadı avı döneminde, sağcılıkla, örgütsüzlüğü savunmakla suçlanacağıydı.
Rosa hiç örgütsüz olmadı. Ne var ki, o dönemde marksistlerin örgüt deyince aklına gelen Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin bürokratik aygıtına ve bu aygıtın, devrimi sonsuzluğa erteleyen refomist fikirlerine karşı ilk ayağa kalkan, ilk ses çıkartan, ilk teşhir bıçağını kullanan devrimci olduğu için, sınıf içinde bilinç eşitsizliğinden yola çıkarak öncü işçilerin örgütlenmesinden çok, bürokratik aygıta karşı işçilerin aşağıdan eyleminin gücüne vurgu yaptı.
Bu vurgular boşuna değildi. Birinci Dünya Savaşı’nı sona erdiren Alman Devrimi Rosa Lüksemburg’un da devrimiydi. Reformizmin ortak olduğu savaşı, reformizme karşı mücadelenin ruhu olan Rosa Lüksemburg’un okulunda yetişen işçilerin isyanı sona erdirdi. Nazizmin karanlık örgütçüleri olacak sağ sosyal demokratların da içinde olduğu “derin” bir örgütlenme tarafından katledildi.
Tony Cliff’in dediği gibi, “Rosa Lüksemburg, insanlık trajedisinin destanlaştığı yerde, göz yaşlarının yeterli olmadığını biliyordu. Onun temel inancı, Spinoza’nınki gibi: ‘Ağlama, gülme, fakat anla’ biçiminde olabilirdi. O, insnaların heyecanından çok aklına seslendi.”