Onur Öztürk

Başlıktaki üç kavram bir araya getirildiğinde belki ilk başta bir anlam çıkarılamayabilir. Ancak Türkiye Cumhuriyeti'nin dış politika uygulamaları ile iç politikası arasında yakın bir ilişki olduğunu bilen bir kişi bu konuda sıkıntı çekmeyecektir.

Anadolu'da nüfus mühendisliği

19.Yüzyılın sonu ve 20.Yüzyılın başında geç ortaya çıkan ulus devletler, kendilerini etnik ve dinsel, yani demografik olarak homojen bir ulus yaratma esasına dayandırmışlardı. Bu nedenle 20.yüzyıl başında Osmanlı'nın bulunduğu Balkanlar, Kafkasya ve Anadolu gibi coğrafyalarda zorunlu göç ettirme, nüfus mübadelesi, etnik temizlik gibi "nüfus mühendislikleri" yaygın olarak uygulanmıştır. Görece geç ortaya çıkan Türk milliyetçiliği de yakın coğrafyasındaki bu tür pratiklerden fazlasıyla etkilenmişti. Ayrıca Osmanlı'da ticaret burjuvazisinin Türk ve Müslüman olmayan etnik-dinsel topluluklardan gelmesi, bu tür toplumsal mühendisliklere bir başka gerekçe oluşturmuştu. Osmanlı'da bu alanda en kapsamlı politikalar 1910'ların ilk yarısında Balkan Savaşları'nın hemen ardından başladı.

Rumların Ege'den baskı yolu ile göç ettirilmesi (İddialara göre 150 bin ila 200 bin Rum bu süreçte göç ettirildi.) Birinci Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin yaşadığı "Büyük felaket" ile ciddi bir nüfus kayışı yaşandı. Ama Anadolu'daki nüfus yapısında değişim 1923 Lozan görüşmeleri sırasında Türkiye ile Yunanistan arasında imzalanan 31 Ocak 1923 tarihli "Nüfus mübadelesi" sözleşmesi ile oldu. Sözleşmeye göre İstanbul Rumları ve Batı Trakya Türkleri mübadele kapsamı dışında tutuldu. Mübadelenin uygulanması sonucunda 1 milyon ortodoks Yunanistan'a göç ederken, 400 bin müslüman da Türkiye'ye geldi. Bütün bu gelişmeler sonunda 1910'ların başında gayrimüslimlerin oranı toplam nüfusa göre % 20'ler civarında iken, 1927 sayımında bu oran %2.5'lara düşmüştür. Nüfus değişiklikleri ile Türk ve müslüman mülk sahiplerine büyük bir servet aktarımı sağlandı.

1950'ler: Kıbrıs, 6-7 Eylül

Lozan Antlaşması ile Kıbrıs resmen İngiltere'ye verilmişti. Ancak 1930'lara doğru adada bağımsızlık hareketleri başlamış, bu hareketler İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaygınlaşmıştı. Yunanistan egemen sınıfı, adanın Yunanistan'la birleşmesi anlamına gelen "Enosis" politikasını uygulamak için bu hareketleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istemişti. Türkiye'nin Kıbrıs konusundaki tutumu ise statükonun korunmasından -adada İngiltere'nin egemenliğinin sürmesinden- yana idi. Bu arada İngiltere de Türkiye'yi konunun içine dahil ederek işi çıkmaza sokma çabasındaydı. Asıl gerginlik 1954'ün Aralık ayında, Yunanistan'ın konuyu Kıbrıs'ın self-determinasyon hakkı çerçevesinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu gündemine getirmesi ile başladı. Bu tarihten sonra Türkiye'nin de Kıbrıs politikasında ani bir değişim oldu ve artık yeni tez adanın Türk ve Rum toplumu arasında taksim edilmesiydi. Bu konuda taraflar arasında ilk görüşme 1955 yılının Ağustos sonu ve Eylül başında Londra'da başladı. Bu arada Türkiye'de, Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti tarafından sık sık "Ya taksim, ya ölüm", "Kıbrıs Türk'tür Türk kalacak", "Rumlar defolun" gibi şoven-ırkçı sloganlarla gösteriler başladı.

6 Eylül günü İstanbul Ekspres gazetesi akşam baskısında "Atamızın Selanik'teki evine Rumlarca bomba atıldı." başlığıyla bir haber duyurdu. Bunun üzerine Kıbrıs Türk'tür Cemiyeti yeni bir gösteri başlattı. Yine ırkçı sloganlarla başlayan gösteri Taksim, Beyoğlu başta olmak üzere Rum, Ermeni ve Musevilere ait ev ve işyerlerine yönelik yağma ve saldırıya dönüştü. Kilise ve mezarlıklara kadar uzanan saldırılar ertesi gün de sürdü ve İzmir'e sıçradı.

Olayların bilânçosu korkunçtu: 3 ölü, 30 yaralı. Ayrıca 73 kilise, 1 havra, 8 ayazma, 2 manastır ve 3 bin 584'ü Rumlara ait olmak üzere 5 bin 583 işyeri ve ev tahrip edilip yakıldı.

Olaylar sonrasında pek çok Rum, geride malını mülkünü bırakarak ülkeden ayrılmak zorunda kaldı. 6-7 Eylül olaylarının ardından Türkiye Rumlarının yaşadığı en büyük travma 1964 yılında oldu. Yine Kıbrıs olayları bahane edilerek Türkiye'de bulunan çifte pasaportlu Rumların büyük bir bölümü Yunanistan'a gönderildi.

Gerek 1955, gerekse 1964 yılında yaşanan olaylar sonucu ülkede yaşayan Rumların sayısındaki azalış dikkat çekiciydi. Örneğin 6-7 Eylül öncesi İstanbul Rumlarının sayısı 120 bin civarında iken, olaylar sonrası bu sayı önce 70 bine, 1964 sonrası ise 7 bine kadar düştü. Bugün ise İstanbul'da 2 bin kadar Rum'un kaldığı tahmin edilmekte.

Sorumlulara ne oldu?

Hükümet 6-7 Eylül olayları sonrası, bunun bir komünist komplosu olduğunu iddia ederek, Aziz Nesin başta olmak üzere pek çok solcuyu tutukladı.

1990'ların başında eski Özel Harpçilerden Sabri Yirmibeşoğlu "Bu Özel Harbin işidir ve müthiş bir organizasyondu" diyecekti.

Atatürk'ün evine bomba atmakla itham edilen Oktay Engin ise ilerde kaymakam ve vali yapılarak ödüllendirilecekti.

Demokrat Parti hükümetini deviren 27 Mayıs darbesini yapanlar, olaydaki devletin diğer kurumlarının payını kamufle edebilmek için bütün sorumluluğu hükümete atacak ve DP'yi linç kampanyasına dönüşen Yassıada duruşmalarındaki davalardan biri de 6-7 Eylül davası olacaktı.