Amerikan emperyalizminin sorunları daha yeni başlıyor -Chris Harman-
(Socialist Review, Haziran, 2003)
Zafer tam olarak Beyaz Saray’ın umduğu kadar çabuk elde edilmemiş de olsa, Saddam Hüseyin’in askeri güçlerini yenilgiye uğratmak Amerikan emperyalizmi için işin kolay tarafıydı.
Daha şimdiden, hem Irak’ın işgaline karşı kitlesel direnişin işaretlerini görüyoruz, hem de Amerikan yönetimi içerisinde bundan sonra ne yapılacağı konusunda bölünmeler var. Bunun nedenini anlamak için, bu savaşın ne hakkında olduğu konusunda net olmak gerek.
Savaş karşıtı hareket, savaşın petrol ve Amerikan gücü hakkında olduğunu savunmakta haklıydı elbet. Ama Amerikan yönetimi gücünü niye bu yolla gösterme gereği hissetti? Bu sorunun cevabı, geçtiğimiz yarım yüzyıl boyunca Amerikan kapitalizminin uzun vadeli gelişim sürecinde yatıyor.
Yeni Bir Amerikan Yüzyılı mı?
İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda, dünya ekonomik üretiminin yarısına yakınını gerçekleştiren Amerika, açık farla dünyanın en önemli ekonomik gücü idi. Bu durum, 1990’lara gelindiğinde artık geçerli değildi. Amerikan kapitalizmi bu aradaki zamanda büyümüştü, fakat Avrupalı ve Japon rakipleri ondan daha fazla büyümüştü. Ve gelişmiş ülkelerden üç kat daha hızlı büyüme oranına sahip olan Çin, Amerika’yı yakalamaya başlıyordu. Paul Kennedy gibi yorumcular Amerikan gücünün uzun vadeli düşüşünden söz etmeye başladılar. Art arda birçok Cumhuriyetçi Parti hükümetinin danışmanlığını yapan savaş suçlusu Henry Kissinger, bu kadar ileri gitmemekle birlikte, şu konuda ısrarlıydı: “Soğuk Savaş’ın sonu, bazı gözlemcilerin ‘tek kutuplu’ ya da ‘tek süpergüçlü’ dedikleri bir dünya yarattı. Ancak Amerika, gerçekte, küresel gündemi tek başına dayatabilme konusunda bugün Soğuk Savaş’ın başlangıcında olduğundan daha iyi bir konumda değil... Birleşik Devletler, Soğuk Savaş döneminde hiç yaşamadığı ölçekte bir ekonomik rekabet ile karşı karşıya kalacak.”
Amerikan siyasi çevrelerinde, Amerika’nın diğer büyük güçler karşısında sahip olduğu tek muazzam üstünlüğü - askeri üstünlüğünü – kullanması gerektiği doğrultusunda bir yönelim ortaya çıkmaya başladı. Clinton yönetimi bu doğrultuda hareket etmeye başladı: NATO’yu Doğu Avrupa ülkelerini de içine alacak şekilde genişletti, Füze Savunma Sistemi (aslen Çin’e karşı) hakkında bir araştırma başlattı, Bosna’ya askeri müdahalede bulundu ve Sırbistan’a savaşı açtı.
Clinton yönetiminin bu adımları, Rumsfeld, Wolfowitz, Cheney ve akıl hocaları Richard Perle ve William Kristol’un Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi için yeterli değildi. Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin kuruluş bildirgesinde şöyle iddia ediliyordu: “Amerikan dışişleri ve savunma politikaları amaçsız bir şekilde rüzgarda savruluyor. 20. yüzyıl sona ererken, Birleşik Devletler dünyanın en büyük gücü... Bu fırsatı boşa harcamak ve önümüzdeki görevde başarısız olmak tehlikesiyle karşı karşıyayız”.
Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi’nin taraftarlarına göre, Amerika, askeri harcamalarını arttırmalı ve parayı teknolojik olarak en gelişmiş silah sistemlerine yatırmalı, böylece istediği her yere hızla ve az kayıp vererek müdahale edebilir hale gelmeliydi. Irak, müdahale edilecek yerler listesinin başında yer alıyor olmalıydı. 11 Eylül 2001’in ardından Amerika’da panik havası eserken, Beyaz Saray’da oturan bu ekip gündemini uygulamaya başlayabildi.
Bu noktada, Amerikan kapitalizminin problemleri 1990’ların ortalarında olduğundan çok daha açıktı. Yeni teknoloji patlamasının çöküşü, Amerikan şirketlerinin gerçek kârlarının açıkladıklarından %50 daha düşük olduğunu açığa çıkardı. Ve Amerikan kapitalizmi normal işleyişini sürdürebilmek için, dünyanın geri kalanından (aslen doğu Asya ülkelerinden) yılda yaklaşık 400 milyar dolar kadar borçlanmaya bağımlı hale gelmişti.
Bu duruma Bush çetesinin getirdiği çözüm, Amerika’nın ekonomik zaaflarının üstesinden gelmek amacıyla askeri gücünü kullanmak oldu. Yurtiçinde, 1980’lerin Reagan döneminin ekonomik politikalarına geri dönüldü: durgunluktan kaçışın yolu olarak, askeri harcamaların muazzam ölçüde arttırılması ve zenginlerden alınan vergilerde büyük kesintiler yapılması politikaları izlendi. Yurtdışında, Amerika’nın küresel gücünü dayatmak için birbiri ardından yapılan askeri müdahaleler, Amerika’nın tüm gelişmiş kapitalist ülkelerin bağımlı olduğu petrol kaynakları üzerinde denetimini sağlayacak ve Amerika’nın yatırım yapmak isteyen yabancılar için en güvenli ülke olduğunu vurgulayacaktı. Bush yönetiminin savaşa gitmesinin mantığı bu. Oysa, önemli hatalarla dolu bir mantık bu.
Birinci hata, bizzat Irak’taki durum ile ilgili. Rumsfeld’in askeri doktrini, üstün silah teknolojisi sayesinde nispeten az sayıda kara kuvvetinin (bu savaşta yaklaşık 200.000; 1991’deki Körfez Savaşı’nda kullanılan asker sayısının üçte biri) hızla başkentlere girerek düşman hükümetleri devirmesine dayanıyor. Amerika daha fazla asker kullanmak zorunda kalsaydı, başka direngen devletlere karşı savaş tehdidi savurmak daha zor olurdu.
Ancak, savaş alanında elde edilen başarı, otomatik olarak, petrol kaynaklarının denetimi yoluyla kapitalist dünyanın geri kalanı üzerinde egemenlik kurma amacının başarıya ulaşması anlamına gelmiyor. Irak’ın tam ve uzun vadeli işgalinden daha azının bu amaca hizmet edeceğini düşünmek zor. Kendi yerel tabanına ve desteğe sahip herhangi bir Irak hükümeti petrol fiyatlarını Amerikan kapitalizminin çıkarlarına göre değil, kendi çıkarlarına göre ayarlamak isteyecektir çünkü.
Bir yeri tam anlamıyla işgal etmek ise, ani baskınlardan çok daha fazla askeri güç gerektirir ve çok daha pahalıdır. Örneğin Rusya, 1956 Macaristan ve 1968 Çekoslavakya devrimlerini bastırmak için şu anda Amerika’nın Irak’ta kullandığı asker sayısının iki katını kullanmıştı - üstelik Irak’ın nüfusu her iki ülkenin nüfusunun iki katı olmasına rağmen.
İmparatorluk Çağı
Avrupalı güçlerin, dünyanın geri kalanını bir yüzyıl boyunca kendi aralarında paylaşmışken, 1950 ve 1960’larda neden sömürgelerinden ger çekildiklerini anımsamakta da yarar var. Çağdaş ulusal kurtuluş hareketleri ortaya çıktığında ve herhangi bir sınıfın herhangi bir konudaki memnunsuzluğu yabancı işgaline karşı düşmanlığa dönüşürken, Avrupalı güçler için bu sömürgeleri elde tutmayı sürdürmek gittikçe daha zor ve daha pahalı olmaya başladı.
Aynı zamanda, kapitalizmin ekonomik mantığı, doğrudan sömürge sahibi olmayı da anlamsız hale getirmeye başladı. Pazarlar ve kârlı yatırımlar açısından en önemli ve hızlı büyüyen alanlar artık bizzat gelişmiş ülkelerin kendileri idi. Toprakların paylaşımı açısından bir yüzyıl önce emperyalistler arası çatışmanın merkezi olan Afrika, bugün toplam yabancı sermaye yatırımlarının binde altısını ve Latin Amerika sadece yüzde 6’sını alıyor. Avrupa sömürgeciliği, en küçük bir direniş ile karşılaştığı anda kârlı bir iş olmaktan çıktı.
Bu da, Bush çetesinin stratejisindeki ikinci hata. Orta Doğu dünya kapitalizmi için Afrika ve Latin Amerika’nın çoğundan daha önemli. Ama yine de, Amerika tam anlamıyla işgal politikası izlemeye devam ederse, Amerikan kapitalizminin kaybettiklerinden daha fazlasını elde edeceği hiçbir şekilde kesin değil. Petrolü kontrol ediyor olmak işgalin maliyetini otomatik olarak ödemeyebilir. Uzmanlar, Irak petrol üretiminin istenen düzeye gelmesinin beş yıl alabileceğini tahmin ediyorlar. Ve bu beş yıldan sonra bile, Amerika’nın yurtiçi çıkarlarını tatmin etmek için istenen düşük petrol fiyatları, işgal güçlerinin petrol gelirinin sınırlı olması anlamına gelecektir.
Amerikan güçleri, Saddam rejiminin çökmesinin hemen ardından, 24 saat içinde, hem Sünnilerin hem Şiilerin direnişleriyle karşılaştı. Beş yıl sonra, petrol tam anlamıyla akmaya başladığında, Irak’ta hâlâ çok sayıda Amerikan askeri olursa, bu askerlerin çok daha büyük bir direnişle karşı karşıya olmayacaklarını düşünmek zor. Dahası, az sayıda Amerikan askeri dahi, sadece Irak’ta değil, bölgenin her tarafında muazzam bir öfke yaratacaktır. Suudi Arabistan’da kalıcı olarak bulunan salt 5.000 Amerikan askeri var; bu rakam bile El Kaide’yi doğurmaya yetti.
Bütün bunlar, Amerikan yönetiminin Bağdat’ı ele geçirdikten sonra bir sonraki adımın ne olması gerektiği konusunda niye ikiye bölündüğünü açıklıyor. Bir kesim, Amerika’nın görevinin, ne kadar uzun zaman alırsa alsın, bütün bölgeyi kendi çıkarlarına göre şekillendirmek olduğuna inanıyor. Bu kesim, Latin Amerika’da 1980’lerde iç savaşlar ve Amerikan müdahaleleri sonunda olduğu gibi, seçimler yoluyla bir tür meşruluk elde etmiş ayrıcalıklı elitler tarafından yönetilen Amerikan yanlısı istikrarlı rejimler inşa edebileceğini hayal ediyor. Bir diğer kesim, böylesi bir ‘ulus inşası’nın çok pahalı olduğunu ve Amerika’nın, olabildiğince hızla, arkasında uysal ve gerekirse keyfi olarak seçilmiş bir hükümet bırakarak Irak’tan çekilmek zorunda olduğu konusunda ısrar ediyor. Tüm diğer senaryolar, diyor bu kesim, Amerika’nın Vietnam tarzı bir bataklığa düşmesi ve elindekileri koruyabilmek için giderek artan sayıda asker kullanmak zorunda kalması tehlikesini taşımaktadır.
Amerika büyük olasılıkla iki arada bir derede, en zor durumda kalacak: ülkeyi etkili bir şekilde işgal etmek için yetersiz sayıda askerle işgale devam edecek, askerler kendilerini giderek artan bir düşmanlıkla gören Irak halkını sindirmek için vahşice saldıracak ve düşmanlığın daha da artmasına yol açacak. Amerika’nın uysal bir hükümet kurma girişimlerinin en kolay yolu, daha önce Saddam’ın da yaptığı gibi, orta ve üst sınıf Sünnilere (ve muhtemelen, yeni bir isim altında, Baas Partisi’nin önemli bir kısmına) dayanmak olacaktır. Bu, kuşkusuz, Şii dini liderlerini ve halk tabakalarını yabancılaştıracak ve Amerika’nın Irak’taki varlığına daha da azimle karşı çıkmalarına yol açacaktır. Bu da, hem Amerika’nın bölgeden çekilmesini güçleştirecek, hem de, aynı zamanda, Amerika’nın Irak’ı işgal etmeye devam etmesinin siyasi ve ekonomik maliyetini arttıracaktır.
Amerika’nın stratejisindeki üçüncü hata, bu stratejinin Amerikan kapitalizminin genel sorununu çözmekte tümüyle yetersiz olması. Amerika’nın giderek artan askeri üstünlüğü, Amerikan şirketlerinin kâr oranlarını arttırmayacak. Kuşkusuz, Amerikan hükümeti için, Üçüncü Dünya hükümetlerine ekonomilerini Amerikan firmalarına açmalarını, aldıkları borçları ödemelerini ve IMF’nin dediklerini yapmaya devam etmelerini dayatmak biraz daha kolay olacaktır. Kuşkusuz, savaştan doğrudan kâr sağlayan petrol, silah ve inşaat şirketlerinin kârlarında bir artış olacaktır. Ancak bunlar, Amerika’daki kâr oranlarını beş yıl önce sözde bulundukları düzeye yükseltmek için dünyanın geri kalanından emilmesi gereken muazzam ek artık değer miktarının emilmesini sağlayamayacaktır. Ve kârlılık oranlarında artış sağlanmadığında, askeri harcamalar ve vergi kesintileri Amerikan ekonomisinin sorunlarının çözülmesine değil, daha da artmasına neden olacaktır. Amerikan ekonomisi, dünyanın geri kalanından borçlanmaya daha da bağımlı hale gelecek – ve bu borçlanmanın yurtiçinde ve yurtdışındaki kriz nedeniyle kesintiye uğraması ve olağanüstü yıkıcı sonuçlar doğurması işten bile değil. Bu olasılık, bir sonraki adımın ne olması gerektiği konusunda Amerikan egemen sınıfı içindeki bölünmenin derinleşmesine neden olacak; Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi çetesi yeni yeni askeri gövde gösterileri yapılması gerektiğini savunurken, egemen sınıfın diğer kesimleri bu gidişatın sonuçları hakkında giderek daha da kaygılanacak.
Bush çetesi ve generalleri, zafer kutlamalarını bir an önce bitirseler
iyi ederler. Bir iki yıl içinde kutlayacak pek bir şeyleri kalmayacağa
benzer.