Kapitalizme
karşı elele: Seattle’da dönüm noktası
-Roni Margulies-
Üç-dört hafta öncesine kadar, Dünya Ticaret Örgütü’nün adını ne Türkiye’de ne de Batı ülkelerinde pek duyan olmamıştı herhalde. Ama 30 Kasım günü Amerika’nın Seattle şehrinde DTÖ ansızın ünleniverdi. On binlerce genç ve 40 bin sendikalı işçi, öğrenciler, çevreciler ve daha pek çokları, polise, zırhlı araçlara ve gözyaşı bombalarına rağmen DTÖ toplantısının açılış merasimini engellediler. Amerika’nın göbeğinde, Microsoft ve Boeing gibi dev uluslararası şirketlerin merkezi olan Seattle şehrinde, sermayenin en önemli uluslararası kuruluşlarından DTÖ Bill Clinton’ın başkanlık edeceği açılış merasimini iptal etmek zorunda kaldı. Toplantının kendisi ise ancak sokağa çıkma yasağı ilan edilmesi ve sıkıyönetimi andıran koşulların yaratılmasıyla gerçekleştirilebildi.
Gösteriye katılan 1.200 Seattle dok işçisi iş bırakıp geldiği için, şehrin limanı o gün kapalıydı. Gösteride Amerika’nın Batı kıyısındaki Tacoma, San Francisco, Los Angeles ve Long Beach limanlarının herbirinden birkaç yüz işçi ile birlikte sendika flamalarıyla nakliyat, demir çelik, sağlık, belediye ve Boeing işçileri vardı. Dünyanın 25 ülkesinden 55 sendika da delegasyonlar göndermişti.
Boeing uçak fabrikasında çalışan bir işçi “Buraya uluslararası şirketlere karşı halkın sesini duyurmaya geldik. Ben 80.000 işçinin çalıştığı Boeing fabrikasında çalışıyorum. Bize fabrikada hayvan muamelesi yapanlar dünyayı da yönetiyorlar; nasıl güvenebilirim ki onlara? Eğer temiz bir çevre ve dünyanın tüm insanları için iyi bir gelecek istiyorsak, hayatlarımızı bunların elinden geri almamız gerek. Bugün iyi bir başlangıç oldu” diyordu.
Aynı gün, Batı Avrupa’nın tüm başkentlerinde on binlerce kişilik benzer gösteriler yapıldı. Her yerde gösterilerin bileşimi aynıydı: sendikalar, çevreciler, gençler.
Her yerde sendika flamalarına kapitalizmi lanetleyen pankartlar karışıyor, her gösteride “Kapitalizm dünyayı imha ediyor!”, “Kapitalizme hayır!” sloganları bağırılıyordu. Böylesine doğrudan bir şekilde kapitalizmi hedef alan; çevre kirliliği, çocuk emeği, üçüncü dünyanın Batı’ya borcu, özelleştirme ve sendika hakları gibi bir dizi konunun hepsini birden ele alan ve hepsini doğrudan kapitalizme bağlayan gösteriler, Amerika bir yana dursun, herhalde dünyanın hiçbir yerinde çok uzun zamandır görülmemişti.
Seattle’daki gösteriye katılanların ve gösteriyi televizyonlarında izleyenlerin birçoğu 1968’de Chicago’da Demokratik Parti toplantısını basarak Vietnam savaşını protesto edenleri hatırlıyordu. O zaman da, birçoklarının Amerikan polisinden beklemediği bir vahşetle göstericilere saldırılmış ve Chicago o yıl başlayan muazzam işçi ve öğrenci hareketinin simgesi haline gelmişti. “Bütün dünya bizi izliyor!” diye bağırıyordu Chicago’daki göstericiler polisle çatışırken. Seattle’da da gözyaşı bombalarının dumanları arasında aynı slogan duyuldu.
Daha şimdiden, Seattle da bir simge oldu. DTÖ toplantısından bir hafta sonra greve çıkmak üzere olan New York otobüs ve metro işçileri 12.000 kişilik bir gösteri düzenlediklerinde herkes “Seattle’ın ruhunu New York’a taşımak” sözünü ediyordu. İngiltere’de hükümetin Türkiye’deki Ilısu Barajına destek vermesine karşı yapılan toplantılarda “Seattle’dan dersinizi almadınız mı?” deniliyordu.
Seattle bir süredir Batı ülkelerinde değişmekte olan siyasi havanın simgesi.
Aşağı yukarı on yıldır Batı’da zaman zaman büyük ve yaygın işçi mücadeleleri yaşanıyor. Özellikle Fransa, İtalya, Yunanistan gibi ülkelerde bu mücadeleler, savunma niteliğinde de olsa, önemli kazanımlar elde etti, egemen sınıfların saldırılarını püskürttü, planlarını kısmen uygulanamaz hale getirdi. Ancak bu mücadeleler (belki Fransa’daki Kasım-Aralık 1995 hareketleri istisna olmak üzere) genelleşmiyor, sürekli kılınamıyordu. Amerika ve İngiltere başta olmak üzere bazı ülkelerde ise, egemen sınıfların Reagan ve Thatcher dönemlerindeki topyekün saldırısı durdurulmuş olmakla birlikte, sınıf mücadelesinin düzeyi oldukça geriydi, grev ve direniş istatistikleri alabildiğine düşük bir düzeyde seyrediyordu.
Sınıf mücadelesinin 1990’lar boyunca süreksizliği, beklenmedik şekilde beklenmedik yerlerde patlak verip tekrar yatışması, birçok ülkede küçük küçük yerel mücadelelerden ileri gidememesi Amerika ve Avrupa işçi sınıflarının 1980’lerden devraldığı mirastan kaynaklanıyordu. Dünya ekonomisinin 1970 yılında krize girmeye başlamasıyla 1970’ler boyunca bocalayan egemen sınıflar nihayet 1980’lerde acımasız bir saldırıyla krize karşı kendi çözüımlerini dayatmaya başladılar. Egemen sınıfın çözümü sosyal devletin imha edilmesini, piyasa ekonomisinin tüm çıplaklığı ve vahşetiyle oturtulmasını, özelleştirmeyi, işçi örgütlerinin zayıflatılmasını gerektiriyordu.
Krizin ilk etkilerine karşı 1970’ler boyunca dişe diş mücadele eden işçi sınıfı 1980’lerle birlikte bu mücadeleden yenik çıkmaya başladı. En başta ideolojik mücadelede yenildi. Sınıfın geleneksel önderlikleri, komünist partilerle sosyal demokrat partiler, piyasa ekonomisini, özelleştirmeyi, kriz dönemlerinde bazı sosyal haklardan mecburen vazgeçilmesi gerektiğini şu veya bu ölçüde kabullendi. Böylesi ödünler verdikten sonra ise, adeta baştan yenik bir şekilde, egemen sınıfların topyekün ideolojik ve ekonomik saldırısı karşısında direnemedi. Tüm 1980’ler boyunca, Amerika, Avrupa ve Türkiye’de Thatcherizm, Reaganizm, Özalcılık rüzgarları işçi sınıfını kasıp kavurdu. En kötüsünün Türkiye’de yaşandığını düşünenler, Batı’da ne büyük yenilgiler yaşandığını, ne büyük kazanımların kaybedildiğini bilmedikleri için böyle düşünebilir ancak.
Bunun üzerine, bir de 1989’da Doğu Avrupa’da stalinizmin çöküşü geldi. Bu çöküş, ‘Sosyalizmin ölümü’, ‘piyasa kapitalizminin nihai zaferi’, ‘tarihin sonu’ olarak yorumlandı ve geleneksel önderlikler bu yorumlara da teslim oldular. Bugün yaygınlığını yer yer hala koruyan ‘marksizmi tümüyle gözden geçirmek gerek’, ‘eski mücadele yöntemleri artık geçerli değil’, ‘sendikalar artık eski önemini yitirdi’ türünden görüşler hep bu dönemde ortaya çıktı.
Ancak, tam da egemen sınıfların zafer çığlıklarının en yüksek sesle atıldığı dönemde, Yeni Dünya Düzeni ilan edilirken, hava değişmeye başladı. Bu zaferin, piyasanın, yeni düzenin ne anlama geldiği 1990’lar boyunca giderek büyüyen kitleler tarafından sorgulanmaya başlandı. Piyasa kapitalizminin Doğu Avrupa ülkeleriyle Rusya’yı ne hale getirdiğini bütün dünya izledi. Derken, kapitalizmin baştacı olan Asya Kaplanları çöktü. Afrika’da milyonlar açlığa terkedildi. Yeni Dünya Düzeni’nin barış ve refah günleri Irak’ın bombalanmasıyla başladı, arkasından tekrar Irak, sonra Yugoslavya, şimdi Çeçenistan yerle bir edildi, kanlı askeri müdahaleler birbirini izledi. Çevre felaketleri, doğal afetler, bu afetler karşısında hükümetlerin ilgisizliği arka arkaya geldi.
Batı işçi sınıfları 1980’lerde yaşadığı yenilgi ve kayıplardan sonra, tüm vaatlerin, tüm ideolojik iddiaların 1990’lar boyunca boş çıktığını gözlemledi. Yer yer direnmeye, yer yer hücuma geçmeye başladı. El yordamıyla, kendine güvensiz bir şekilde, yavaş yavaş. Büyük yenilgiler yaşayan sınıflar bunun arkasından aslan kesilemez. Moralsizdir, örgütleri ve gelenekleri gevşemiştir, güvensizdir. Temkinli davranır. Toparlanması, mücadele güdülerini yeniden kazanması gerekir. 1990’lar boyunca bunu yaşadık. Büyük mücadelelere girişmeden önce işçi sınıfı siyasi havasının değişiyor olduğunu Amerika’da (daha solda olarak algılanan) Clinton’ı, Almanya, Fransa, İtalya ve İngiltere’de sosyal demokratları iktidara getirerek belli etmeye başladı. Mücadelelere ise kesik kesik, biraz tutuk bir şekilde girdi: Amerika’da UPS grevi, Fransa’da 1995 sonu grevleri, İtalya ve Belçika’da kısa genel grevler.
Seattle’ın önemi, belki de yeni bir dönemi müjdeliyor olması. 1980’lerde çevrecilik, üçüncü dünyacılık, feminizm, hep 1970’lerin sıcak mücadelelerinden geri çekilmenin, sisteme karşı mücadele etmekten sınırlı mücadelelere çekilmenin, apolitikleşmenin göstergeleriydi. Seattle’da kaplumbağaları kurtarmak için polisle çatışan gençler ise uzun bir gerileme döneminden sonra politikleşen gençlerdi. Kapitalizme karşı mücadeleden çekilen değil, çevre sorunlarıyla kapitalizmi hemen ilişkilendiren gençlerdi.
İşçilerle öğrencilerin birlikte mücadelesi, çevre ile ilgili taleplerle
grevlerin birlikteliği, fakir ülkelerin sorunlarını Boeing işçilerine hissettiren
enternasyonalizm. 1968’i yaşamıyoruz henüz kuşkusuz. Ama havada 1967’yi
andıran bir şeyler var.