Sosyalist İşçi 222 (20 Ağustos 2004)
Sayfa
10:
Sosyalistler ne diyor?
Sosyalist devrim ne demektir?
Sosyalist devrim üzerine yapılan tartışmalar aslında, "şiddet" ile değil, toplum
içerisinde halkın gerçek gücünü geliştirmekle, demokrasiyi genişletmekle ilgilidir.
Sosyalist devrimin asıl anlamı şudur: işçi sınıfı, kökleri günlük yaşamda olan,
varolan otoritelere meydan okuyacak ve onların yerini alacak yeni kurumlar geliştirir.
Milyonların iradesinin aracı olabilmeleri için, bu kurumların demokratik olması
zorunludur.
Şimdiye kadar işçiler, farklı zamanlarda ve farklı yerlerde, bu kurumlara, komün,
sovyet, işçi konseyi, özerk cumhuriyet gibi isimler verdiler.
Büyük olasılıkla gelecekte de yeni isimler bulacaklar.
Sosyalist devrim, milyonların aktif olarak katıldığı, "aşağıdan" bir süreç olmak
zorundadır. Sosyalist devrim boyunca sıradan insanlar kendi yaşamlarını etkileyen
bütün meselelerin kontrolünü ele alırlar.
Bu, genel olarak bir "politika" sorunu değildir. Ekonomik yaşama ve dolayısıyla
üretim araçlarının toplumsallaştırılmasına kadar uzanır. Toplumun zenginliği
çok az insan tarafından kontrol edildiğinde, gerçek bir demokrasiden söz etmek
mümkün değildir.
Sosyalist devrim, işyerlerine kadar uzanır. Bazı insanlar diğerlerinin patronu
olurken ve ayrıcalık sahibi olmak için daha fazla para kazanırken demokrasinin
hiçbir anlamı yoktur.
Sosyalist devrim "yasa ve düzen" sorunlarıyla uğraşır. Seçilmemiş yargıçlar,
sulh yargıçları ve polis şefleri hiçbir zaman suçun yarattığı problemleri, ve
kapitalizm altında yabancılaşmış yaşamın ürünü olan günlük şiddeti çözemezler.
Sosyalist devrimde, çalışan insanlar, sosyal yaşamın her alanında kontrolü ele
geçirirler ve neye ihtiyaç duyduklarını ve bu ihtiyaçlarını karşılamanın en iyi
yolunun ne olduğunu tartışırlar. Yeni bir dünyayı şekillendirmenin araçlarının
kontrolünü ele geçirirler.
Böyle bir değişim, sadece kurumları değiştirmenin ötesine geçer ve toplumun ve
insan psikolojisinin en derin düzeyinde gerçekleşir. Kapitalizmde, çoğu zaman,
yöneticilerimizin gücü, bizim kendi aramızda bölünmüş olmamız ve kendimizi güçsüz
hissetmemiz koşuluna bağlıdır.
İşte, kapitalist toplumda cinsiyetçi, milliyetçi ve ırkçı bölünmelerin önemi
burada yatar. Hayatın oluşturduğu engellerin gerçek kaynaklarını saptırarak,
bunların sorumluluğunu "günah keçileri"nin üzerine atarlar.
Farklı zamanlarda, bu hedefler Katolikler, İrlandalılar, Yahudiler, siyah ve
Asyalı insanlar, eşcinseller ve diğerleri olmuştur. Yöneticilerimiz sıklıkla,
hem Blair hükümeti hem de basın tarafından mültecilere yönelik iğrenç histerik
yaklaşım gibi günah keçisi haline getirme olaylarını teşvik ederler. Fakat, bu
bölünmelerin temelinde yatan daha derin bir şey; yani kapitalizmde her günkü
yaşam tarafından oluşturulan yoğun güçsüzlük duygusudur.
Yaşamak için bir başkası için çalışmak, patronlar tarafından aşağılanmaya boyun
eğmek zorundayız. Teoride "özgür" olduğumuz "pazar", aslında, çalışan insanlara
çok az seçenek sunar.
Günlük yaşam, acı gerçek ile 'kendi yaşam koşulları üzerinde demokratik güçlerini
kullanan sıradan insanlar' fikri arasındaki boşluğun en büyük olduğu yerdir.
Birkaç yılda bir seçimlerde oy kullanmak bu boşluğu kapatmaz.
Halk devrimi gereklidir, çünkü egemen sınıfı sırtımızdan atmanın başka bir yolu
yoktur. Daha da önemli olan, beraber mücadele ettiklerinde bu insanların yaşamında
meydana gelen değişimler, ve bu mücadelenin onları harekete geçirici etkisidir.
Bir yüzyıl önce, Rus devrimcisi Lenin, "her devrim ezilenlerin şölenidir" diye
yazmıştı. İşte bu en önemli ve en değerli, şeydir. İnsanlar kendilerini dönüştürürler.
Biz, bu dönüşümü, küçük ölçekte, grevlerde ve sosyal hareketlerde görürüz. İnsanların
kendilerine olan güvenleri artar ve kendilerini daha iyi hissederler. 1980'de
Polonya'da, kitle grevlerinin etkisi ve zaferi sadece işçilerin kendi arasında
değil, bütün toplumda hissedildi.
Hastanelerdeki hastalar daha çabuk iyileştiler ve taburcu oldular. Birkaç hafta
içinde hastane koğuşları tekrar doldu; fakat bu sefer kendini bir anda kötü hisseden
resmi görevliler ve yöneticilerle.
Halk devrimleri, toplumun yaratıcılığını ve farklı bir toplumun temeli için gerekli
olan kolektif gücü artırırlar. Devrim, kapitalizmde önü kapatılan bu potansiyelin
önünün açılması sürecidir.
Devrim kolektif ve ortak bir süreç olmak zorundadır. Yeni bir dünya yaratma kapasitemize
olan güvenimiz, bütün güce sahipmiş gibi görünen egemenler karşısında zayıf düşürülmüş
ve yeteneksizleştirilmiş, yalnız ve çaresiz bireyler olmadığımız duygusuna bağlıdır.
Devrimlerin sadece egemen sınıflar için değil, aynı zamanda sıradan insanlar
için de sürpriz olmasının nedeni budur.
Her dürüst halk devrimi tarihçisi, insanların devrim sırasında duydukları mutlululuğu
ve kendi güçlerini kazanmış olmalarını anlatmanın yanı ısra yanı sıra, her zaman,
bu durumu da kayda geçmiştir. İnsanlar, devrimlerde, başka koşullarda olduklarından
daha hızlı değişirler.
Yeni olasılıklar kendilerini ortaya çıkarırlar. Bir anda insanlığın ufku genişler.
Gri dünya yeni renkler almaya başlar. Sadece devrim deneyiminde güçsüzler kendi
kapasitelerini görmeye, kendi güçlerini sınamaya ve artırmaya ve bilinçli bir
şekilde yeni bir dünyayı yönetme yeteneğine sahip olmaya başlarlar.
Bu hiçbir şekilde şiddetle değil, tamamen özgürlüğün genişletilmesiyle ilgilidir.
Colin Barker
Çeviren: Arife Köse
Fahrenheit 9/11: Korkunç gerçek
Yapımcı Michael Moore’un son belgeseli Fahrenheit 9/11 gişe rekorları kırıyor.İki
hafta içinde, sınırlı sayıda sinemada gösterilmesine rağmen, 100 milyon dolarlık
gişe gelirielde etti. Bu bir belgesel için büyük bir rekor.
Fahrenheit 9/11’e karşı Bush taraftarlarının alel acele hazırlayarak çıkardığı
Amerika’nın Kalbi ve Ruhu adlı film ise 500 salonda gösterime girmesine rağmen
aynı dönemde sadece 311.572 dolarlık gişe geliri elde edebildi.
Fahrenheit 9/11, politik olarak çok keskin bir film. İkiz kulelere yapılan
saldırı sırasında ABD yönetiminin şaşkınlığını ve çaresizliğini ama hemen ardından
nasıl hin bir tutum adlığını göstermekle başlıyor.
Çok çıplak bir biçimde George W. Bush’un nasıl seçimleri kazandığını ve rakibi
Demokrat Parti’nin egemen sınıfın çıkarlarını koruma adına nasıl geri çekildiğini
anlatarak devam ediyor.
Ancak filmin en çarpıcı bölümü savaşın Amerikan toplumu için ne denli bir sınıfsal
olay olduğu.
Kolayca Amerikan düşmanlığı yapanlar için de Moore’un filmi çok öğretici.
Çölün ortasında “ben burada ne yapıyorum” diyen askerler, Irak’ta ölen oğlunun
arkasından tüm Amerikan yurtseverliğine rağmen sorular soran ve göz yaşı döken
anne, hastanede vücutlarının çeşitli organlarını kaybetmiş askerler. Hepsi
de Amerikan toplumun yosul kesimlerinden geliyor. Hepsi işsizliğin en ağır,
en çarpıcı olduğu kentlerden, bölgelerden askere katılmışlar.
Amerika’da askerlik zorunlu değil. İnsanlar para için asker oluyor.
Askere insan toplamak için özel görevliler. Michael Moore böylesi 4 görevliyi
takip ediyor.
Orta sınıf bölgeleri hiç gitmiyorlar. Onlar gözlerini Afrikalı-Amerikalıların
(siyahların) yoğun olduğu ve işsizliğin çok yüksek olduğu bölgelere dikmişler.
Burada işsiz gençlere gidiyorlar. Askerliği öyle bir anlatıyorlar ki dinleyen
savaşa gidebileceğini, yaralanıp, ölebileceğini hiç düşünmüyor. İşsiz olduğu
için de ordunun verdiği nisbeten yüksek ücrete kanıyor.
Amerikan Senatosu’nda oğlu asker olan sadece 1 senatör var. Geri kalanlar çocuklarını
bu pis işe sokmuyor.
Moore yanına bir Irak gazisi alarak senatonun önüne gidiyor. Önüne gelen senatörlere
oğullarını askere gönderip göndermeyeceklerini soruyor.
İlk sorduğu senatör boş bulunuyor ve “neden olmasın” diyor. Ama Moore gerekli
formları çıkarıp senatörün imzalamasını isteyince adam kaçıyor.
Diğer senatörler ise Moore’un ne yaptığını öğrenmiş oldukları için kaçışıyorlar.
Hepsi de “Irak’a savaşa evet” demiş olan bütün o senatörler kendi çocukları
söz konusu olunca “Irak’ta savaşa evet ama benim çocuğumla savaşa hayır” diyorlar.
Irak’tan savaş daha doğrusu işgal manzaraları ise insanın kanını donduruyor.
Politik islamcı olmayan bir kadın evinin bombalanmasının ardından “Allahüekber”
diye çığlıklar atıyor. İntikam istiyor. Böylesi sayısız sahne var. Masum insanlar
en ağır hakaretlere uğruyorlar, öldürülüyorlar.
Moore’a karşı sağcıların nefret dolu eleştirilerinin yanı sıra soldan da eleştiriler
var.
Kimileri Moore’un hareketin bir parçası olmadığını söylüyorlar. Başkaları sağcılarla
birlikte oldukça pahalı bir yaşam standardı olduğunu öne sürüyorlar.
Bunlar doğru ama Moore’un iyi bir teşhir filmi yapmasının önünde engel değil.
Bu tür eleştiriler anlamlı değil. Fahrenheit 9/11 Bush ve çetesini, Amerika’nın
Irak’a savaşını çok çarpıcı bir biçimde teşhir ediyor.
Film bizim için çarpıcı ama Amerikan seyircisi için ise herhalde “süper” çarpıcı!
Doğan TARKAN