Sosyalist İşçi 223 (4 Eylül 2004)

 

Sayfa 11:

Çin:
Uyanan dev küresel bir tehdit mi?

On yıldan fazla bir süredir ABD yetkilileri, Çin'i, kendi dünya egemenliklerine karşı bir tehdit olarak görüyor. ABD'nin bu korkusu her ne kadar tartışılabilir olsa da, Çin gerçekten de ABD'nin denetimi dışında, ekonomik, siyasi ve askeri alanlarda bir başka süper güç olarak gelişimini sürdürüyor ve dünya emperyalist dengeleri içindeki yerini gün geçtikçe daha da pekiştiriyor. ABD yetkilileri bu durumu göz ardı edemez. Nitekim bugünkü dünyaya şekil veren, ABD politikalarını büyük ölçüde belirleyen "Yeni Amerikan Yüzyılı Projesi", AB ve Japonya gibi emperyalist ülkeleri olduğu kadar, Çin'i durdurmaya yönelik olarak hazırlandı.
Öte yandan Çin küresel kapitalizm içinde bir istikrar unsuru oluşturuyor. Çin Komünist Partisi'nin bürokratları son dönemde Bush'un "teröre karşı savaş"ına destek verirken, 2001 yılının aralık ayında Dünya Ticaret Örgütü'ne (DTÖ) girerek, küresel kapitalizme entegrasyonunu da hızlandırdı.
Devlet
kapitalizminden, piyasa kapitalizmine
Çin bürokrasisi, Batı'da piyasa kapitalizminde olduğu gibi, 1970'lerin sonunda içinde bulunduğu krize ve istikrarsızlığa bir yanıt arayışına girdi. Dönemin yeniden güç kazanmış lideri Deng Xiaoping, 1978 yılında "dört modernleşme" programını ilan etti: devlet denetiminde tarım piyasasının oluşturulması ve halk komünlerinin kaldırılması; dışsatıma yönelik özel ekonomik bölgeler oluşturulması ve bu bölgelerde yabancı sermaye ile ortak tesisler kurulması ve son olarak dış ticaretin kısmen liberalleştirilmesi. 1980 yılında Mao'nun kendi yerine atadığı Hua Guofeng'in istifasının arkasından ekonomik liberalleşme yaygınlaştırılarak, bürokrasinin konumu pekiştirildi.
Ancak 1980'lerin sonunda liberalleşen ekonomide aşırı tüketim ve enflasyon gibi kapitalizmin yapısal sorunları görülmeye başlandı. Bu sorunlar tıpkı Sovyet Bloğu'nda olduğu gibi, kısa sürede siyasi krize yol açtı. Bürokrasi içindeki çelişkiler artarken, Çin Komünist Partisi'nin (ÇKP) 13. Kongre'sinde "piyasa sosyalizmi"nin teorik çerçevesi atıldı. Bürokrasi, ekonomik ve siyasi krizleri denetlemekte zorluk çekiyordu.
1989'da Pekin'in Tienanmen Meydanı, ülkenin modern döneminin en büyük ayaklanmalarından birine tanıklık etti. Ayaklanma, aynı zamanda Çin bürokrasinin içinde reform yanlısı kanadın da ezilmesine yol açan büyük bir katliamla bastırıldı. Böylece Çin bürokrasisi, 1989'da Doğu Bloku'nda ve 1991'de Sovyetler Birliği'nde stalinist rejimlerin düştüğü durumdan, binlerce emekçinin ve gencin kanı pahasına kurtuldu.
Tienanmen katliamı, siyasi reformların durdurulmasıyla sonuçlandı. Ancak bürokrasinin şahin kanadının ekonomik alternatif bir programı olmadığı için, kısa bir süre sonra ekonomide liberalleşme yanlısı bürokrasi yeniden yükselmeye başladı.
Çin, 2001 yılının sonunda resmen Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) üyesi oldu. 2002 yılının sonunda gerçekleşen ÇKP'nin 16. Kongre'si, merkezi bürokrasinin denetiminde ülkenin belirli bölgelerinde dünya piyasalarına kısmi açılımı, küresel sisteme bütünüyle entegrasyon yönünde kökünden değiştirdi. Çin Dış Ticaret ve Ekonomik İşbirliği Bakanı Shi, Çin'in DTÖ'ye girmesiyle ilgili olarak şöyle diyor: "Tüm bu değişimlerin, ekonomik gelişim ve ekonomik işbirliği alanında ülkemize çok daha kapsamlı etkileri olacak ve Çin'in ekonomik küreselleşmede yerini almasına yardımcı olacak." Ancak bu üyelik, ekonomiyi bütünüyle küresel piyasanın, yani çokuluslu şirketlerin denetimine açmak, Çin'e pahalıya mal olacak. Nitekim DTÖ üyeliği nedeniyle ülkenin otomotiv sektörünün yüzde 60'ı ve gıda sektörünün yüzde 50'si tehdit altında. Bu ise milyonlarca Çinli için yoksulluk ve işsizlik anlamına geliyor.
Çin "mucizesi"
Çin'in ekonomik gelişmesi çoğu kez abartılıyor. Dünya Bankası, Çin'in "geçiş ekonomisi"ni, kalkınmakta olan ülkeler için örnek olarak gösteriyor. Oysa bu başarıların arkasında yatan gerçeklere göz atmakta yarar var. Çin'in diğer tüm ulusal devletlerin yöneticilerini ve kapitalistlerini korkutan başarısının arkasında bir kaç konjonktürel gelişme var: 1979-89 arasında gelişen demokratik hareketin kanlı bir şekilde ezilmesi, Sovyet Bloku'nun yıkılması sonrası ortaya çıkan yeni dünya düzeninin istikrarını tehdit etmeyecek ilişkilerin geliştirilmesi; DTÖ, IMF ve Dünya Bankası reçeteleriyle yeni liberal politikaların hayata geçirilmesi ve nihayet, uygulanan son derece ilkel ve acımasız sermaye birikim rejimine karşı her türlü başkaldırının, ancak bir diktatörlük altında mümkün olabilecek şekilde şiddetle bastırılması.
Ülkenin ulusal olarak görülen ekonomik başarıları, bütünüyle bir kaç kıyı kentin ve çevresinde gerçekleşiyor. Patlayan ekonomi, çok büyük ölçüde yabancı sermaye yatırımlarına, ABD ve Avrupa pazarlarına ve ucuz dışsatım ürünlerine bağlı. Ülkenin yabancı sermaye yatırımlarına ve dünya ekonomisine bu derece entegre olması, kapitalizmin küresel dalgalanmaları ve krizlerinden de artan oranda etkilenmesine yol açıyor. Nitekim bu çelişkiler, yani ülke içinde ulusal gelirin artan oranda adaletsiz dağılımı, ekonominin giderek merkezi hükümetin denetiminden çıkması ve küresel ekonominin çelişkilerinin her gün daha da hissedilir olması, Çin'in DTÖ'ye girmesiyle birlikte hızlanacak ve derinleşecek.
Çin'in ekonomik başarıları, çoğu kez kapitalizmin ilk yıllarında görüldüğü oranda ilkel ve acımasız bir sermaye birikim sürecine tekabül ediyor. Son 25 yılda nüfusun büyük kısmının ekonomik durumunda olumlu bir gelişme olmadı. Yüz milyonlarca insanın yaşamı ise çok daha kötüye gitti. Kentlerle kırsal kesim, kıyı kentleriyle, ülkenin geri kalan kısmı ve kentlerde işçilerle bürokrasi ve yeni yönetici sınıflar arasındaki fark giderek açılırken, sınıf çelişkileri de artıyor.
Çin mucizesi, bu ülkenin ekonomik potansiyellerinin açığa çıkmasının sonucu değil, kapitalist küreselleşmenin bir ürünü.
Sonuç
Çin bugün çağdaş kapitalizmin en uç anlamda zaaflarına ve güçlü yanlarına sahip. Ülke 1990'ların ortasında dünyada en fazla dış yatırım yapan sekizinci ülke durumundaydı. Ülkenin elde ettiği dolar fazlası, sanayileşmede ara maddelere olduğu kadar, askeri harcamalara da gidiyor.
Çin'in bölgesel bir güç olarak taraf olduğu askeri gerginlikler, her ne kadar ABD'nin Ortadoğu'daki askeri maceralarının gölgesinde kalsa da, artarak sürüyor. Çin 2002 yılında askeri harcamalar için 51 milyar dolarlık bütçeyle, ABD ve Rusya dışındaki tüm diğer ülkelerden daha fazla pay ayırmıştı. Bu pay son yıllarda hızla artıyor.
1989'da II. Dünya Savaşı sonrası ilk kez oluşan çok kutuplu dünyada, daha önce tartışılmaz olarak görülen ABD'nin hegemonyası, artık tehdit altında. Çin ABD için hem ekonomik hem de askeri anlamda bir tehdit oluşturuyor. Ancak bu şimdilik küresel bir boyut yerine, bölgesel düzeyde sürüyor. Ama bu bile ABD yetkililerinin gözünü korkutuyor. Çünkü tarihin çöplüğü, bir zamanlar yenilmez denilen imparatorluklarla dolu. Söz konusu ABD olunca, bir zamanlar dünya ekonomisinin üçte ikisine hakim olan bu ülke, bu konumunu büyük ölçüde kaybetmiş durumda ve küresel hegemonyasını ancak askeri gücüyle ayakta tutabiliyor.
Peki bugün ABD emperyalizmine karşı güçlenen ve bir tehdit oluşturan Çin, bizim Bush'a ve ABD emperyalizmine karşı mücadelemizde bir müttefik olarak görülebilir mi? Sosyalistler böyle bir çatışmada, ABD'ye karşı Çin'in yanında mı yer almalı? Stalinist ve ulusalcı sol geçmişte bir çok kez iki emperyalist güç arasında taraf oldu. Sosyalistler, iki emperyalist ülkenin rekabetinde, asla taraf olmazlar. Çünkü, bizim için asıl olan, çeşitli sermaye blokları arasındaki rekabette taraf olmak değil, işçi sınıfının küresel çıkarlarını korumaktır. Bu ise, ne Çin ne ABD, hiçbir sermaye sınıfının egemen olmadığı, savaşsız ve sömürüsüz başka bir dünya için bağımsız bir mücadeleyi zorunlu kılar.
F. Levent ŞENSEVER