Sosyalist İşçi 223 (4 Eylül 2004)

 

Sayfa 2: Haberler

GDO'ya Hayır!: Antikapitalist bir kampanya
Soframızdaki düşman: Domates Frankeştayn

Deli Dana hastalığını hepimiz bir şekilde duymuş, ya da haberlerde izlemişizdir. Hastalık sığırdan sığıra, insandan insana, sığırdan insana ve hayvanlar arasında yakın temasla bulaşmıyor, sığır yemlerine hastalıklı hayvanın özellikle beyin ve omurilik gibi sakatat ve tüketilmeyen kısımlarının konulmasıyla, ağız yoluyla bulaşıyor. Yani bu hastalık hayvan yemlerine sakatat gibi etin tüketilmeyen kısımlarının yem olarak kullanılması sonucu ortaya çıktı. İngiltere, İrlanda, İsviçre, Hollanda, Portekiz, Fransa'da görülen bu hastalığın ortaya çıktığından beri 99 kişi öldü. Yapılan araştırmalarda yakın zamanda bu hastalığın dalga dalda ortaya çılabileceğini ve 250 bine yakın hastanın hayatına malolabileceğini belirtiliyor.
Hiç farkında mıyız? Son günlerde ne kadar çok kanser hastalığına tanık oluyoruz. Yapılan araştırmalarda her on aileden birinde kanser hikayesine rastlandığı belirtiliyor. Milyonlarca insanın hayatı küresel kapitalizmin tehditi altında. Baz istasyonları, nükleer santraller, marketlerden besin zincirimize dahil olan gıdalar.....
Bu tehditlerden biri de Genetiği Değiştirilmiş Organizmalar. Uzun zamandır sofralarımızda sağlığımızı geleceğimizi tehdit ediyor. Soya fasulyesi, buğday, arpa, çavdar ve pamuk gibi ürünler fazla verim elde etmek ve kullanılabir tarım alanlarını arttırmak amacıyla haşerelere, suya ya da tuza dayanıklı olacak şekilde genetik olarak değitiriliyor. Sonuç olarak da akrep geni yerleştirilmiş pamuk, kolera geni yerleştirilmiş yonca, balık geni yerleştirilmiş çilek gibi frenkeştayn ürünler ortaya çıkıyor. Bu ürünlerin sağlımıza, antibiyotiklere dayanıklılık, transfer edilen genlerin insan veya hayvan bünyesindeki bakterilerle birleşme ihtimali, olası toksit etkiler ve olası alerjik etkiler gibi etkileri söz konusu. Tarımsal ürünlerle sınırlı kalmayan transgenik ürünler yalnızca insan sağlığını tehdit etmiyor. Biyoteknoloji uzmanlarının söylediğine göre bu tür ürünler ekosistem için de büyük bir risk oluşturuyor. Transgenik üretim yapılan bir tarladan, organik tarım yapılan bir tarlaya arılar, rüzgar gibi etkenlerle polenlerin taşınması sonucunda bu tohumlar hızla yaygınlaşabiliyor. Kendi dışında türlerin üremesine izin vermeyen bu ürünler doğadaki biyo-çeşitliğin yok olmasına neden oluyor.
ABD ekosistem için de birincil tehdit
İnsan sağlığını ve doğayı tehdit eden bu tohumların %90'ı yalnızca üç ülke tarafından ürütilmekte. Bunların başında suç dosyası bir hayli kabarık olan ABD geliyor. Onu Arjantin, Kanada ve Brezilya izliyor. Bu tohumlar Monsanta, Syngenta, Cargill gibi çok uluslu şirketler tarafından üretiliyor. Ve Dünta Ticaret Örgütü, Dünya Bankası, IMF gibi kurumlar aracılığıyla bu ürünler sofralarımıza kadar getiriliyorlar.
Uluslararası çapta pek çok köylü hareketinin mücadele gündemine oturmuş GDO'lu ürünleri üreten şirketler bu tohumlar üzerinde patent hakkı iddia ediyorlar ve bu ürünleri kullanan çiftçilerden tohum için patent bedeli talep ediyorlar. ABD'de Brezilya'da ve Meksika'da birçok çiftçi bu şirketlerle kapışıyor. Konuyla ilgili birçok çiftçi bu şirketlerle mahkemelik olmuş durumda. Mücadele sadece açılan davalarla sınırlı değil. Kanada'da konuyla ilgili etkili bir kampanya yapıldı. Transgenik ürünler hakkında kamuoyu oluşturuldu. Özellikle Avrupa'da sürdürülen etkili mücade sonucunda geçtiğimiz mayıs ayına kadar GDO'lu ürünlerin girişi yasaklandı. Geçtiğimiz mayıs ayında Avrupa Birliği, ABD'nin baskıları karşısında ürünlerin üzerinde yazılı etiketlerde GDO yüzdelerinin belirtilmesi koşuluyla bu ürünlerin girişine izin verdi. Önümüzdeki günlerde GDO'lu üretime ve ürünlere karşı yeni bir mücadele dalgasının gelişmesi bekleniyor.
Türkiye'de durum
Türkiye'deki kanunlara göre GDO'lu tohum ithalatı yasak. Ancak gümrüklerde hiç bir denetim mekanizmasına tabi olunmadan bu tohumların girişi yapılmakta. Dünya Bankası'yla yapılan kredi anlaşması sonucunda Cargill ve Novartis gibi çokuluslu şirketler, genetik müdahaleli tohumlarla çitfçileri kendilerine bağımlı hale getiriyorlar.
Uluslararası çapta düzünlenen GDO'lu ürünler karşıtı kampanyanın bir ayagı da burada inşaa ediliyor. Kampanya, şubat ayında "Yaşam Patentlenemez" başlıklı bir metnin kamuoyuna açıklanmasıyla başladı. Ulusal çapta düzünlenen çeşitli toplantılar ve imza kampanyalarıyla süren etkinlikler sonucunda Kasım'ın birinci haftasında kitlesel olarak Ankara'ya Tarım Bakanlığı'na yürünme kararı alındı. İmzaların bir kopyası Tarım Bakanlığı'na, bir kopyası da Dünya Ticaret Örgütü'ne teslim edilecek.
Çağla OFLAS

l Kaynaklar:
Yaşam Bizimdir dergisi, Temmuz 2004
www.gdoyahayir.org
www.netbul.com
www.bugday.org/gdo
Yaşam patentlenemez basın bildirgesi


Kampanyaya katılanlar
Kadıköy Bilim Kültür ve Sanat Dostları, Gümüşçevre, Buğday Derneği ve Dergisi, Greenpeace, Ekoloji Kolektifi, Değirmen Çiftliği, Klan Çiftliği, Ondokuz Mayıs Üniversitesi Ekolojik Yaşam Kulübü, Jade Çiftliği, Çevre İçin Hekimler Derneği, Yeşiller, Basmakçı Gül Kooperatifi, EKODER, FETAV, BAÇEP Batı Akdeniz Çevre Platformu, DAÇE Doğu Akdeniz Çevre Platformu, DOKÇEP Doğu Karadeniz Çevre Platformu, Veteriner Faskülteleri Mezunları Dayanışma Derneği, Toplumsal Ekoloji Grubu, Biyoloğlar Derneği, Türkiye Çiftçiliği Sendikalaşma İnsiyatifi, Çevre Mühendisleri Odası, TÜRÇEK, Tüketici Hakları Derneği, TÜKODER, Veteriner Hekimleri Odası, Mali Müşavirler Odası, Ziraat Mühendisleri Odası, Tunceliler Derneği, Heinrich Böll Vakfı ve bireysel katılımcılar.




Yargıtay MİT çekişmesinde devlet sırrı
Çakıcı’nın ülke dışına çıkarılması operasyonu nedeniyle patlak veren Yargıtay-MİT tartışmasının üstü sessizlikle örtülmeye çalışılıyor.
Ortaya bir anda çıkan kirli ilişkiler Susurluk kazası sonrasında olduğu gibi “derin devletin” varlığını gözler önüne serdi. Bu pisliği temizlemeye gücü olmayanlar, Yargıtay-MİT çekişmesini devletin kurumlarını yıprattığı gerekçesi ile üstünü kapatmaya çalışıyorlar.
Adalet Bakanı yaptığı açıklamada “biz bu olaya taraf değiliz, bu olaya karışmayacağız” dedi. Her kurumun kendi pisliğini kendisinin temiz-leyeceğini var saymakta. Oysa ortada cevaplanması gereken bizzat hükümetin de sorumlu olduğu sorular bulunmakta. Bu soruları geçiştirmemek, sorumluların bulunmasını ve hesap vermesini istemek ancak pisliğe bulaşmayanların mücadelesi ile mümkün olacaktır.
n MİT Başkanı Şenkal Atasagın Yargıtayla 50 defa görüşüldüğünü söyledi. Bu görüşmeler hangi amaçla ve kimlerle yapılmıştır?
n MİT Dış Operasyonlar Daira Başkan Yardımcısı Kaşif Kozinoğlu’nun, Yargıtay Başkanı Eraslan Özkaya ile yaptığı görüş-mede açıkladığı devlet sırrı nedir? Mehmet Ağar’ın bir zamanlar söylediği gibi devletin çıkarları için gene operas-yonlar mı yapılmıştır?
n Afganistan’daki iç savaşta her türlü kirli işe bulaşan General Raşid Dostum ile birlikte iş yapan Kozinoğlu, Yargıtay Başkanı ile görüştüğü dönemde Genel Kurmay 2. Başkanı İlker Başbuğ ile sözü edilen devlet sırrı hakkında mı görüşmüştür?
Her türlü karanlık işin açıklaması olarak öne sürülen devlet sırrı açığa çıkmadığı sürece eli kanlı katiller aramızda ellerini kollarını sallayarak dolaşmaya devam edecektir. Bu soruların cevabının sessizlikle geçiştirilmesine karşı sorumlulardan hesap soralım.




Zina suç mu?
Zinayı yani, evli bir kadınla evli bir erkeği cinsel ilişkide bulundukları için suçlama yeniden Türk Ceza Kanunu’na sokulmaya çalışılıyor.
Yeni yasa önerisi AKP’den geliyor ancak CHP’de bu yasa önerisine karşı tutumsuz. Bir ölçüde destekliyor, bir ölçüde susuyor yani destekliyor.
AKP’nin ve CHP’nin iddiası toplumun ahlak anlayışının, değerlerinin bu yönde olması. Bu doğru mu? Hayır.
Kaldı ki, “zina” kavramı ve evli insanların cinsel ilişkisinin suç sayılması asıkl olarak kadınları suçlamaktadır. Zina suçunun Türk Ceza Kanunu’na girmesi asıl olarak kadınların suçlanması olacaktır.
Zina suçu ile recm arasında verilen cezanın niteliği dışında hiç bir fark yoktur. Bilindiği gibi recm zina halinde yakalanan kadınların toprağa gömülmesi ve sonra erkekler tarafından tailanarak öldürülmesidir. Hayvani bir cezadır.


“Irak Vietnam oluyor”
Genel Kurmay Başkanı Özkök yaptığı bir açıklama ile Irak’ın giderek Vietnam’a benzediğini belirtmiş. Özkök’e göre Türkiye’nin tezkereyi redederek savaşa katılmamış olması çok hayırlı olmuş.
Ne var ki aynı Özkök ve başında olduğu Genel Kurmay tezkerenin oylandığı günlerde böyle söylemiyordu. Tam tersine savaşa katılmak doğrultusunda hazırlıklar yapılıyordu.Kısa ve başarılı bir savaş beklentisi Amerikalıların yanı sıra Türk Genel Kurmay’ında da vardı
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de savaş karşıtları savaşın kısa olmayacağını, yoğun bir direniş yaşanacağını daha savaş başlamadan anlatıyorlardı. Nitekim haklı çıkan savaş karşıtı hareket oldu.