Sosyalist İşçi 224 (23 Eylül 2004)
Sayfa
11:
Batı'da yükselen ırkçılık:
İslam/Arap düşmanlığı
Yahudi düşmanlığını ciddi bir sorun olarak ele almayan,
ırkçılığın her türüne olduğu gibi bu türüne de şiddetle, kararlılıkla
ve aktif olarak karşı durmayan bir kişi ne sosyalist olabilir,
ne de aydın. Bu, her zaman böyle olduğu gibi, bugün daha da önemle
böyledir.
Böyledir, çünkü bu dönemde İsrail devletinin (ve Amerika'nın) siyasetleri ve
uygulamaları nedeniyle, Yahudi düşmanlığı hem artmaya ve daha saldırganlaşmaya
başladı, hem de daha "haklı" veya en azından "kabul edilebilir" olarak düşünülmeye
başlandı. Irkçılık hiçbir durumda "haklı" olamaz. İsrail ve Amerika'nın yaptıklarına
elbet karşı çıkmak gerekir, ama aynı zamanda ve aynı kararlılıkla Yahudi düşmanlığına
karşı da tetikte olmak gerekir. Bunlardan birincisi ikincisini gereksiz veya
önemsiz kılmaz; aksine, ikisi aynı mücadelenin parçalarıdırlar.
İsrail devletinin siyasetlerini (ve bu devletin meşruluğunu) sorgulamak başka
şeydir, "tüm Yahudilerin" bu devletin siyasetlerinden sorumlu olduğunu (veya
başka herhangi bir ortak özellikleri olduğunu) düşünmek başka şeydir. Birincisi
anti-Siyonizmdir, ikincisi antisemitizm; birincisi siyasi bir tavırdır, ikincisi
ırkçılık.
Yükselen İslam/Arap düşmanlığı
Burada asıl vurgulamak istediğim: Batı dünyasında 11 Eylül'den bu yana en belirgin
ve çarpıcı şekilde yükselen ırkçılık, antisemitizm değil, İslam/Arap düşmanlığı.
Bu, çok bilinçli bir şekilde, devlet eliyle, resmî düzeyde geliştirilen, yaygınlaştırılan
bir ırkçılık.
Bir İngiliz gazetesinin 11 Eylül tarihli haberine göre, 2003'te "terörist" olduğu
kuşkusuyla tutuklanıp altı gün sonra serbest bırakılan İngiliz vatandaşı Babar
Ahmed, Amerika'nın talebi üzerine, "Çeçenya ve Afganistan'daki teröristler için
bir destek ağı kurduğu" için yeniden tutuklanmış. Ahmed'in ilk tutukluluğu sonrasında
Londra Üniversitesi Hastanesi'nden alınan gizli doktor raporuna göre, vücudunun
50 yerinde yaralar varmış, cinsel organlarından tutulup "köpek gibi" sürüklenmiş,
kelepçeler bileklerinde derin yaralar açmış. Ahmed'in ifadesine göre, dayak atan
polislerden biri, "Bakalım o inandığın Allah şimdi sana yardım edebilecek mi" demiş.
Bu tür olaylar Avrupa'nın her yanında, hemen her gün Avrupa ülkelerinin kendi
vatandaşlarının başına geliyor. Tutuklanmak, işini kaybetmek, sokaklarda saldırıya
uğramak, toplum tarafından dışlanmak için, Müslüman olmak yeterli.
Amerika'da ise, Müslümanlar için durum daha da zor. 11 Eylül'ü izleyen haftalarda,
Arap asıllı Amerikan vatandaşlarına karşı 700'ün üzerinde "şiddet kullanan" saldırı
olmuş. Aynı dönemde, bilet sahibi 80 küsur yolcunun, salt etnik kökenleri nedeniyle,
uçaklara binmesi engellenmiş; 800'ün üzerinde işe almama ve işten atma olayı
belgelenmiş.
Amerika ve Avrupa'da, İslam'ın içsel olarak şiddet ve "terör" taşıdığı, tüm Müslümanların "doğal" olarak
en azından potansiyel "terörist" olduğu anlayışı, kamuoyu bir yana, hükümet siyasetleri
düzeyinde bile sorgulanmayan bir inanç haline geldi. Salt dinî inançları nedeniyle,
dünya nüfusunun önemli bir kısmı "terörist", dünya ülkelerinin önemli bir kısmı "terörist
ülke" olarak damgalanmış durumda. İslam dininin "terör" ve "fanatizm" ürettiği,
Batı dünyasında "bilimsel" bir konuymuş gibi tartışılıyor. Bugün "uygarlık" (yani
Batı) ile "terör" (yani İslam/Araplar) arasında Üçüncü Dünya Savaşı'nın yaşanıyor
olduğu, bütün Batılı ideologlar tarafından savunuluyor.
Irkçılık, her zaman egemen sınıfların en etkili 'böl ve yönet' siyasetlerinden
biri olmuştur. Bugün de, özellikle Almanya, Fransa ve İngiltere'de küçük ama
önemli bir Müslüman azınlık olduğu ve bu kesimin ezici çoğunluğunun işçi olduğu
düşünüldüğünde, böyle olduğu açıktır.
Ama bugün Batı'da yükselmekte olan İslam/Arap düşmanlığı, geleneksel 'böl ve
yönet' siyasetlerinin de çok ötesinde, küresel bir işlevi var. Bush ve çevresindeki
yeni tutucuların 'Yeni Bir Amerikan Yüzyılı Projesi', Amerika'nın artık eski
ekonomik üstünlüğünü yitirmiş olduğunu, ama askeri açıdan hâlâ ezici bir üstünlüğe
sahip olduğunu ve müttefiklerine, rakiplerine ve potansiyel rakiplerine Amerikan
hegemonyasını dayatmak için bu üstünlüğünü kullanması gerektiğini açık bir şekilde
ifade ediyor. 'Terörizme karşı savaş', 'önceden misilleme' stratejisi, 'şer ekseni'nin
ilân edilmesi, Afganistan ve Irak saldırıları hep bu üstünlüğü dayatma çabasının
ifadeleri. İslam/Arap düşmanlığının adeta resmî düzeye yükseltilmesi ise, aynı
çabanın ideolojik boyutu, geçmiş ve gelecek saldırıları meşrulaştırmanın aracı.
Yüz milyonlarca insanın dinî inançları ve etnik kökenleri nedeniyle yekpare bir
bütün olarak görülmeleri, hepsinin potansiyel terörist, bombalı saldırgan, kadınları
ezen fanatik dinci, her an uçak kaçırmaya hazır katil olarak görülmeleri, bu
milyonların ya Amerika ve Avrupa'nın sokaklarında saldırıya uğramalarına ya da
kendi ülkelerinde havadan bombalanmalarına zemin hazırlamaktadır. Bir yandan
Amerika'nın yeni savaşlarını, İsrail'in Filistinlilere karşı yeni yaptırımlarını
meşrulaştırmakta, bir yandan da giderek artan sayıda insanın umutsuz ve çaresiz
kalarak gerçekten terörizme yönelmesine yol açmaktadır. Kısacası, İslam/Arap
düşmanlığı dünyayı sadece Müslümanlar için değil, herkes için olağanüstü tehlikeli
bir yer haline getirmektedir; hem etik hem politik nedenlerle karşı çıkılması,
engellenmesi gerekir.
Roni Margulies
Türkiye'de
kurumsal
ırkçılık var
Bir tartışma sırasında yoldaşlardan biri "Türkiye'de ırkçılık yok" demişti. Bunun
aksini iddia etmiş ve kendisiyle uzun bir tartışma yapmış, ancak ikna edememiştim.
Tartıştığım yoldaş, "Türkiye'de ırkçılık yok" iddiasını, milyonlarca insanın
kanı pahasına bir imparatorluk kuran, gittiği her coğrafyada insanları asimile
ederek Osmanlılaştıran, zorla Müslümanlaştıran Osmanlı İmparatorlu'nun mirasına
bağlıyordu.
Geçen gün Türk vatandaşlığına geçmek isteyenlerle ilgili televizyonlarda Emniyet
Genel Müdürlüğü kaynaklı bir haber yayınlandı. Vatandaşlık başvurusunda bulunanlara
bir dizi soru soruluyordu. Soruların başında, hepinizin tahmin edebileceği gibi, "Atatürk
kimdir?" gibi tarih (!) soruları vardı. Ancak, durum bundan ibaret değil. Kadınlara
karşı cinsiyetçi sorular da yöneltiliyordu: "Tarhana çorbası yapmasını biliyor
musunuz?" Sanki Türk olmanın koşulu tarhana çorbasını bilmek ve "Türk koca"ya
bu çorbayı yapmaktan geçer gibi. Kısaca, çorba yapmasını bilmeyen bir kişi Türk
olamaz mı denmek isteniyor acaba? Bu durumda ben de kendi Türklüğümü sorguladım
doğrusu.
Durun daha bitmedi. Başvuruda bulunanlara çeşitli sorular yöneltilirken, sıra
bir başka soruya geldi: "Çingenelik ve dilencilikle ilginiz var mı?". Kameralar
önünde soruyu okuyanı dahi şaşırtan bu müthiş akıllıca soru, T.C. Emniyet Genel
Müdürlüğü tarafından hazırlanarak, tüm illerde ilgili makamlara dağıtılmış resmi
bir belge içinde yer alıyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin ırkçı resmi yaklaşımını
son derece açık bir şekilde ifade ediyor. "Çingene" olmak, Türklüğe kabul edilişte
bir engel. Dilenci olmak da. Üstelik Çingene olmak, dilenci olmakla bir tutuluyor.
Bu yaklaşımın "Türkler ve köpekler giremez" diyen Nazi anlayışından farkı nerede?
Bu son örnekten de görüleceği gibi, Türkiye'de ırkçılık var. Afrikalılar, eski
Doğu Avrupa ülkeleri vatandaşları, Araplar, İranlılar hem toplum içinde, hem
de resmi dairelerde ırkçı tutumlarla karşı karşıya. Bir çok yasa ve yasal uygulama
sadece cinsiyetçi ve ayrımcı olmakla kalmıyor, aynı zamanda ırkçı. Çingeneler
ve Kürtler, ordunun en üst düzeyde generalleri tarafından bile aşağı bir ırk
olarak görülüyor. Dilencilere, toplumu kirleten parazitler gözüyle bakılıyor.
12 Eylül değil miydi, dilencileri, eşcinselleri ve göç eden yoksulları İstanbul'dan
uzaklaştırarak, kenti "temiz"lemek isteyenler?
Kenan AYDIN