Sosyalist İşçi 224 (23 Eylül 2004)

 

Sayfa 2: Haberler

Toksik ticaretine hayır

Hatay'ın İskenderun İlçesi'nde, körfezde 4 yılı aşkın süredir bekletilen ''MV Ulla'' adlı gemi, taşıdığı 2 bin 200 ton ''toksik atık'' yüküyle battı.
Gemi, yaklaşık 4 yıl önce, taşıdığı "termik santral atıkları" baraj yapımında kullanılmak üzere İspanya'dan Cezayir'e gönderilmişti. Daha sonra bu ülke yetkilileri tarafından ret edildiği için, İskenderun'a getirilmiş, ancak, yükü belirlendiği için boşaltmasına izin verilmemişti. O günden bu yana İskenderun Körfezi'nde bekletiliyordu. Şu ana kadar tehlikeli atığın içerisinde "Krom VI" bulunduğu kamuoyuna yansımış olmasına rağmen, "Kadmiyum", "Civa" gibi başka ağır metallerin bulunup bulunmadığı bilinmiyor.
İskenderun kaymakamı Ömer Doğan, zaman içerisinde değişik bölmelerinde çürümeler oluşan ve üç ayrı kuruluşun üzerinde haciz işlemi uygulattığı gemi içindeki toksik maddenin bir süre önce Basel Sözleşmesi çerçevesinde geldiği İspanya'ya gönderileceğini açıklamıştı.
İspanya devleti sabıkalı
İspanya'daki zehirli atıkların başka ülkelere gönderildiği yıllardır biliniyor. Çoğu kez uygulanan yöntemse, atıkların üçüncü dünya ülkelerine paravan şirketler aracılığıyla satılması. İspanyol çevre bakanlığı, İskenderun'da batan zehirli atığın aynısının daha önce Cezayir'e 18 kez satılmış olduğunu resmen açıkladı.
1998 yılında uygulamaya giren Basel Sözleşmesi, zehirli atık ticaretini yasaklıyor. Bu anlaşmada İspanya'nın da imzası var. Ancak ülkeden zehirli atıkların çıkışı konusunda en temel güvenlik ve korunma önlemleri dahi alınmıyor. Bu anlaşmaya göre zehirli atık ticareti tespit edildiğinde, atığın sahibi ülke, zehirli maddeyi geri almak zorunda.
Yalnız İspanya değil, bir çok diğer Avrupa ülkesinden toksik atıklar yoksul ülkelere yasal olmayan yollarla satılıyor. Bu yolla şirketler zehirli atıklardan kurtulmak için milyonlarca Euro değerindeki depolama, yakma ve arıtma yolunu kullanmak zorunluluğundan kaçabiliyor. Yani şirketler kârlarını artırmak için binlerce insanın sağlığını hiçe sayıyor.
Yetkililer sorumsuz
MV Ulla olayı, Türkiye için münferit değil, karasularında gerçekleşen onlarca örnekten yalnızca biri.
Greenpeace Akdeniz Toksik Maddeler Kampanyası Sorumlusu Banu Dökmecibaşı, başka tehlikelere de dikkat çekiyor: "Türkiye'nin başında iki büyük sorun daha var: İtalya'ya ait, içinde toksik atık bulunan yüzlerce varil, halen Karadeniz'de iki depoda bekletiliyor. Ayrıca asbestli gemiler, sökülmek amacıyla Aliağa bölgesindeki gemi söküm alanına gönderilmeye devam ediyor. Hükümet 'bırakınız atsınlar' politikasını sürdürdüğü sürece, bu tür olaylar, çevre ve insan sağlığını tehdit etmeye devam edecek."
Türkiye'de hükümet, IMF politikaları ve şirketlerin çıkarlarını korumak için elinden geleni yaparken, insan sağlığını hiçe sayıyor.

Toksik Maddeler

Bir çok yapay kimyasalın üretim, ticaret, kullanım ve piyasaya sürülmesinin artık insan sağlığı ve çevre açısından küresel bir tehdit oluşturuyor.
Kimya sanayi ise çoğunlukla çok az deney yapıp, insan sağlığı ve çevreye etkilerini araştırmadan her yıl binlerce kimyasal bileşiği üretip piyasaya sürüyor.
Özellikle Kalıcı Organik Kirleticiler (KOK) olarak bilinen insan yapımı en kötü toksinler başta olmak üzere zararlı yapay maddelerin üretimi ve kullanım sürecini sona erdirmek için, Greenpeace başta olmak üzere bir çok çevre örgütü kampanyalar yürütmektedir.
Örneğin, Polivinil Klorid'in (PVC) bir çok alternatifinin olması, üretim ve kullanım süreci toksik kirlilik yaratmasına rağmen en yaygın kullanılan plastiktir.
İnsanlar tarafından üretilen zehirli atık miktarı artmaktadır. Bu nedenle bu eğilimi durdurmak için etkili siyasi ve endüstriyel sınırlamalar gerekmektedir. Atık yakma çözüm olmak yerine sorunun bir parçasıdır.
Gelişmiş ülkelerdeki bir çok katı çevre yasaları, sanayinin kirlilik yaratan bu teknolojilerini gelişmekte olan ülkelere taşımasına yol açıyor. Böylece çözüm yerine getirmek yerine, sorunlar ihraç ediliyor.

Kaynak: Greenpeace sitesi (http://www.greenpeace.org/turkey_tr/)



Anadilde eğitim istemek özgür:
Ana dilde eğitim isteyen ve bu talebini tüzüğüne koymuş olan Eğitim Sen aleyhine açılan dava geçen hafta düştü. Mahkemenin bu kararı ile Kürtçe eğitim taleb etmek artık özgür.


AB üyeliği ve sol tutumlar
Meclis'i olağanüstü toplanarak yazın sıkı bir şekilde çalışması; Avrupa Birliği (AB) yetkililerinin peş peşe verdiği olumlu demeçlerle, birliğe üyelik engelinin aşıldığı kamuoyunda güçlü bir kanı olarak yerleşmişti.
Ancak, AKP'nin zina konusunda tarikatların baskısı altında kalarak, geri adım atmasıyla, olumlu hava birden değişti. Bu tartışmalara ilişkin solun AB'ye yaklaşımındaki sorunlu tutum bir kez daha ortaya çıktı.
Bunu, nasıl olsa AB zina meselesine olumsuz bakıyor ve bu nedenle bastıracak; iktidar da AB'ye direnemez, şeklinde özetleyebiliriz.
AB'nin Türkiye'yi üye olarak kabul edecek olmasında, egemen ideolojinin ve yasal düzenlemelerin kadına karşı ayrımcılık uyguluyor olması gibi olgular belirleyici olmayacaktır. Bunlar AB açısından kolaylıkla göz ardı edilebilir. AB'nin Türkiye'yi sancılı da olsa üye olarak kabul edecek olmasının temel itkisi ekonomiktir. Aynı zamanda konjonktürel anlamda ABD ile Ortadoğu'nun paylaşımı konusunda giriştiği mücadeleyle ilgilidir.
AB açısından Türkiye'nin demokratikleşmesinin ancak görece bir anlamı vardır. AB yetkililerini asıl endişelendiren şey istikrardır. Bunun için toplumsal çelişkilerin çözülmesini önemsemekte, Kürt sorununa çözümü şart koşmakta, askerlerin siyasal etkisinin azaltılmasını istemekte ve yasal uygulamaların keyfi olmaktan çıkarılmasını dayatmaktadır. Böylece önceden kestirilebilen, istikrarlı bir Türkiye'nin üyeliği söz konusu olabilecektir.
Burada, demokratik beklentiler konusunda AB'ye ilişkin umudun, politik olarak son derece sorunlu olduğunu da belirtmek gerekiyor. AB süreçleri her ne kadar bir dizi demokratik açılımın gündeme gelmesini ve hayata geçmesini sağladıysa da, daha radikal demokratik reformların elde edilmesi ve bunların kalıcı olabilmeleri için, arkasında bu reformları talep eden ve kararlı bir şekilde savunan toplumsal güçlerin yer alması gerekiyor.
Yeni liberal saldırıların azgınca yürütüldüğü AB'de, günümüzde daha önce verilmiş birçok sosyal hakkın tek tek geri alınmaya çalışıldığını unutmamak gerekiyor.


İş cinayetleri

Geçtiğimiz hafta Kastamonu'da gerçekleşen maden kazası iş kazaları konusunu bir kez daha gündeme getirdi.
Aslında bunlara 'kaza' demek pek de doğru değil çünkü çok büyük çoğunluğu kapitalistlerin yeterli ve gerekli tedbirleri almamasından kaynaklanıyor.
SSK verilerine göre 1994 - 2003 yılları arasında Türkiye'de 831.248 iş kazası olmuş. Yani kabaca her gün 250 iş kazası oluyor. Bu kazalarda 10.824 işçi hayatını kaybetmiş. Her 82 kazada 1 kişi ölüyor. Ya da her gün 3 işçi iş kazalarında ölüyorlar.
Uluslararası Çalışma Örgütü, ILO'nun yaptığı bir araştırma var. Bu araştırmaya göre, Avrupa Birliği ülkelerinde 100.000 çalışandan 5.9'u iş kazalarında ölüyor. Bu sayı Kanada'da 6.9, Almanya'da 4.7, Yunanistan'da 4.4. Türkiye'de ise her 100.000 çalışandan 14.4'ü iş kazalarında, kapitalistlerin iş cinayetlerinde ölüyorlar.
Gene ILO'ya göre dünyada her yıl 110 milyon insan iş kazası yaşıyor. Bunların 180.000'i ise bu kazalarda ölüyorlar. Her 3 dakiklada bir işçi iş kazasında, patronu daha fazla kazansıon diye canını veriyor.
İş kazaları hemen her sektörde yaşanıyor. Ölümle sonuçlanan iş kazaları Türkiye'de en çok madencilik ve tekstil'de yaşanıyor.
Sanayi büyüdükçe iş kazalarının sayısı ve sıklığı da orantılı olarak artıyor. Türkiye'de sanayide yaşanan iş kazaları gelişmiş kapitalist ülkeleri yakalamış durumda. Aynı sıklıkta iş kazaları oluyor ama Türkiye'deki kazalarda ölüm oranı çok yüksek. Bunun tek nedeni kapitalistlerin gerekli önlemleri almıyor olması. Yani işçilerin yaşamları pahasına kârlarını arttırmaya çalışmaları.
Türkiye'de işyeri hekimliği 50'den çok işçi çalıştıran iş yerlerinde zorunlu. Ne var ki işyerlerinin %57'si 50'den az işçi çalıştırıyor.
Dolayısıyla işyerlerinin çoğunluğunda doktor yok.
Selin GÜLER