Sosyalist İşçi 225 (8 Ekim 2004)
Sayfa
13:
Irkçılığın belgesi olur mu?
Türkiye'de ırkçılık tartışmalarında üç ana görüş var. İlkini
resmi ideolojiden gıdasını alanlar savunuyor. Bunlara göre Osmanlı
bakiyesi olan Türkiye Cumhuriyeti yapısı gereği ırkçı olamaz.
Olmadı. Bu görüşün mahfilleri Türk olmayan siyasetçilerin geldikleri
mevki/makamları örnek göstererek, "ırkçı olunsaydı, bu mevkilere
gelemezlerdi" diye düşüncelerini savunuyor.
İkinci görüş sahipleri, resmi ideolojinin muhalifi iki yaklaşımdan
birini oluşturuyor. Irkçılık tartışmalarında özellikle 1930-1950
dönemini kapsayan "Türkleştirme politikaları" döneminde
uygulanan politikaların ayrımcı bir nitelik taşıdığı ancak ırkçılık
olarak nitelenemeyeceği tezi savunuluyor. Bu teze göre Recep
Peker'in millet tanımında vurgulanan "dil, ülkü ve emel
birliğine sahip olan herkes Türk milletindendir" yaklaşımı
ırkçılığın etnik bir karakter taşımadığını ortaya koyuyor.
Ve üçüncü görüşün sahipleri ise Türkiye Cumhuriyeti'nin ırkçı
bir karakter taşıdığı tezini işliyor. Kürt Sorunu ve gayrimüslimler
dolayımıyla bu tez tarihsel olarak çeşitli örneklerle güçlendiriliyor.
Cumhuriyet yılları içinde ırkçılığını alenen savunan tek akım
ise 1933'lerden itibaren varolan ve sonraları devlet tarafından
Irkçı-Turancı diye tanımlanacak olan Türkçüler oldu. Cevat Rıfat
Atilhan ise bu ırkçı akımın şahika ismi olarak yakın tarihe kaydedildi.
Nazi Almanyası döneminde bu ülkede siyasi eğitim gören -Rıfat
Bali'nin araştırmasına göre- ve Naziler arasında "Herr Major" adıyla
tanınan Atilhan güçlü bir Nazi hayranı ve anti-semitti. İkinci
Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Atilhan'ın İstanbul Üniversitesi
önünde Nazi rozetleri dağıttığı ve bir grup arkadaşıyla bir Nazi
partisi kurmak için girişimlerde bulunduğu biliniyor. Naziler
Atilhan'a çevirdiği bir kitap karşılığında 80 bin lira ödemişlerdi.
O dönemde Taksim Meydanı'nda bir apartman alınabilecek bu tutar
aslında beşinci kol faaliyeti için ödenen bir yardımdan ibaretti.
Irkçı-Turancı hareket bu dönemde Çınaraltı, Gökbörü, Bozkurt
v.d. gibi dergilerle açıkça ırkçılığı savunuyor. Türk ırkının
kafatası modelleri anlatılıyor, Türk olmayan halklara karşı derin
bir nefret anlatılıyordu. Ancak bu akımları "marjinal" olarak
görmek çok da mantıklı değildi. Zira aynı dönemlerde Afet İnan
-Atatürk'ün manevi kızı- Nazi Almanya'sından gelen aletlerle
ve 10 bina yakın denek kullanarak Türk halkının kafatası özelliklerini
inceliyor ve bunu "bilimsel" bir kitap olarak yayınlayabiliyordu.
Aynı dönemde Nazi Almanya'sına "akıl-fikir veren" dönemin
başbakanı Şükrü Saracoğlu ise Sovyetler Birliği'nin yıkılmasını
Naziler kadar istediklerini vurgulayarak, Bolşevizme kendini
kaptırmış batı Sovyet halklarının çoğunluğunun öldürülmesi halinde
komünizmin o bölgede silinebileceğini açık seçik salık verebiliyordu.
Aynı Saracoğlu Varlık Vergisi döneminde "Türkçülük bizim
için sadece kültür değil, aynı zamanda kan meselesidir" türünden
açıklamalar yapacaktı.
Yeniden başa dönecek olursak, ırkçılığın Türkiye Cumhuriyeti'nin
farklı dönemlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkan ama istikrarlı
olmayan bir ideoloji olarak orta çıktığını söyleyebiliriz. Yani
tarihsel olarak her dönemde aynı tezahürleri olan, aynı parametrelerle
tanımlanabilen bir statükodan söz etmek mümkün değil. Zira 1950
sonrası yaşanan gelişmeleri öncesi ile aynı biçimde ele almak
en azından 1950 öncesi dönemdeki ırkçılık olgusunu hafife almak
olurdu.
Rıdvan AKAR
Bu toplum nasıl değişecek?
Türkiye solunda yaygın bir anlayış, birkaç yıldır dünyayı sarsmakta olan
antikapitalist hareketi, savaş karşıtı hareketi ve sosyal forum hareketini "ideolojik
tasfiyecilik" ve "sosyalizmden kaçış" olarak görüyor. Geçende
sol bir gazetede okuduğum bir yazıda "Bunun en iyi örneği" deniliyordu, "'Sosyalist
Bir Toplum Mümkün' yerine, nasıl bir dünyanın bile kastedilmediği, muğlak
(ki bu ideolojik hegemonyanın karşısında boyun eğiştir) olan "Başka
Bir Dünya Mümkün" sloganıdır".
Bu düşünce sadece Türk soluna özgü değil. Bu yıl Ocak ayında Mumbai'de gerçekleştirilen
Dördüncü Dünya Sosyal Forumu sırasında, hem Hindistan'dan hem başka ülkelerden
bir dizi örgüt, Forum'u yeterince keskin ve/veya sosyalist ve/veya silahlı
bulmadıkları için, kendi ayrı forumlarını düzenledi. Sosyal Forum'a başta
Asya ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanından 120 bin kişi katılır
ve bu dünyanın sorunlarını, başka bir dünyanın nasıl yaratılacağını tartışırken,
bir avuç "sosyalist" ayrı bir yerde, tüm dünyanın gözlerinden uzak,
kendi kendine ve üç beş taraftarına ne kadar "keskin" olduğunu
kanıtladı.
"Başka bir dünya mümkün" diyen, bu dünyadan memnun olmadığını haykıran,
dünyayı değiştirmek için bir şeyler yapmaya hazır olduğunu defalarca gösteren
koca kitleleri küçük görmek nasıl bir "sosyalizm" anlayışından
kaynaklanabilir? Bu kitlelerin kendi sloganlarını ve taleplerini yetersiz
bulup ille de kendi sloganlarını dayatmak sosyalizmle nasıl ilişkili olabilir?
Kapitalizmin uluslararası kurumlarına, büyük kapitalist şirketlere, kapitalizmin
petrol savaşlarına, emperyalizmin üçüncü dünya ülkelerini bir borç denizinde
boğmasına hiddetle karşı çıkan milyonların "muğlak" olduğunu, "boyun
eğdiğini" düşünmek nasıl bir kendini beğenmişlik, nasıl bir aymazlıktır?
Bu yaklaşımın iki temel nedeni var kanımca. Biri siyasetten, biri cehaletten
kaynaklanıyor.
Siyasi olarak, toplumu kitlelerin değil de, "çelik çekirdek" devrimcilerin
ve/veya partinin değiştireceğine inananlar, bilinçli veya bilinçsiz stalinistler,
devrimcileri beklemeyip bizzat kendileri sokaklara dökülen kitleleri doğal
olarak küçük görüyor. Kenarda durup kitlelere ders vermeyi tercih ediyor.
Oysa, tarih boyunca olduğu gibi, şimdi de kitleler (o bilgisiz, cahil, sosyalizmin
klasiklerinden habersiz kitleler) kendilerini küçük görenlerin farkına bile
varmadan eyleme geçiyor, dengeleri sarsmaya, egemenleri tehdit etmeye, dünyayı
değiştirmeye başladı.
Bir de cehalet var. Hareketin muğlak olduğunu, sosyalist olmadığını, "turist", "palyaço" ve "beyaz" olduğunu
düşünenler, "hareket" kavramını bile anlayamıyorlar. Hareket insanlardan
oluşur, yaşayan, tartışan, öğrenen, canlı bir organizmadır. "Başka bir
dünya mümkün (ve gerekli)" konusunda anlaşan milyonlarca insan, milyonlarca
başka konuda anlaşmıyor elbet. Ama anlaştıkları zeminden yola çıkıp birlikte
davranıyor, aynı zamanda da kıran kırana tartışıyor, anlaşma zeminini genişletmeye
çalışıyor, birbirini ikna etmeye çalışıyor, başarını yollarını bulmaya çalışıyor.
Ve görüşlerini tokuşturaların arasında devrimciler, sosyalist örgütler ve
bireyler de var. Dahası, hareketin içinde en bütünsel, kapsamlı ve açıklayıcı
görüşlere sahip olanlar sosyalistler. Dolayısıyla, ikna gücü en yüksek olanlar
sosyalistler.
Dünyayı partiler değil, çalışan kitleler değiştirir. Bu kitlelerin içinde
sosyalistler ne kadar çoksa, kitlelerin ne kadar büyük kesimini ikna edebilirlerse,
dünyayı değiştirme şansı da o kadar büyük olur.
"Muğlak" ve "tasfiyeci" olmayan ve devrimi kendilerinin
yapacağını zanneden sosyalistler, hareketin dışında kalarak kendileri için
değil, ama hareket için olumlu bir şey yapmış oluyorlar.
Roni MARGULİES