Sosyalist İşçi 226 (29 Ekim 2004)
Sayfa
4:
Kıbrıs: Kalıcı barışı nasıl sağlayacağız?
Kıbrıs birçok yazarın söylediği gibi Türkiye açısından önemli
bir bölge. Ortadoğu'nun hemen yanında bir 'uçak gemisini' andırıyor.
Orta doğunun zengin petrol kaynaklarını düşününce, bu bölgenin
ve Kıbrıs'ın sadece Türkiye'nin değil, Avrupa ve ABD gibi bir
çok emperyalist odağın da ilgisini çektiğini söylemek için dahi
olmaya gerek yok.
Genellikle son dönem stratejistlerinin unutmaya eğilimli olduğu
bir konu var. O da Kıbrıs'ı, bir 'uçak gemisinden' ayıran, bir
milyona yakın nüfus.
Kıbrıs geçtiğimiz dönemde çok farklı bir açıdan daha göze çarptı.
Adayı adeta kasıp kavuran barış hareketi, Türkiye'nin 1974'ten
beri süregelen resmi ideolojisinde büyük bir yarık açtı. Türk
ordusunun Kıbrıs'ta yaptıklarında o kadar da masum olmadığı,
sanıldığı gibi Kıbrıslıların 'isteği' üzerine adaya konuşlanmadığı
daha bir açıktan söylenir oldu.
Barış Hareketi
Kıbrıs'ta barış hareketinin ortaya çıkışı ve gelişimi herkesin
beklentisinden daha hızlı gerçekleşti. Ardı ardına gelen eylemler
70-80 bin kişinin toplandığı mitinglere dönüştü. Kıbrıs halkı
adada çözümden ve barıştan yana olduğunu 'bu memleket bizim'
diyerek gösterdi. Hatırlamakta fayda var, Kıbrıslıların 'bu memleket
bizim' sloganı kuzey yönetimine ve Türkiye'ye karşı bir ifadeydi.
Toplam nüfusu 180 bin kişi olan bir yerde 80 bin kişinin sokağa
çıkması büyük olasılıkla tarihte eşi olmayan bir olaydır. Aynı
oranı Türkiye nüfusuna uygulasaydık, 30 milyon kişinin bir gösteri
alanına toplanması gerekirdi.
Bu halk hareketini ortaya çıkaran etkenler ekonomik anlamda yaşanan
yoksulluk ve Kıbrıs'ın geleceğinde söz sahibi olma isteğiydi.
30 yıldır tecrit altında yaşayan bir halk yaşadığını ve ayakta
olduğunu gösterdi.
Kıbrıs'ta gerçekleşen bu eylemlerin etkisi iki anlamda sürdü.
Kıbrıs'taki kitlesel barış hareketi o sıralarda daha yeni yeni
gelişmeye başlayan (özellikle Türkiye'deki) savaş karşıtı hareket
için önemli bir esin kaynağı olacaktı. Türkiye Devleti ise konuyu
Milli Güvenlik Kurulu'nda ele alarak çeşitli açılımlar yapmanın
şart olduğu sonucuna varacak ve o güne kadar kapalı olan sınır
kapılarını açarak karşılıklı geçişlere izin verecekti.
Kuzey Kıbrıs ve Türkiye
Kıbrıs sorunu içinde bulunduğumuz şekliyle 30 yıldır Türkiye'nin
ve dünyanın gündeminde. Bu otuz yıl boyunca değişmeden yerinde
kalan neredeyse tek şey kuzeydeki yönetimin cumhurbaşkanı Rauf
Denktaş. Yine bu otuz yıl içinde ortaya çıktı ki Türkiye'nin
'74 operasyonuna gerekçe olarak sunduğu eylemlerin bir kısmının
talimatını da aynı kişi vermiş. Sadece bununla da kalmıyor, Rumlara
karşı örgütlenen faşist çetelerin kuruluş aşamalarında, çeşitli
gazetecilerin evlerine konan bombalarda bu şahsın izlerine rastlamak
mümkün.
Türkiye 30 yıldır hiçbir haklı gerekçe olmaksızın adadaki işgalci
varlığını sürdürüyor. Hem de Kıbrıslı Türklere rağmen. Bu pozisyonunu
korumak için Kıbrıslıları tehdit etmekten bile geri durmadığını
biliyoruz. Peki adadaki siyasi dengeleri değiştirmek için devletimizin
büyük çabalarıyla adaya yerleştirilen faşistlere ve Toros köylülerine
ne demeli? 180 bin kişinin yaklaşık 100 bin kişilik bir bölümünün
'74 sonrası adaya yerleşen yada yerleştirilen kişilerden oluştuğu
söyleniyor.
Türkiyeliler olarak Kıbrıs sorununun çözümüne ilişkin yapabileceğimiz
bir katkı varsa, o da Türkiye'nin hiçbir şart ve koşul gözetmeden
Kıbrıs'tan çekilmesini sağlamaktır. Çünkü Türkiye'nin Kıbrıs'taki
varlığı sorunu olabilecek en kötü boyuta taşımakta ve sadece
Kıbrıs sorununun çözülmesini geciktirmektedir.
Annan Planı
Kofi Annan'ın hazırladığı planın adanın iki tarafında yarattığı
etkiler ve referandum sonuçları birçok tartışmayı beraberinde
getirdi. Çok kaba yorumlara göre adaya barış gelmemesinden plana
hayır diyen güneyliler sorumlu tutuluyor. Daha inceltilmiş eleştiriler
ise güneydeki hayır oyunu milliyetçiliğin zaferi olarak görürken,
kuzeyin evetini AB hayranlığına bağlıyor. Ancak bu iki görüş
de olup biteni açıklamaktan aciz. Kuzeyin 'evet'i ile güneyin
'hayır'ı arasında bir çelişki yok.
Kuzey Kıbrıs halkının plana esas olarak 30 yıllık tecritten kurtulmanın
bir yolu olarak baktığına kuşku yok. Türk devlet bürokrasisinin
yine çeşitli yollarla 'hayır' oyunu kışkırtmaya çalıştığı bir
ortamda Kıbrıslı Türkler, adada saltanat süren karanlık güçlere
karşı çareyi 'evet' oyunda gördü. Bu planın çözüm getiremeyecek
olması, sorunu bizzat yaratan güçlerce hazırlanmış olması anlaşılır
şekilde ikinci planda değerlendirildi.
Kıbrıslı Rumlar ise ABD merkezli 'evet' basıncına karşı bir refleks
geliştirdi. Colin Powel'den AB'nin yetkili ağızlarına kadar geniş
bir koro, tüm faturanın 'hayır' diyen tarafa kesileceği tehdidinde
bulundu. Ancak güneyde, planın neler getirip neler götürdüğü,
kuzeydeki ekstra faktörlerin dışında değerlendirilme şansına
sahipti ve nitekim öyle de oldu. Kıbrıslı Rumlar, her türlü dış
basınca rağmen ABD'de pişirilen bu planın ada için bir şey ifade
etmediğini dünyaya duyurdu. Tek 'stabil' yanı ABD ve İngiliz
üslerini koruyup kollamak olan Anna Planı böylelikle bir süre
için rafa kalktı.
Çözüm
Şu yada bu düzeyde Kıbrıs sorununu araştırmış olan herkes, sorunun
sanılandan daha karmaşık olduğunu kabul edecektir. Ancak sorunun
karmaşık olması çözümün zor olacağı anlamına gelmez. Her türlü
emperyalist çıkarın tezahür ettiği 'şirin' ada Kıbrıs'a çözümü
ancak Kıbrıslılar, onların aşağıdan ve birlikte mücadelesi getirebilir.
Ancak bu mücadele içerisinde, Kıbrıslılar kendi planlarını oluşturmaya,
kendi yaralarını kendileri tedavi etmeye fırsat bulabilir. Bunun
gerçekleşebilmesi için bize de bir görev düşüyor: Adadaki askeri
işgalin sona ermesini sağlamak.
Erkin ERDOĞAN
Kuzey Kıbrıs'ta hükümet istifa etti
20 Ekim'de Kuzey Kıbrıs'ta Cumhuriyetçi Türk Partisi-Demokrat Parti Hükümeti
istifa etti. Hükümet istifalarla mecliste azınlığa düşmüştü. Diğer partilerle
yapılan koalisyon görüşmelerinin olumsuz sonuçlanması üzerine, hükümetin
erken seçime gitme arzusu ile istifa ettiği söyleniyor.
Yeni hükümet kurma görevi Ulusal Birlik Partisi Başkanı Derviş Eroğlu'na
verildi. Ancak bu çalışmalardan sonuç alma ihtimali pek olası görünmüyor.
Eğer 60 gün içinde hükümet kurulamazsa Rauf Denktaş erken seçimi ilan etmek
durumunda kalacak. Ancak bu süre dolmadan da erken seçim tarihi açıklanabilir.
Eşcinsellere çeşitli saldırılar
1996 yılında, İstanbul'da düzenlenecek olan Habitat 2 zirvesinin hazırlıkları
kapsamında, Beyoğlu'nu temizlemek(!) bahanesiyle, kaldırım taşlarının onarılması,
sokakların süpürülmesi gibi bir dizi etkinlikle beraber, travesti ve transseksüellerin
yaşadığı Ülker Sokak'ın da ortadan kaldırılmasına ilişkin çalışmalar başlatılmıştı.
Kapılar kırılmış; evler yakılmış, yağmalanmış; birçok travesti ve transseksüel
evinden atılmış, tutuklanmış, işkence görmüştü. Ülker Sokak olaylarında,
polisin, Beyoğlu'nu Güzelleştirme Derneği'yle birlikte ülkücülerle de işbirliği
yaptığı bilinmekle birlikte, yasal bir mücadele başlatılamamıştı. Zaten, "hortum" lâkaplı
polis amirine karşı Demet Demir'in başlattığı dava sürecinin yılan hikâyesine
dönen yıpratma politikası ve nihayetinde Süleyman Ulusoy'a verilen cezanın, "aynı
eylemi beş yıl içinde yeniden gerçekleştirmesi hâlinde" infaz edileceği
mahkeme kararı, ayrıca birçok diğer katliama yönelik davaların benzer akıbetlere
uğraması, muhtemel bir hukuk sürecinin, kazanım sağlamak bir yana, mağdurları
daha fazla mağdur edeceğine hiç şüphe yok.
Ülker Sokak olaylarından yaklaşık 8 yıl sonra, geçtiğimiz ayın ilk haftası,
ülkücülerden yeni bir saldırı daha geldi.
İstanbul'da bu yıl ilki gerçekleştirilecek olan Out İstanbul Gey ve Lezbiyen
Filmleri Festivali'nden bir gün önce, Beyoğlu Ülkü Ocakları’ndan bir grup,
sinemanın önünde yaptıkları basın açıklamasında, festivalin yasaklanmasını
talep ettikten sonra, aksi durumda kendi yöntemleriyle! engelleyeceklerini
açıklayarak, festivalin düzenleyicileri nezdinde tüm eşcinselleri tehdit
ettiler.
Ülkücüler bu tavırlarıyla, eşcinsellere ve eşcinselliğe bakışlarının, geçen
yüzyılın başında eşcinselleri pembe üçgenlerle yaftalayarak kazanlarda
ve gaz odalarında katleden fikirdaşlarından pek de farklı olmadığını göstermekle
birlikte; dünyanın her yerinde ve toplumların her kesiminde var olan eşcinselliği
yok saymaya çalışarak, insan haklarına bakışlarını bir kez daha ortaya
koydular.
Tıpkı anadili özgürlüğü konusunda, Agos Gazetesi'ne yaptıkları gibi...
Bu olayda da, Alkazar sineması önünde yaptıklarına benzer bir basın açıklaması
gerçekleştirmişler, Agos Gazetesi sahibi Hırant Dink nezdinde, aslında
bu ülkede yaşayan tüm Ermeni'leri tehdit etmişlerdi.
Ülkücülerin tavrına benzer başka bir saldırı da, İstanbul Üniversitesi'nde,
bu kez, ülkücülerden çok farklı olduğunu zannettiğimiz başka gruplardan
geldi. İstanbul Üniversitesi şenliklerinde, bazı sol örgütlerin stand görevli-leri,
Lambdaistanbul adına stand açan arkadaşlarımıza müdahale etmek istedi.
Eşcinselliği "burjuvazi artığı", "sapıklık" , "burjuva
hastalığı" gibi ifadelerle tanımlayan solcu öğrenciler, Lambdaistanbul
standının varlığından utanç duyduklarını açıklayıp, şiddetle kınadıklarını
belirttikleri eşcinsellerin, bulundukları mekânı terk etmelerini istediler.
Bazı örgütlerse, daha iki yüzlü bir tavırla, aslında kendilerinin böyle
düşünmediğini, fakat bu olayın kapanması açısından Lambdaistanbul katılımcılarının
standı kapatmalarının daha doğru olacağını düşündüklerini söyleyerek, bu
homofobik, ayrımcı tavrı, üstü örtülü şekilde desteklediler.
Solcuların sağcılardan farklı olarak bilmesi gereken bir nokta var ki,
o da, eşcinselliğin sadece burjuvalarda değil, toplumun her kesiminden
insanda; işçide, patronda, işsizde, emekçide, emek sömürücüde, yöneticide,
yönetende, azınlıkta, çoğunlukta vs. var olan bir cinsel yönelim olduğu.
Eşcinsellik sadece bir zümreye has bir özellik değildir ve eşcinseller
de bir örnek değildir, olamaz. Özgür bir dünya için sadece ekonomik sistemin
değişmesinin yeterli olmadığını, insan haklarının bir bütün olduğunu, cinsel
yönelim ayrımcılığının bir insan hakkı ihlâli olduğunu, eşcinselliğin egemen
sınıfın bir özelliği değil, egemen sistemin ötekileştirip yok saymaya çalıştığı
bir bireysel özgürlük alanı (cinsel yönelim) olduğunu vs. , "muhalif"lerin
bilmesi gerekir. Aksi durumda, görüşleri bir özgürlüğü değil, despotluğu
işaret eder.
Despotluğun hâkim olduğu bir dünya özgür bir dünya değildir. İnsan haklarının
ihlâl edildiği yeni bir sistemin tek farkı, eski "yönetici" ve "egemen"lerin
yerine yenilerinin gelmesi olabilir!
İnsan hakları ve özgürlüklerine inancı olan herkes bilmelidir ki, tarihe
insanlığın kara lekeleri olarak geçmiş olan engizisyon mahkemeleri ve nazi
katliamları gibi, bu politikaları ve bu yöntemleri kullanan, uygulayan
ya da onlara inancı olan her kişi, kurum ve topluluk da, tarihte gereken
yeri lâyıkıyla alacak, insanların ve toplumların vicdanında gerektiği gibi
yargılanacaktır.
Kadir YILMAZ