Sosyalist İşçi 227 (19 Kasım 2004)
Sayfa
12:
Başka bir dünya mümkün
Mutlu bir dünya
Londra’da düzenlenen 3. Avrupa Sosyal Forumu’nun ilk günü düzenlenen Uluslararası
Sosyalizm Akımı’nın toplantısında konuşan biri “mutlu bir dünyamümkün” dedi.
Türkiye’de kimileri “başka bir dünya mümkün sloganını bile beğenmezken “mutlu
bir dünya mümkün” sloganı beni çok etkiledi.
Biz sosyalistler insanlığın mutluğunun sosyalizmde olduğunu düşünüyoruz.
Sosyalizmin alternatifinin ise barbarlık olduğunu söylüyoruz.
Biz böyle düşünüyoruz ama büyük emekçi yığınlar sosyalizm istiyor mu? Ya
da büyük emekçi yığınlar sosyalizm nedir biliyor mu?
Türkiyelı sosyalistlerin büyük çoğunluğu sosyalizm deyince insanlara örnek
olarak 1991’de yıkılan Sovyetler Birliği’ni veya diğer Doğu Avrupa ülkelerini
gösteriyorlar. Bazıları Çin’i ve hatta Arbavutluğu bile sosyalizmin örneği
olarak gösterenler var. Şimdilerde ise Küba örnek durumunda.
Bütün bu ülkelerin insanlar için iki anlamı var: Birincisi bütün bu ülkelerde
demokrasinin zerresi yok. Düşünmek, örgütlenmek, eylem yapmak, greve çıkmak
yasak.
Bunlara gerek yok. Çünkü orada insanların muhalif olarak örgütlenmesine gerek
olmayan bir mutluluk v ar denebilir ama bu da doğru değil. Çünkü hepsinin
ikinci ortak özelliği yoksulluk.
Yoksul insan mutlu olabilir mi? Çok çalışan insan mutlu olabilir mi? Üstelik
özgür de değil.
Büyük yığınların hayali soyut bir sosyalizm değil. Onlar daha rahat, daha
güzel bir hayat istiyorlar. Eğlenmek istiyorlar.
Oysa bizim Türkiyeli sosyalistler antikapitalist hareketin eylemleri bizimkiler
gibi beşerli sıralar halinde yürümediği için onları festival havalı buluyor.
Eylem yaparken neşeli olmalarına karşı çıkıyor.
Örneğin 27 Haziran BAK korteji bu nedenle eleştirildi. İnsanların eylemlerinde
neşeli de olabilmelerişni eleştirenler siyasal iktidarı kazanınca insanların
eğlenmelerine izin verirler mi? Sanmıyorum. Zaten bakın SSCB’ye, Çin’e, Doğu
Avrupa ülkelerine, mutsuz, somurtan, sıkkın insanlar görürsünüz.
Kapitalizm de insanların eğlenmesine, mutlu olmasına izin vermez. O paranın
gücüyle bunu yapar. Yoksulsan eğlenme hakkın yoktur, üstelik yanın sıra eğlenen
zenginleri de sürekli görürsün.
Karl Marks, sosyalizmin işçi sınıfının kendisini devlet olarak örgütlemesi
olduğunu söyler. Nitekim 1917 devriminde kurulan Sovyet iktidarının organları
olan sovyet grev komitesi demek. Fabrikalarda kurulan grev komiteleri iktidar
organı haline geliyor. Ülke çapındaki grev komitesi ise parlamentonun yerini
alıyor.
Yani işçiler kendilerini devlet olarak örgütlemeye başlıyorlar.İşçiler iktidarı
ele geçirince daha fazla çalışma düşünülemez. Zaten bu nedenle çalışma yavaşlıyor,
üretim düşüyor. Bu doğal birşey. Ama o günlerde Rusya tek başına bütün kapitalist
sisteme karşı. Rekabet etmeye, ayakta durmaya çalışıyor ve dolayısıyla çalışma
yeniden hızlandırılıyor. Niye?
Rus Devrimi’nin Lenin “Alman devrimi gelinceye kadar” diyor. Ama Alman devrimi
çeşitli nedenlerle gelmiyor. Ondan sonra iktidar Stalin ve bürokrasinin elinde
işçişlere karşı bir örgütlenmeye dönüşüyor. Sovyetlerin içi boşaltılıyor.
İşçiler az çalışmak istiyor. Almanlar yardıma gelsin diye dişlerini sıkıyorlar
ama Alman yardımı gelmeyince hala dişlerini sıkmaları istenince sosyalizm
bitiyor ve kapitalizm geri geliyor.
Sosyalizm mutluluk demektir. Sosyalizm için mücadele edenlerin neşeli olması
onların kapştalizmden nefret ediyor olmaları ile çelişmez.
Bizim eylemlerimiz festival olmalıdır. Zaten devrim, ezilenlerin festivalidir!
Doğan TARKAN
Ezilenlerin kendilerini savunma hakkı
Herhangi bir eşitsizliğe hoşgörüyle bakan bir işçi sınıfı kendisini özgürleştiremez.
Ezilenler, kendilerine uygulanan baskıya karşı mücadele etme hakkına sahiptirler.
Kapitalizmin temelinde, sermaye ve emek arasında sürekli devam eden sınıf
mücadelesi vardır. Bu Marksizmin ABC'sidir. Fakat alfabe sadece dört harften
ibaret değil. Kapitalizmde, sınıf egemenliği insana yönelik diğer başka baskı
türleriyle iç içe geçmiştir. Bu baskılar sömürülenlerin arasında bir bölünmeye
yol açar. Bugüne kadar, dezavantajlı durumda olan gruplar, "farklı" oldukları
için hep baskı görmüşler ve karşılık olarak bu baskıya karşı mücadele etmişlerdir.
Din farklılığı her zaman bu bölünmeyi yaratan unsurlardan bir tanesi olmuştur.
Aynı şekilde ırkçı baskı, kadınların, eşcinsellerin ezilmeleri, dil farklılıkları,
göçmenlere uygulanan baskılar bütün kapitalist "uygarlaşma" tarihini
bozan baskı çeşitleridir.
Baskının söz konusu olduğu bir durumla karşılaştığında bir sosyalistin ilk
yaptığı şey ezilenle dayanışmaktır. Lenin'in söylediği gibi, sosyalistler
her çeşit adaletsizliğe karşı çıkarak her zaman "ezilenlerin kürsüsü" olmak
zorundadırlar. Her tür baskının karşısında olma sınıf mücadelesinden ayrı
değildir. Eğer işçi hareketi bütün toplumu yönetme iddiasına sahipse, ezilen
köylülerle, Yahudi ve Müslümanlarla birlikte cinsiyetçiliğe ve ırkçılığa
karşı çıkmalıdır.
Herhangi bir eşitsizliğe hoşgörüyle bakan bir işçi sınıfı kendisini özgürleştiremez.
Ezilenler, kendilerine uygulanan baskıya karşı mücadele etme hakkına sahiptirler.
1950'de, Amerikalı kadınlar arasında yapılan bir araştırmada kadınların kendi
cinslerinden nefret ettikleri ve erkeklerin arkadaşlığını tercih ettikleri
ortaya çıktı. 1960'lı yıllardaki kadın hareketini en büyük başarılarından
bir tanesi kadınların tekrar kadın olmaktan dolayı gurur duymalarını sağlamak
oldu. Bunun sonucunda işçi hareketi bir dönüşüm geçirdi ve yeniden canlandı.
Kadın hareketine ilham kaynağı olan, 1960'ların en devrimci sloganlarından
bir tanesini ("Siyah güzeldir") üreten sivil haklar hareketiydi.
Otobüs boykotları, siyahların otobüslerde beyazlara yer vermemeleri, yürüyüşler,
şehirlerdeki "uzun sıcak yaz" ayaklanmaları bu slogana gerçek anlamını
kazandıran eylemler oldular. Bu hareketin ardından beyaz ırkçılığı çok büyük
yenilgiler aldı. 1969'da New Yorklu eşcinsellerin Stonewall barında kendilerini
rahatsız eden polislere karşı verdikleri mücadele eşcinsel özgürlük hareketinin
başlangıcı oldu. Bugün bu mücadeleler sayesinde, milyonlarca kadın ve erkek
kendi cinsel tercihlerini özgürce söyleyebiliyorlar ki aslında özgürlüğün
ilk koşulu da budur.
Bütün bu mücadeleler bugünkü işçi hareketini güçlenmesini sağladılar. Günümüzde
Filistinliler, baskıya karşı mücadelenin en çarpıcı sembolü haline gelmiş
durumdalar. Fakat İntifada olmasaydı hiç kimse tarafından bilinmeyen, sessizce
ezilen insanlar olarak kalabilirlerdi.
Şu anda çekiyor olduklarından daha az acı çekmezlerdi, kendilerini onursuz
ve umutsuz hissederlerdi ve dünya çapında kendilerini destekleyen bu kadar
insan olmazdı. Aslında İntifada bir sonraki adımı gösteriyor. Bazen Filistinliler "şiddet" uyguladıkları
gerekçesiyle eleştiriliyorlar, fakat İsrail devletinin Filistinlilere karşı
uyguladığı şiddet bundan çok daha büyük. Şiddet sadece Batı Yakası ve Gazze'de
her gün açıkça öldürülen insanlardan ibaret değil. Yoksulluğun sürekli olarak
artması ve ekonomik yaşamın yok edilmesi de şiddet.
Yüksek orandaki çocuk ölümleri savaş uçakları kadar dehşet verici. Baskıya
karşı mücadele etmeye başlayanlar, bunu genellikle izolasyon koşullarında
yaparlar. Dayanışma olasılığını oluşturan sürekli aşağılanmayı kabul etmeyi
reddetmek tamamen onların tercihidir.
Peki sosyalistlerin rolü baskıya karşı verilen her mücadeleyi desteklemek
midir? Baskıya karşı mücadele etme yöntemlerinden bazıları kendi yenilgisini
yaratır. İlk zamanlarda ırkçı baskıya karşı verilen yanıtlardan bir tanesi "Tom
Amca" diye adlandırılırdı. Bu deyim, ırkçı güç yapısına karşı, ezenler
tarafından siyahları tanımlamak için kullanılan terimlerden kurtulmaya çalışarak
siyahların aslında yardımcı olmaya değer insanlar olduklarını kanıtlamaya
çalışıyordu. Aslında bu fikirlerin arkasında yatan zayıflık duygusuydu.
Bir başka aşırı uç gibi görünen diğer fikir ise, terörizmin bir kendini savunma
taktiği olduğu. Terörizm, kitle eylemine güvenmek yerine, birkaç kahramanın
kendini adamasına dayanır bunun da kaynağı umutsuzluktur. En kötüsü, terörizm,
sıradan insanları hedef alarak, aslında karşı olduğu gerici güçlerin güçlenmesine
neden olur.
Çeşitli mücadelelerin iç içe geçmesi, bazen karmaşık taktiksel sorunların
ortaya çıkmasına neden olabilir. 1960'larda, İngiltere'de Bristol kentinde,
ırkçılar Hintli'lerin otobüslerde türban takmalarına karşı bir grev örgütlediler.
Hintli işçiler grev sırasında yapılan gösteriye katıldılar, fakat ellerinde
ücretlerin düşüklüğüne ve çalışma şartlarının kötülüğüne dair dövizler taşıyarak.
Irkçı grev büyük bir moral bozukluğu içinde çöktü. Sonuçta işçi dayanışması
kazandı. Sosyalistler her zaman ezilenlerin mücadele yöntemlerini kabul etmezler.
Burada ilkesel olarak, sendikalarda patronlarla nasıl mücadele edilmesi gerektiği
hakkında yapılan tartışmadan farklı bir durum yok. Her iki durumda da önce
dayanışmaya başlarız, ardından strateji ve taktikler hakkında tartışırız.
Colin BARKER
Çeviren: Arife KÖSE