Sosyalist İşçi 229 (13 Ocak 2005)

 

Sayfa 10-11: Orta Sayfa

AB, Avrupa sermayesinin örgütüdür

Avrupa Birliği işçi sınıfının
birliği önünde engel


Avrupa Birliği tartışmaları bir çok yönden önemli. Bu tartışmalar bir yandan yeni liberal ideolojiyle aramızdaki mesafenin ölçütü olurken, öte yandan hedeflediğimiz toplumsal değişime dair ufkumuza ve araçlarımıza dair açık ipuçları veriyor. Ancak buna rağmen AB üzerine tartışmalarda alınan farklı tutumlar, politik zeminde gerçek bir bölünmeye tekabül etmemesi gerekir. Çünkü tartışmaya daha geniş bir pencereden baktığınızda, aslında temel tartışma Türkiye kapitalizminin alacağı yöndür. Sosyal demokrasinin solundaki sol, genel anlamda nihai çözümün kapitalizm ötesi olduğu konusunda anlaşıyor. Bu tartışmada bizleri ayıran nokta çözümün ne olduğu konusunda değil, çözüme doğru atılacak adımlar ve yön konusunda. Öyleyse tartışmayı da bu boyutuyla ele almak gerekir.
AB üyeliği konusunda Türkiye egemen sınıfının çok çeşitli kesimlerinin anlaşıyor olması, Türkiye'de büyük sermayenin programının başarısı olarak görülmeli. Çünkü AB üyeliğinden asıl olarak yararlanacak olan bu kesim. Cumhuriyet tarihinde ilk kez TÜSİAD, MÜSİAD, Genelkurmay, hükümet, muhalefet, bürokrasi bu derece ortak bir program çerçevesinde anlaşmış durumda. Egemen sınıf arasındaki fark programın nihai hedefi üzerine değil, sonuçta nihai hedef yolunda ödün verilebilecek olan Kıbrıs, demokratik açılımlar, vb ayrıntılarda.
AB üyelik süreci Türkiye'deki statükoyu en azından sarsacağı ortada. Ancak statükonun bozulmasına endeksli bir bekleyiş, mücadele perspektifimizi son derece sınırlayacaktır. AB üyeliğinin kısmî de olsa iyileşme sağlayacağına inandırılan işçi sınıfının, bu üyeliğin gereği gerçekleştirilecek kamu harcamaları kısıtlamaları (özelleştirmeler ve sendikasızlaşma), bütçe açıklarının kapatılması (ücret gerilemeleri), tarımda ve bir çok diğer sektörde yeniden yapılanma (en az 20 milyon işsiz) gibi saldırılar karşısında mücadelesi son derece zaaflı olacaktır. Çünkü saldırıyı yürütenler, tüm bunların, herkesin ortak çıkarına olarak sunulan AB üyeliğinin gereği olarak anlatacaklardır. Açık bir şekilde işçi düşmanı olarak bilinen IMF programı, bugün karşımıza demokrasi ve ekonomik refah ambalajıyla, AB üyeliğinin gereği olarak konulacaktır. İşte bu noktada konuya ilişkin politikalarını "evet" olarak belirlemiş olan sosyalistlerin işi çok zor olacağı gibi, bu tutumları, sendikalarda ve benzeri işçi örgütlerinde saldırıya karşı ortak mücadeleyi de zaafa uğratacaktır. Elbette temel politik ayrımı "AB'ye hayır" olarak koyan, bu temelde "evet" diyenlere karşı uzlaşmaz bir tutum alan milliyetçi solun da işçi sınıfını böldüğünü gözden kaçırmamak gerekiyor. Dolayısıyla AB üyeliği konusunda tutum üzerine tartışmalarda saflaşmamız soyut politikalar üzerinden değil, işçi sınıfının mücadelesini zaafa uğratmayacak şekilde, sınıfın birliği temelinde olmalı.
Avrupa radikal solu karşı
Bugün daha iyi bir dünya için hedeflenen toplumsal değişim konusunda insanlık önünde duran iki seçenek, Anglo-Sakson kapitalizme karşı Batı Avrupa tarzı 'refah devleti'ne dayanan kapitalizmle sınırlı değil. Ancak buna rağmen Avrupa'da küresel hareketin içinde AB'nin reform edilebileceğine dair illüzyona sahip sol yaklaşımlar söz konusu. Örneğin sosyal liberal koalisyonlara katılan Fransız Komünist Partisi (FKP) ve Almanya'da Demokratik Sosyalizm Partisi (PDS) gibi partiler ya da ATTAC gibi radikal reformist çevreler AB projesini, ABD emperyalizminin karşısında olumlu bir seçenek olarak ele alıyor ya da bu konuda suskun kalmayı siyasi hedefleri açısından uygun görüyor. İtalya'da Komünist Yeniden Yapılanma (PRC), hareketin sokaktaki gücüne yaslanmak yerine, Berlusconi'yi devirerek, Prodi ile bir hükümet kurma düşü içinde. ATTAC liderliği Chirac'ın Balkanlar ve Afganistan'daki emperyalist savaşlardaki rolüne bakmadan, emperyalist rekabetin gereği Bush'un hegemonya savaşına karşı çıkışını anti-emperyalist bir duruş gibi yorumlayabiliyor.
Avrupa Sol Partisi'ni (ASP) oluşturan partilerin AB'ye yaklaşımı, parlamenterist perspektifleri nedeniyle bir ön kabule dayanıyor. ASP, tabanın da katıldığı dinamik bir tartışma süreciyle değil, yukarıdan aşağıya diplomatik düzeyde yürütülen görüşmelerle kuruldu. Çünkü ASP'nin kurulmasında itici güç toplumsal bir değişim için mücadele dinamiği değil, temel olarak AB'nin olanaklarının daha iyi kullanılması ve seçimlere yönelik parlamenter bir perspektiftir. ASP'nin çeşitli belgeleri, başka bir dünya isteğini dile getirmekle birlikte, anti-kapitalist bir stratejiye sahip değil.
Avrupa Sol Partisi AB'yi kabullenmiş bir yerden politika yaparken, İngiltere'den Respect-Unity, Sosyalist İşçi Partisi (SWP), İskoçya Sosyalist Partisi (SSP), Fransa'dan Devrimci Birlik (LCR) gibi sosyalist örgütlerin oluşturduğu Anti-kapitalist Sol girişim, AB'ye karşı net bir tutum içinde. Ayrıca bu parti ittifaklarının dışında da çok geniş bir yelpazede, özellikle sosyal forumlar zemininde ve savaş karşıtı hareket içinde örgütlü AB karşıtı, anti-kapitalist bulunuyor. Dolayısıyla Avrupa solu ile bütünleşmenin önkoşulu AB üyeliği değil, tam tersine ona karşı çıkmaktan geçiyor.
Emperyalizmin karşısında
AB'nin karakterini belirleyen iki önemli faktör, Avrupalı çokuluslu şirketlerin ve Avrupa emperyalist devletlerinin güçlerini ve diplomatik çıkarlarını bu proje içinde ortaklaştırmaları olarak özetlenebilir. Merkezinde bu güçlerin çıkarlarının yattığı süreç tüm ulus-devletlerin eşit çıkarları üzerinden şekillenmiyor. AB projesi bu anlamıyla üye devletler arasındaki rekabet koşullarını ortadan kaldırmamıştır. Ulusal devletlerin bir takım merkezi sorumlulukları, daha büyük ölçekte federal bir devlet yapısı altında toplanıyor. Sonuçta her şey daha büyük ölçekte ve merkezde Fransa ile Almanya gibi emperyalist devletlerin denetiminde yeniden şekilleniyor.
Kısacası Avrupa'da, tek başlarına yeterli rekabet gücü olmamasından kaynaklanan, çeşitli emperyalist devletleri bir araya getiren temel dinamik, emperyalistler arasındaki çelişkidir. Çeşitli Avrupalı emperyalist devletlerin bir araya gelmesi, bu kıtadaki emperyalizmi ortadan kaldırmıyor, tam tersine ABD ve Japonya karşısında dahi güçlü bir emperyalist blok oluşmasına yol açıyor. Bizim tutumumuz, emperyalistler arasındaki rekabette taraf olmak değil, bu bloklar arasındaki çelişkilerin derinleştirilmesi yönünde olmalı.
Sosyalistlerin nihai hedefi kapitalizmi aşmak. Bu hedef doğrultusunda mücadele ederken, bağımsız bir sınıfsal tutum takınmalı ve kapitalist sınıfın şu ya da bu kesiminin çıkarlarını savunur pozisyonlara düşmemelidirler. Kapitalizmi aşmak ise soyut bir talep değil. Çokuluslu şirketlerin elindeki ekonomik gücü geri alırken, piyasanın ortadan kaldırılarak, üretimin ve paylaşımın demokratik olarak planlandığı bir ekonominin örgütlenmesi, siyasi iktidar yapısının radikal olarak yıkılarak, aşağıdan yukarı yeniden oluşturulması, rekabete değil, dayanışmaya dayalı bir toplumsal örgütlenmenin gerçekleşmesinden bahsediyoruz. Böyle bir dünyada zenginlikleri kendi coğrafyasına hapseden, sorunlarını ise ihraç eden bir AB'nin varlığı söz konusu olamaz. İlerici birleşik kapitalist bir Avrupa gerici bir ütopyadır ve öyle kalacaktır. Kapitalistlerin farklı ulusal çıkarları bunun önünde engel oluşturmaktadır.
Türkiye egemen sınıfının ve onun programının yürütücüsü hükümetin AB üyeliği hedefi, bizim kapitalizmi aşma hedefimizin tam tersi yönünde yol alacağı çok açık. Dolayısıyla Türkiye egemen sınıfının hedefinin ne kadar uzağında olursak, anti-kapitalist başka bir dünya hedefimizin o kadar yakınında olma şansımız olacaktır.
F.Levent ŞENSEVER


Gelir dağılımı ve yoksulluk
AB'nin genişlemesiyle birlikte topluluk içinde yoksulluk sınırı altında yaşayanların sayısı 55 milyondan 68 milyona ulaştı. AB içinde yoksulluk ve gelir eşitsizliği her dönem var olmasına karşın, yeni liberal politikaların azgınca uygulanmaya başlandığı 1990'lardan itibaren çok daha hızlı arttı. Avrupa'da yoksulluk sınırı, kişi başına düşen ulusal gelirin yüzde 60'ının altında gelir sahibi olanlar olarak tanımlanıyor. Bu tanıma göre 1998 yılında AB ülkelerinin toplam nüfusunun yüzde 18'i yoksulluk sınırının altında ve bunların yaklaşık yarısı üç yıldan fazla bir süre bu sınırın altında yaşıyordu.
AB'de 2001 yılında nüfusun gelir düzeyi en yüksek yüzde 20'si ile en düşük yüzde 20'si arasında ortalama 4.4 kat fark vardı. Yani tepedeki en zengin yüzde 20'nin geliri, en yoksul 20'ye göre ortalama 4.4 kat daha fazlaydı.
AB'de yoksulluk ile sosyal harcamalar arasında önemli bir ilişki söz konusu. Bu konuda yapılan araştırmalar, şayet gelir dağılımı sosyal harcama bütçeleriyle dengelenmese, bir başka ifadeyle sosyal yardımlar olmasa, topluluk içinde 2001 yılında yoksulluk tehditi altında olan nüfusun yüzde 24'e ulaşmış olacağını gösteriyor. Buna emeklilik maaşı ile geçinenler de eklenince, yoksulluk sınırı altında olma riski taşıyan nüfusun oranı yüzde 35'e kadar çıkmaktadır. Bu durum, AB'yi küresel dünyada daha rekabetçi kılmayı amaçlayan ekonomik 'reform'ların hedefi olan sosyal güvenlik sisteminin çökmesinin, AB emekçileri için ne kadar büyük bir tehdit oluşturduğunu gösteriyor.