Sosyalist İşçi 229 (13 Ocak 2005)
Sayfa
13:
AB'nin militarist hedefleri
Avrupa Birliği küresel bir askeri güç olma yönünde ciddi adımlar atmaktadır.
Topluluk daha 1992 yılında, Maastricht Antlaşması'nda kriz bölgelerinde devreye girecek bir askeri yapılanmaya girişti. Bu anlaşmada, ticaret ve finans politikalarının yanı sıra, "dış politika ve güvenlik", topluluğun üzerine yükseldiği üçüncü ortak değer ekseni olarak vurgulanmaktaydı. 1997 Amsterdam Antlaşması'yla, olabildiğince hızlı müdahale ve muharebe yeteneği yüksek, kendi toprakları dışında konuşlandırabileceği bir AB ordusunun (RRF) oluşturulması öncelikli hedefler arasına alındı.
Yeni ordu, Brüksel'den 4.000 km uzaklığa kadar olan bölgeleri kapsayacak, en geç 60 gün içinde konuşlandırılacak, en az bir yıl kriz bölgesinde kalma yeteneğine sahip olacak şekilde 60.000 askerden oluşturuldu. Hizmetine 400 savaş uçağı ve 100 savaş gemisinin verildi.
2000 yılındaki Nice zirvesi sonrasında tehditler ve hedefler "enerji arzının ve rezervlerinin güvenliği, ortak bir Avrupa hava sahası (Galileo), kritik altyapının korunması, siber-suçlar, hava taşımacılık ve uçakların güvenliğinin sağlanması" olarak belirlendi. Bu çerçevede görev yapması için AB Kriz Önleme Gücü (COPS), yapılandırıldı. COPS, olası veya fiili krizlere 24 saat içinde müdahale etme yeteneğine sahip, içinde polis, sağlık ekibi ve sivil hizmet personeli gibi uzmanlar bulunan ve en fazla 15.000 kişiden oluşan bir kriz yönetimi gücü olarak oluşturuldu.
AB'nin kendi coğrafyası dışındaki ilk askeri müdahalesi, 2003 yılında Makedonya'da gerçekleşirken, ikincisi Kongo Cumhuriyeti'nde gerçekleşti. İkinci müdahalenin ilginç bir özelliği, AB ordusunun 'misyon' alanı olarak belirlenen, Brüksel'den 4.000 kilometre yarıçapı uzaklığının ötesinde olmasıydı. Bu operasyonda AB, Fransa komutanlığında ilk kez Nato'nun desteği dışında askeri bir müdahalede bulunuyordu. Fransa Savunma Bakanı Artemis bu operasyonu gururla, "Avrupa güvenlik politikasının doğum saati" olarak ilan etti.
AB'nin askeri bir güç olma hırsı, Anayasa'sına da yansıdı. Savunma ile ilgili bir başka belge de, AB tarafından görevlendirilen Javier Solana'nın hazırladığı ve Aralık 2003'te kabul edilen Avrupa Güvenlik Stratejisi'dir. "Daha iyi bir dünyada güvenli bir Avrupa" başlığını taşıyan bu belge, AB'nin dış politikasının geleceği açısından en önemli strateji belgelerinden biri. Belgede dile getirilen küresel tehditler ve güvenlik için çözümler açısından ABD'nin ulusal güvenlik stratejisiyle şaşırtıcı derecede benzerlikler söz konusu.
Strateji belgesinde, AB'nin dünyada en büyük petrol ve doğal gaz dışalımcısı olduğu belirtiliyor. Böylece tıpkı Pentagon'un politikalarında olduğu gibi, "güvenlik" ile "enerji" politikaları arasında ilişki kuruluyor. Belgede, Avrupa açısından üç 'yeni' tehdit olarak "terörizm", "kitle imha silahlarının yaygınlaşması", "zaaflı devletler ve organize suçlar" saptanıyor. Washington'ın hegamonya savaşlarını meşrulaştırmak üzere kullandığı 'tehdit' ideolojisi, Avrupa'nın güvenlik anlayışının merkezine oturtuluyor.
Böylece, dünyanın her bir yanında, 'önleyici' müdahaleler için meşru zemin hazırlanmış oluyor. Nitekim belgede, "Krizler henüz başlamadan harekete geçmeye hazır olmalıyız. İhtilafın ve tehditin önlenmesi hiçbir zaman gereğinden önce başlamış sayılmaz" denilerek, Pentagon'un 'önleyici savaş' konsepti, AB'nin militarist politikalarına temel oluşturuyor.
AB'nin piyasacı ve militarist anayasası
Avrupa Anayasası, AB süreci içinde önemli a-dımlardan biri. Günü-müzdeki koşullar; 11 Eylül saldırıları, II. Kör-fez Savaşı, yaşanan iki önemli kriz sonrası artan uluslararası rekabet ko-şulları ve genişlemenin ortaya çıkardığı etkiler çerçevesinde, Avrupa ka-pitalizminin çıkarlarını koruyacak olan uluslar-üstü bir devlet yapılanması gereğini gündeme getirdi.
Bu açıdan Anayasa, Avrupalı çokuluslu şirketlerin küresel rekabet içindeki çıkarlarını koru-yacak olan yeni liberal politikaların pekiştirilmesi ve AB'nin süper güç olması için gereken militarist hedeflerin meş-rulaştırılmasına yönelik bir çabanın ürünü. İnsan unsuru geri planda bıra-kılmış bir belge.
Örneğin, bir anayasada görmeye alışmadığımız şekilde piyasa ekonomi-sini, AB'nin temel ekono-mik modeli olarak sabit-liyor, rekabeti serbest ve dokunulmaz kılıyor. Seçmen vatandaşların nasıl bir ekonomik politika izleneceği konusunda karar vermelerinin önünde başka bir seçenek bırakılmıyor. Böylece en temel yurttaşlık hakkı da çiğnenmiş oluyor.
Başka bir dünya AB'siz olacak!
Sol içinde gerek ekonomik gelişmelerin, gerekse demokratik açılımların burjuva devlet yapısı tarafından işçilerin lehine sağlanabileceği fikri oldukça eskilere dayanıyor. Bu yaklaşımı açıkça benimseyen sosyal demokrasinin dışında, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası dönemde solda çok geniş bir yelpaze de bu fikirden etkilenmekteydi.
Refah devleti
Batı Avrupa'da bugün 'refah devleti' dediğimiz Keynesçi devlet müdahalesi yoluyla ekonomik gelişme, İkinci Dünya Savaşı sonrasında özgür bir iradeyle (yani işçi sınıfına yönelik bir katkı olarak) değil, Sovyet Rusya'nın ve Doğu Bloku'nun sermaye birikim modeli olan devlet kapitalizmine karşı zorunlu bir alternatif olarak benimsendi. Çünkü o dönemde Küba ve Hindistan gibi sömürgecilere karşı bayrak açmış ve özgürlüğünü yeni kazanmış olan bir çok ülke, devlet eliyle kalkınma modelinin çekiciliğine kapılmıştı. Dolayısıyla 'refah devleti' iki emperyalist blok arasındaki çatışma dinamiğinin sonucunda ortaya çıkan bir sermaye birikim modeli olarak ortaya çıktı. Bu model verilen mücadeleler oranında işçi sınıfının lehine kazanımları içerdi. Mücadeleler geriledikçe, kazanımlar da geriledi.
1970'lerin ikinci yarısından itibaren yaygınlaşan ve derinleşen krizler, sermaye sınıfını bu ekonomik yıkımlardan kendi lehine daha az tahribatla çıkışı için yeni arayışlara itti. Keynesçi modelin terk edildiği, devletin ekonomiye müdahalesinin asgariye indirildiği, her şeyin piyasadaki rekabete göre belirlendiği yeni liberal politikalar böyle ortaya çıktı. Emekçiler açısından bu iki sermaye birikim modeli arasında görece bir fark olmasına karşın, her ikisinin de nihayetinde sermaye birikim modeli olduğunu unutmamak gerekiyor.
Geçmişte kâr peşinde koşarken üretim araçlarının gelişmesine yol açan küresel kapitalizm görece ilerici bir rol oynarken, bugün kâr için doğayı ve tüm canlı türlerini tehdit ederek, milyarlarca insanı açlığa iterek ve rekabeti militarist boyutlara taşıyarak, insanlığın gelişiminin önünde engel oluşturan gerici bir karaktere büründü. Serbest ticaret ve liberalleşme ideolojisinin arkasında tüm kapitalistlerin pazar mücadelesi yatmaktadır. Avrupa sermaye bloğu, ABD ve Japonya sermaye bloklarıyla birlikte bütün bu koşulların baş aktörleri arasında gelmektedir. Her biri kendi pazarını ve etki alanını korurken, maliyeti insanların açlığı ve kanıyla ödenecek şekilde rakiplerinin alanlarına doğru kıyasıya genişleme mücadelesi vermektedir. Bu mücadelenin yegane itici gücü kâr hırsıdır.
Nitekim Avrupa Birliği de Lizbon Stratejisi ve Maastricht kriterleri gibi sermaye birikim süreçlerine yönelik önlemlerle, küresel kapitalist piyasalarda rakipleri karşısında rekabet gücünü artırmaya çalışmaktadır. Bu önlemlerin tümü yeni liberal enstrümanlar olup, hedef ise sosyal devlet anlayışıdır. Sermaye açısından rekabet gücünün artırılmasının yegane koşulu, kamu harcamalarını kısmak, sosyal güvenlik harcamalarını asgariye indirmek ve ücretleri düşürmektir. Nitekim AB'nin resmi politikası da bu yönde olup, Türkiye'ye dayatılan üyelik kriterleri bu yöndedir. IMF yetkilileri tarafından yapılan, AB üyelik süreci sayesinde orta vadede Türkiye'nin IMF'ye gereksinim duymayacağı yolundaki açıklama tam da bu nedenledir. Çünkü dayatılan IMF programıyla, AB'nin ekonomi-politikası arasında nitel bir fark yoktur.
Kırıntılar
Tüm bu olgular Avrupa Birliği'nin sınırlarına işaret etmektedir. Bugün Türkiye sermaye sınıfının az gelişmişlikten kaynaklanan gerici karakteri ve konumu nedeniyle, Topluluk üyeliğinin sağlayacağı görece iyileşmeler olabilir. Ancak şunu unutmamak gerekiyor ki, Türkiye adına sağlanacak gelişmeler ulusal olarak herkesin yararlanacağı ortak bir gelişmeye işaret etmemektedir. Türkiye sermaye sınıfının bu üyelikten elde edeceği kazanımlar olacağı açık. Toplumun geniş kesimleri ise ancak kırıntılarla yetinecek. Özelleştirmelerin hızlanmasını öngören, rekabetçi piyasa ekonomisini temel ekonomik politika olarak dayatan bir üyeliğin işçi sınıfına kalıcı kazanım sağlayacağını söylemek olanaklı değil. Tarım emekçilerinin ise kaybedeceği çok şey var. Bazı araştırmalar, tarım sektöründe 20 milyon kadar insanın işsiz kalacağını öngörüyor. Devrimci Marksistler, işçi sınıfının kısmi kazanımları için böylesine bir bedeli asla kabul edemez. İşçi sınıfının ortak çıkarları için mücadele etmek zorundayız.
Demokrasiye evet, yeni liberal saldırıya hayır diyebilmek için, egemen sınıftan bağımsız politik bir duruşa ve taleplere sahip olmalıyız. Bunun temel adımı ise yeni liberal projelerle bağımızı koparmaktan geçiyor. Toplumsal değişim taleplerimiz tarihsel olarak bir santim ileriyi gösteren, karşılığında ise ağır bedeller ödeten yeni liberal sınırları yıkmalı. Radikal reform mücadelemizi kapitalist projelerin ufuklarının çok daha ötesine götürmeliyiz. Bunu becerebilmek için, kapitalist enstrümanlara değil, işçi sınıfının kendi gücüne güvenmek gerekiyor. Başka bir dünya, işçi sınıfının kendisini iktidar olarak örgütlemesiyle mümkün olacak. AB projesi ise, işçi sınıfının bu hedefinin önündeki en büyük engellerden biri. AB'nin olduğu bir dünya, başka bir dünya olmayacak.