Sosyalist İşçi 234 (1 Nisan 2005)
Sayfa
8-9: Orta sayfa
Yoksulluk kader değil, mücadele kazandırır
> Türkiye, İnsani Gelişmişlik Düzeyi açısından sıralanan 173 ülke arasında 85. sırada yer alıyor
> Asgari ücret 350 YTL, açlık sınırı 526 YTL
> 1 milyondan fazla çocuk işçi var
> Son 20 yılda ödenen borç miktarı milli gelirin 4.5 katı büyüklüğünde
> Seks işçilerinin sayısı 100.000'inin üzerinde
> 1 milyon kişi açlık sınırının altında, 18 milyon ise yoksulluk sınırının altında yaşıyor
> Yedi milyon kişi silah bulunduruyor
> 2003 yılında 10.000 intihar olayı yaşandı
> Kredi kartı kara listesinde yaklaşık 500.000 kişi var
AKP hükümeti iktidara geldiğinden bu yana, bir yandan azgın bir şekilde IMF güdümlü yeni liberal saldırıyı sürdürürken, öte yandan yoksullardan yana bir politika izliyor görünümü vermeye çalışıyor. Bu politikası doğrultusunda ekonomik başarıları toplumun bütününün çıkarı gibi gösteriyor.
AKP iktidarında, özellikle sermaye açısından bir çok başarıya imza atıldığı bir gerçek. Enflasyon düştü ve düşmeye devam ediyor, üretimde ve genel olarak ekonomide büyüme yaşanıyor, Türk lirasının değeri daha istikrarlı, üretimde kapasite kullanımı arttı, dış ticaret hacmi artıyor… liste uzatılabilir.
Ancak bunlar sorunun ancak bir yüzüyle ilgili olgular. Tüm bunlar emekçiler ve yoksul halk açısından ne anlama geliyor? Hükümetin sözcülerinin ve liberal iktisatçıların iddia ettiği gibi, ekonomideki başarılar, tüm Türkiye'nin çıkarına mı?
Ekonomik büyüme tek başına fazla bir şey ifade etmiyor. Büyümenin nasıl gerçekleştiği, büyüme sayesinde ortaya çıkan pastadan kimlerin ve nasıl pay aldığı önemli. Küresel kapitalizmin hakimiyeti altındaki yeni liberal politikalar, ticaret ve rekabeti adeta fetişleştirerek, ekonomiyi insan çıkarlarından bağımsız bir amaç haline getiriyor.
AKP hükümeti de bu yeni liberal ideolojik dalgaya kaptırmış gidiyor. Dolayısıyla yoksul seçmeninin beklentisinden çok, çokuluslu şirketlerin ve sermayenin çıkarları esas alınıyor.
Türkiye kapitalizmi, sanayide ucuz işgücüne, turizm potansiyeline ve dış ticarete bağımlı bir büyüme modelini benimsemiş durumda. Bu büyümede dış talep, yani uluslararası piyasalar son derece önemli. Küresel rekabet koşulları Türkiye ekonomisini doğrudan etkiler hale geldi. Dolayısıyla söz konusu büyüme, düşük kâr marjları, düşük ücretler, düşük ve kalitesiz kamu hizmetine dayanıyor. Uluslararası piyasalardaki en ufak bir dalgalanma ise ulusal ekonomiyi doğrudan etkiliyor. Nitekim son dönemde yapılan "sıcak para" tartışmaları ve ABD Merkez Bankası'nın faiz artırımı karşısında borsanın paniklemesi gibi gelişmeler, Türkiye ekonomisinin ne kadar cılız ve küresel dinamiklere bağımlı olduğunun somut göstergeleri.
Ekonomik tartışmaların bir başka boyutu da toplumsal olan. Ekonomi büyürken, yoksulluk artıyor ve gelir paylaşımındaki adaletsizlik sürüyor. İstihdamda artış yok. Bu, aynı sayıdaki işçinin daha çok ürettiği, dolayısıyla daha çok sömürüldüğü anlamına geliyor. Ulusal gelir pastası büyürken, yoksulların pastadan aldığı payın artmaması, büyümenin kimin çıkarına hizmet ettiğinin göstergesi.
AKP politikaları, emekçileri yoksulluğa mahkum ederken, kaynakları ise sermayeye aktarmaya devam ediyor. Ancak SEKA direnişinde olduğu gibi, bu saldırıları durdurmak mümkün. Yeterki, yeni liberal politikaların kaçınılmaz olduğu şeklindeki ideolojik etkiden sıyrılalım. Mücadele kazandırıyor. Özelleştirmeleri ve yeni liberal politikaları durdurmak bizim elimizde.
Yoksulluk en çok çocukları vuruyor
Türkiye'de her üç çocuktan biri sağlıklı beslenemediği için gelişme ve büyüme bozukluğu içinde. Türkiye'de 6-14 yaş grubundaki çalışan çocuk sayısı 1 milyonun üzerinde. Sağlığa zararlı işlerde çalışan çocukların oranı ise toplamın yüzde 60'ına varıyor. Ağır sanayide çalışan çocuklarda yaralanma oranı yüzde 26, tarım sektöründe yüzde 12, taşıma ve iletişim sektöründe ise yüzde 18. Çocukların yüzde 50'den fazlası stresli bir ortamda çalışıyor.
Çocukların yüzde 60'tan fazlası eve yorgun geliyor. Çocukların yüzde 80'den fazlasının boş zamanı yok. Çalışan çocukların yüzde 30'u okula gitmiyor. Yüzde 10'dan fazlası haftada 56 saat veya daha fazla çalışıyor.
İstanbul'da sokakta çalışan çocukların sayısının 5 bin olduğu tahmin ediliyor. Çocukların işgücüne katılımı kırsal yörelerde yaklaşık yüzde 15, kentsel alanlarda ise yaklaşık yüzde 4.
Milyonlar yoksulluk sınırının altında yaşıyor
Türk-İş'in yaptırdığı son araştırmaya göre, dört kişilik bir ailenin açlık sınırı 526 YTL, yoksulluk sınırı ise 597 YTL oldu. Dört kişilik ailenin dengeli ve sağlıklı beslenebilmesi için yapması zorunlu olan ve ''açlık sınırı'' olarak adlandırılan tutar, 526 YTL'ye yükseldi. Gıda harcamalarının yanı sıra kira, ulaşım, yakacak, elektrik, su, haberleşme, giyim, eğitim, sağlık, iletişim, kültür gibi temel ihtiyaçları için yapması gereken ve ''yoksulluk sınırı'' olarak da ifade edilen tutar ise bin 597 YTL oldu. Milyonlarca işçinin temel kazancı olan asgari ücret ise net 350 YTL düzeyinde. Bu hesaba göre, işçi sınıfının önemli bir kısmı açlık sınırının altında yaşıyor.
19 milyon kişi yoksulluk sınırının altında
Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener'in yaptığı açıklamalara göre, Türkiye'de 1 milyon kişi açlık sınırının altında yaşıyor. Şener'in açıklamasına göre nüfusun yüzde 1.35'i yani yaklaşık 1 milyon kişi, aç. Öte yandan yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfusun oranı ise yüzde 27 civarında, yani 18 milyon insan yoksul.
Pek güvenilir olmayan DİE verileri, 2003 yılında nüfusun en zengin yüzde 20'sinin milli gelirin yüzde 48.3'üne el koyarken, en yoksul yüzde 20'sinin ancak yüzde 6 ile yetinmek zorunda kaldığını gösteriyor. Gelir dağılımındaki bu adaletsizliğin, DİE verilerinden çok daha kötü olduğu bir çok iktisatçı tarafından kabul ediliyor.
Yoksulluk bize,
kaynaklar
sermayeye
Ankara Ticaret Odası'nın yaptığı bir araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlara göre, Türkiye ekonomisinin son yirmi yıldaki hemen tüm kaynakları iç ve dış borç ve faiz ödemelerine gitti. Türkiye'de son yirmi yılda 1 trilyon dolarlık iç ve 194 milyar dolarlık dış borçlanma gerçekleşti. Bütçeden ödenen borç ana para ve faizlerin tutarı ise Türkiye milli gelirinin yaklaşık 4,5 katı büyüklüğünde, 1 trilyon 236 milyar dolar! Yani borçlara giden para, bugünkü büyüklüğü göz önüne alındığında 4,5 tane daha Türkiye ediyor.
Aynı dönemde ödenen faizlerin tutarı 390 milyar dolar olurken, kamu emekçilerine ödenen paranın toplamı 231.5 milyar dolarda kaldı. Hesap ortada! Devletin, çalışanlara, faiz adı altında sermayeye aktardığı para kadar bile ödemediği görülüyor. Yirmi yıl boyunca sadece faize ödenen para miktarı, yapılan devlet yatırımlarının tutarının 5.3 katı büyüklüğünde.
Yatırım harcamaları son 20 yılda 2.5 kat artarken, iç borç faiz ödemeleri 73 kat, ana para ödemeleri ise 25 kat artmış. Aynı dönemde dış borç ödemelerinin 12 kat, faiz ödemelerinin ise beş kart arttığı görülüyor.
Böylece devletin istihdam sorununu ve gelir dağılımı meselesini neden çözemediği ortaya çıkıyor. Çünkü tüm kaynaklar, halkın sırtında bir asalak gibi duran birkaç büyük bankanın sahibinin cebine gidiyor.
Rakamların önümüze çıplak bir şekilde koyduğu bu manzaranın bir adı var: Piyasa ekonomisi. Herkes için faydalı olduğu iddia edilen yeni liberal ekonominin sonuçları bunlar.
Seks işçileri
köle gibi
Ankara Ticaret Odası'nın yaptırdığı bir araştırmaya göre, Türkiye'deki seks işçilerinin sayısı 100.000 civarında. Bu sektörde bir yılda dönen para ise 3-4 milyar dolar civarında.
Türkiye'de faaliyet gösteren 56 genelevde kayıtlı yaklaşık 3 bin seks işçisi kadın çalışıyor. Türkiye'de tescilli kadın sayısı da 15 bini geçiyor. Genelevde çalışmak için gerekli olan vesika, taksi plakasından farksız. Çünkü bu vesikaya sahip olmak, yoksulluk karşısında garantili bir kazanç anlamına geliyor. Üç büyük ilde, yaklaşık 30 bin kadın genelevde çalışmak amacıyla vesika bekliyor.
Öte yandan seks işçiliğine itilenlerin yaşı 15, bazı araştırmalara göre ise 12'ye kadar inmiş durumda. Resmi verilere göre 2000 yılında, yalnızca İstanbul'da çocuk seks işçilerinin sayısı 500 civarındaydı. Resmi olmayan rakamların bu sayının çok üzerinde olduğu tahmin ediliyor.
Kadınlar, cinsel tacizin yanı sıra, eziyet, işkence, aşağılama, horlama, hakaret gibi her türlü şiddet ve kötü muameleyle karşı karşıya kalıyor. Seks işçiliği her zaman gönüllü tercih edilen bir durum değil ve para kazanmak için yapılmıyor. Baskı zorlama, tehdit, şantaj gibi yollarla da çaresiz olarak seks işçiliğine itilen çok sayıda kadın var.
Yoksulluk asıl neden
Kadınları seks işçiliğine iten nedenlerin başında yoksulluk geliyor. Kişi başına milli gelirin 100 dolara kadar düştüğü bölgelerde yaşayan kadınlar, yaşanan ekonomik krizlerin de etkisiyle hızla yoksullaşarak, çaresiz kalıyor.
Eski genelev patroniçesi Matild Manukyan'ın bir çok kez vergi rekortmeni olması, bu sektörde dönen para miktarını da gösteriyor.
İşveren ile bir "iş sözleşmesi" imzalayan genelev kadınları için bu sözleşme adeta bir hapis hayatının başlangıcı oluyor. Genelevde çalışan kadınlara, çoğunlukla senet imzalattırılarak, büyük miktarlarda borçlandırılıyor. Büyük iller dışındaki genelev kadınları haftada bir gün izne çıkabiliyor. Sağlık kontrolü, hamam ve kuaför haricindeki ihtiyaçlar dışında gün yüzü görmek neredeyse imkansız. Senelik izin, fazla mesai gibi haklar da yok. Bayramlardan yararlanmıyorlar. Seks işçisi kadınlara "dost" diye musallat olan çok sayıda asalak erkek, seks işçilerinin gelirlerinin önemli bir bölümüne el koyuyor. Sisteme direnen kadınları ise şiddet, dayak, yaralanma hatta ölüm bekliyor.
Türkiye'de halen 10 kadın sığınma evi, 11 yardım merkezi bulunuyor. AB'ye uyum yeni liberal politikalarda tam gaz giderken, sıra toplumsal meselelere gelince kriterler unutuluyor. AB kriterlerine göre her 7 bin 500 kadın ve kız çocuğu için bir sığınma evi açılması gerekiyor. Kadın nüfusun 35 milyon olduğu hesaplanırsa, kadın sığınma evi ve yardım merkezlerinin ne kadar az olduğu ortaya çıkıyor.
Bu durum dünyada da farklı değil. Dünya üzerinde şu anda çoğunluğu kadın ve çocuk olmak üzere, Uzak Asya ülkelerinden satın alınıp Avrupa ve ABD’ye götürülmüş 27 milyon gerçek köle yaşıyor.