Sosyalist İşçi 239 (10 Temmuz 2005)
Varlık içinde yoksulluk
Dünyanın son on yılda toplam geliri yılda ortalama yüzde 2,5 artmış. Ancak aynı zamanda dünyadaki yoksul sayısı da 100 milyon kişi artmış. En zengin yüzde 20 kaynakların yüzde 86'sını tüketiyor. Koca bir çoğunluğa ise kalan yüzde 14. Bu çoğunlukta tabi ki çocuklar da var. 1996 verilerine göre, 5-14 yaş arası her 12 çocuktan biri hayatta kalabilmek için çalışmak zorunda. Bazıları ise o kadar bile şanslı değil: Her üç saniyede bir çocuk açlıktan ölüyor, her 10 saniyede bir çocuk kirli su içmekten ölüyor. Her gün 5 yaşın altında 34 bin çocuk yetersiz beslenmekten ya da açlıktan ölüyor, yani yılda 12 milyon çocuk. Bu "rakam" İkinci Dünya Savaşı sırasında her yıl, her sebepten ölen insan sayısından fazla. Bir başka ifadeyle bir yıl boyunca dünyada her üç günde bir Hiroşima yaşanmasına eşit. Üstelik 5 yaş altı ölümlerin yüzde 78'i gıda stoku olan ülkelerde gerçekleşiyor.
Dünyada açların sayısı 825 milyona ulaşmış. Yani her sekiz kişiden biri aç. Ama dünyada geçen yıl tahıl, et, çelik ve petrol gibi temel maddelerin üretimi ve tüketimi ortalama yüzde 5 artmış. Dünyada üretimde çok büyük bir artış varken, bunun paylaşımında da muazzam bir eşitsizlik var.
Şirketler yiyor…
Dünyanın en büyük 100 ekonomisinin 51'i şirket. En büyük 200 şirketin büyüme oranı tüm küresel ekonomiden fazla. Yani bu ekonomik büyüme ve üretim artışı bir avuç insana hizmet ediyor. Bir başka ifadeyle, en büyük 200 şirketin satışlarının toplamı 1,2 milyar insanın gelirinin 18 katı.
Dünyada açlığın ve yoksulluğun oranı hızla artarken bu şirketlerin kâr oranlarındaki artış yüzde 362. En büyük 10 şirketin cirosu, 100 küçük ülkenin gelirinden fazla. Üstelik en büyük 100 şirketin cirosu sadece yoksul ülkelerin GSMH'sından fazla değil, ABD'nin ulusal gelirine neredeyse eşit, Almanya, İngiltere, Fransa, Japonya'nın toplam GSMH'ından ise fazla. Yoksulluk sadece ülkeleri değil, aynı zamanda milliyeti ne olursa olsun bu şirketlerde çalışanları da vuruyor.
500 büyük şirket dünyada işçi sınıfının yüzde 26'sını çalıştırıyor. General Motors 50 ülkede üretim yapıyor. Wall Mart (perakendede dünya devi) 1 milyon 140 bin kişi çalıştırarak 200 şirketin işgücünün yüzde 5'ini oluşturuyor ve sıkı bir sendika düşmanı. Burger King, Pizza Hut ve Mc Donalds'da 3,7 milyon kişi çalışıyor ve sendika kurmak mümkün değil.
Dünya piyasasını tekeller kontrol ediyor. Otomotiv, uzay, havacılık, elektronik, petrol, bilgisayar, medya gibi en önemli 12 sanayi kolunun yüzde 40'ı sadece 5 tekelde toplanmış durumda.
Açlıkla en doğrudan ilişkili piyasa, gıda piyasası ise tümüyle 10 tekelin elinde toplanmış. Gıda, tohumlar, artık patentlenmiş durumda ve patent piyasası da sadece bir şirket tarafından kontrol ediliyor: Monsento.
Topraklara sadece tarım için el konulmuyor. Shell'in petrol yataklarını garantiye almak için ele geçirdiği arazi 400 bin kilometrekare. Yani 144 ülkenin yüzölçümünün toplamından büyük.
Çalışanlar "şanslı"
Herşeye rağmen bir iş bulup çalışanlar şanslı. Çünkü dünyada rekor düzeyde işsizlik var: 1 milyar kişi. Sadece ABD'de Ocak 2001'den bu yana 1,6 milyon kişi işsizler ordusuna katıldı. NAFTA'nın kabulünden bu yana ABD'li işverenlerin yüzde 71'i işçileri sendika kurarlarsa fabrikayı kapatmakla tehdit etti. Bir kısmı da yaptı: Ocak 94'den bu yana ABD'de sendikalı, sosyal hakları olan ve makul ücretler veren birçok işyeri yok oldu.
Kimin aç kimin tok kalacağına karar verenlerin resmi kurumlarının raporları bile açık veriyor: BM raporuna göre, dünya nüfusunun yarısı günde 2 dolardan az parayla geçiniyor. 1,2 milyar insansa 1 doların altında bir parayla… Gelişmekte olan ülkelerde yaşayan 4,6 milyar insandan yaklaşık 1 milyarı okur-yazar değil. 1 milyarı temiz sudan yoksun. Yarısından fazlası temel sağlık hizmeti alamıyor. 11 milyon çocuk ise "önlene-bilir" hastalıktan ölüyor. Sağ olsunlar raporun sonunda, önümüzdeki dönem bu eksikleri gidermek için çalışmak gerektiğini eklemeyi unutmamışlar.
Yalanlara sığınıyorlar
Uzaya insan gönderebilen, her türlü hastalığın üstesinden gelebilen, gıda üretimi aslında fazla olan bir dünyada, kimin aç kalıp, kimin hastalıklardan öleceğine, kimin insan gibi yaşayacağına bir avuç insan karar veriyor. Bu kadar eşitsiz ve inanması güç bir tabloyu 6 milyar insana yutturabilmek için de yalan söylüyorlar. Sayımızdan son derece az olan güvenlik güçleriyle değil, ikna ederek bizi bu tabloya alıştırıyorlar. "Seçilmiş" hükümetlerinin payını da unutmamak lazım:
Çalışanlar en ufak bir sosyal hak için ya da ücret artışı için ağzını açtığında kemer sıkma anlatanlar, söz konusu olan şirketler olunca yelkenleri suya indiriyorlar. Mesela Airbus dünyadaki pazar payını %30'dan %60'a çıkarabilmek için 15 milyar dolar devlet yardımı kullandı.
Çalışanlardan vergimaaşla-rından kesilirken, en büyük 200 şirketin yarısından çoğu kurumlar vergisi ödememiş. Ekonomide en "büyük" 200 şirketin 7'si ise sıfırın altında kurumlar vergisi ödemiş. Türkiye'de 1985-98 yıllarında yapılan özelleştirmelerin geliri 4 milyar 474 milyon dolar, gideri 4 milyar 572 milyon dolar. Arada birkaç milyon dolarlık bir zarar var. Bu özelleştirmelerden doğan sendikasızlaştırmayı, kapa-nan fabrikaları, işsiz kalanları, kaybedilen sosyal hakları saymazsak. İkna olup olmamak bize bağlı.
Sadece kendi hükümetlerini değil, başka hükümetleri de satın almayı başarıyorlar: Monsanto Endonezya'da 144 hükümet görevlisi ve ailesine rüşvet dağıtmaktan 1,5 milyon dolar para cezasına çarptırılmış. Yolsuzluk ve rüşvette hükümetler ve büyük şirketler heryerde başrolleri paylaşıyorlar. Hesabını sorup sormamak bize bağlı.
Açlık: Tercih mi?
Açlık deyince aklınıza bir öğün atladığınızda midenizin yanması gelmesin ya da kötü beslenmenin fiziksel bir etkisi. Açlık bazıları için tercih demek, El Salvador'lu çiftçi bir çift gibi: Ya borçlarını ödeyeceklerdi ya da çocuklarını besleyip tedavi ettireceklerdi… yani topraklarına el konulacaktı.
Bizi açlığa ve ölümlere ikna etmek için: "dünyada yeterli yiyecek yok, gıda kaynakları dünyanın her yerinde sınıra dayandı. Maalesef bazıları aç kalmak zorunda" diyorlar. Oysa bugün dünyada herke-sin günlük ihtiyacını (3500 kalori) karşılayacak tahıl üretimi yapılıyor. Buna, dünyada üretilen çeşitli başka şeyler (et, süt, yumurta, meyve, sebze, yemiş gibi) eklenince sadece açlığa çare bulmayız aynı zamanda sağlıklı ve ye-terli beslenmeye başlarız.
İkinci yalanları ile her türlü doğal felaketi kendi lehlerine çeviriyorlar. Bize "kuraklıklar, seller ve insanın kontrol ede-mediği diğer felaketler kıtlıklara sebep oluyor" diyorlar.
Oysa kıtlık sosyal bir felakettir, doğal felaket değil. İnsanın kendi eyleminin bir sonucudur. Kâr etmek için o bölgenin doğasına uygun olmayan, hatta doğasını bozan üretime geçilirse, kuraklık "doğal" olarak baş gösterir. Bol suya ihtiyaç duyan tohumlar için yeraltı suyunu sondajla çıkarıp üretim yapınca bölgenin suyunun biteceği ve artık az su ile yetinen ürünlerin de üretilemeyeceğini bilmek için çok zeki olmak gerekmez kâr hırsı yeter.
Bir başka yalanları ise nüfus artışının açlık getirdiği. Gene kendi kurumları kendilerini yalanlıyor. BM'ye göre 1950'den bu yana gıda üretimindeki artış oranı Afrika hariç nüfus artış oranından fazla. Aşırı kalabalık olan ülkelerde bile insanları açlıktan kurtaracak kaynak var. Hindistan'da 200 milyon insan aç. Ama 650 milyon dolarlık un ve tahıl, 1,3 milyar dolarlık pirinç ihraç ediyor. Brezilya'nın 70 milyonu aç. Ama 13 milyar dolarlık gıda ihraç ediyor.
Zararlı tohumlarına, böcek ilaçlarına, kötü üretim çiftliklerine de bizi ikna etmek istiyorlar: "Hem açlığı engelleyip, hem doğayı koruyamayız. Evet, GDO'lu ürünler üretiyoruz ama verimlilik artıyor. Evet, böcek ilaçlarının kullanılmasını sağlıyoruz, polen taşıyan türlerin de ölmesini sağlıyoruz, doğaya müdahale ediyoruz ama verimlilik artıyor" diyorlar. En basitinden bu tür üretimin artmasıyla dünyada açlık azalmadı, tersine çoğaldı. Bu tür üretimin verimliliği arttırmasının (en azından uzun vadede), doğayı nasıl tahrip ettiği ise uzun boylu bir tartışma. Böcek ilaçlarına harcanan kaynak ise korkunç: 50 yıl önce sıfır iken şimdi yılda 4,7 milyar ton. Bu arada gıda şirketleriyle, bu ilaçları üreten petro-kimya şirketleri genellikle aynı tekele bağlı. Unilever gibi.
Gıda üretiminde bu kadar artış var da bu ürünler nereye gidiyor? Bir kısmı çöpe… Sadece ABD'de 43 milyon ton gıda çöpe atılıyor. Bir kısmı depolarda çürüyor… Mesela Etiyopya'da çiftçilerin ürettiği 100 bin ton tahıl gibi.
Hem dünyada kâr oranları artıyor, hem gıda üretimi artıyor, hem sanayi kolunda üretim artışı var da peki bu kaynaklar nereye gidiyor? Genellikle lüzumsuz şeylere… Kaynaklar insanlığın karnını doyurmak için değil, daha fazla kâr elde etmek için tüketiliyor.
Soyuluyoruz
Hem yedirirken, hem aç kalırken, hem de zayıflatılır-ken soyuluyoruz. Biz daha çok yiyelim diye Mc Donalds'ın 2001 de yaptığı reklâm harcaması 1,4 milyar dolar. Pepsi'nin 2001 reklâm harcaması 1 milyar dolar.
Aynı sebeple aldığımız fazla kilolar için de bir çözümleri var: ABD'de kilo kaybetme programlarına yılda 3 milyar dolar harcanıyor. Büyük şirketler bizden aldıkları para-larla bizim "seçtiğimiz" hükümetlerin seçim kampanyalarına 33 milyon dolar veriyorlar. ABD'de internet reklâmlarına yılda 8,7 milyar dolar harcanıyor. Toplam reklâm harcaması ise 264 milyar dolar. Türkiye'de internet reklâmına 2004'te 7-10 milyon dolar harcanmış, 2005'te yüzde 25-50 artması bekleniyor. Türkiye'nin toplam reklâm harcaması 1,3 milyar dolar.
Başka gereksiz şeylere de harcama yapılıyor, askeri bütçelere 17 yılda 200 milyar dolar harcanmış, toplam savunmaya 900 milyar dolar. Bu listeyi uzatmak mümkün… Reklâm kampanyaları bazı şeyleri yiyelim diye bazılarını da yutalım diye yapılıyor. Bush - Blair çifti geçen sene Irak'a 5,4 milyar dolarlık erzak gitmesini engellerken, bu sene bir "İngiliz" gemisiyle Um Kasr limanına gelen insani yardımı ulusal televizyonlarından tüm gün naklen yayınladılar. Gelen yardım gerçekten ihtiyacın çok altında olmasına rağmen. Biz de yuttuk!
Bazıları ikna olmuyor
Bütün bu olan bitene müdahale edenler var. Her türlü reklâm kampanyasına rağmen, üstelik dünyanın her yerinde:
Hindistan'da Çiftçiler Birliği Monsanto'nun genetik olarak değiştirilmiş bolgard pamuklarını yağmaladılar.
Bir başka hikaye de Uruguay'da yaşanıyor. IMF direktifiyle davranan hükümet, suyu İspanyol ve Fransız şirketine satıyor. Suyun kalitesi o kadar düşü-yor ki, kontrolden sorumlu otoriteler bile suyu kullanmayın anonsu yapmak zorunda kalıyorlar. Bunun sonunda suyun özelleştirilmesine karşı yapılan referandumda çıkan hayır oyu özelleştirmeyi durduruyor.
Kore'de hükümet 9 Şubat 2004'de "korsan" kararlar alabilmek için hızlı bir oturum topluyor. Gündemde iki konu var: Irak'a asker gönderme, serbest ticaret anlaşmaları. Bunlara karşı toplanan iki kalabalık birleşiyor ve meclisten iki kararın da çıkması engelleniyor.
Guatemala'da Bergama'dan farklı olmayan bir süreç yaşanıyor. Siyanürlü altın aramaya gelen şirkete karşı direniş başlıyor, direniş o kadar büyüyor ki Dünya Bankası şirkete faaliyetine devam edebilmesi için 45 milyon dolar yardımda bulunuyor, Guatemala iç işleri bakanı direnişçileri orduyu iş başına getirmekle tehdit ediyor. Sonunda şirket faaliyetine ara vermek zorunda kalıyor.
Bunlar akla gelen birkaç örnek. Karşımızdaki tablo, yaşadığımız dünya, umudu ve umutsuzluğu içinde barındırıyor. Nereyi görmek, yaşadığımız dünyaya nasıl müdahale etmek istediğimizle ilgili. Ya istedikleri gibi ikna olacağız ve umutsuzlukla yolumuza devam edeceğiz. Ya da umudu olan, ikna olmayan, mücadele eden ve durduranların yanında saf tutacağız. Bunun için yeni çözümlere değil, mücadele edenlerden öğrenmeye, her mücadeleyi birleştirmeye, sıradan insanların sağduyusuna güvenmeye ihtiyacımız var.
Özden DÖNMEZ