Sosyalist İşçi 239 (10 Temmuz 2005)

 

Sayfa 9:

AKP nasıl bir partidir?

3 Kasım 2002 genel seçimlerinde sandıkta gerçek bir patlama yaşayan ve 28 Mart 2004 yerel seçimlerinde belediye yönetimlerinin ezici bir çoğunluğunu kazanan AKP'nin karakteri konusunda esaslı bir kafa karışıklığı hala sürüyor. Bu kafa karışıklığı AKP'nin politikalarına karşı işçi sınıfının muhalefetini zaafa uğratıyor.
Muhalefetin dikkatini kelimenin tam anlamıyla abuk sabuk sorunlara odaklayan AKP'ye dair en önemli yanılsama, bu partinin şeriatçı olduğu yönündeki propaganda. Bu tür propaganda bir yandan toplumda paranoya yaratılmasına neden olurken diğer yandan da AKP'nin gerçek saldırılarını görmezden geliyor. Sarıklı, cüppeli karanlık güçlerden söz edenler, yapay bir düşman yaratarak kravatlı saldırıların gerçek boyutlarına karşı elimizi kolumuzu bağlamaya çalışıyorlar. 4 Temmuz tarihli Cumhuriyet gazetesinin başyazısı şöyle bitiyor: "Seçmenlerin dörtte birinin oyuyla Meclis'in üçte ikisini ele geçirmiş bir parti (hele takıyyeci olduğuna ilişkin kuşkuyu sırtında taşıyorsa) 'dinci siyasal iktidar-laik devlet' çatışmasını gündeme getirmekten kaçınmalıdır.
Ama bir ihtimal daha var...
Yoksa AKP Hükümeti ardındaki karanlık İslamcı güçlere mecbur mudur? Kendisini dönüşü olmayan bir yola girmek ve yürümek zorunda mı hissediyor?"
Zaman zaman buna ben-zer paranoyak suçlamalar AKP'ye karşı soldan ve sağdan yöneltiliyor. AKP'li erkek milletvekillerinin eşlerinin başörtüsü, başbakanın karısının modadan ne kadar az anladığı ve Türk kamuoyunu uluslararası kamuoyunun gözünde İslami giyimiyle rencide ettiği ve bunların arkasında "karanlık" şeriatçı güçlerin parmağı olduğu fikri, egemen sınıfın işine gelebilir ama işçi sınıfının işine kesinlikle gelmez.
Sorun Erbakan'ın yarattığı imajdan kaynaklanıyor diyebiliriz ama bu yaklaşım da Refah Partisi'nin (bugünkü Saadet Partisi) şeriatçı, karanlık güçlerin partisi olduğu dogmatik yaklaşımını güçlendirir. Çünkü, Erbakan’ın da geleneksel %3-%6 arasındaki oy oranlarını aşıp, %20'lere varan bir kitle desteğini arkasına alabilmesinin nedeni şeriatçı propagandası değil, Adil Düzen programıydı. Yani islami hareket, bu düzenin adil olmadığını soldan ve sosyal demokrasiden çok daha başarılı bir kapsam ve yaygınlıkta anlattığı için yoksul kitleler açısından bir umut olarak görüldü.
Ne var ki ölü kuşakların mirasının yaşayanların zihninde yarattığı karabasanlar dışında Erbakan'la Tayyip Erdoğan, Refah Partisi ile AKP arasında hiçbir benzerlik bulunmuyor.
Refah Partisi geleneksel olarak şeriatçı tabana hitap etmiş ve küçük sermaye-nin, taşra sermayesinin, Müslüman sermayenin sözcülüğünü üstlenmiştir. 1990'ların başından, özellikle 1994 yerel seçimlerin-de Ankara ve İstanbul belediyelerinin yönetimlerini kazandığı dönemden, 1997 yılındaki 28 Şubat muhtırasına kadarki dönemde Refah Partisi'nin büyük sermayede panik yaratmasının nedeni de buydu. Refah Partisi gerçekten de yoksullar adına refah ve adalet değil, taşra sermayesi için, daha küçük olan sermaye grup-ları için, büyük sermayenin su başlarını tutması nedeniyle genişleme, yoğun sermaye birikimi yapabilme uluslar arası sermaye ile bütünleşebilme olanağı bulamayan küçük sermaye için büyük sermayeden adalet isteğinin siyasi sözcüsüydü.
AKP'nin ise bütün bunlarla hiçbir ilgisi yok. Erdoğan, Abdullah Gül, Abdüllatif Şener gibi isimler Erbakan'dan koptukları, ilk Abant toplantılarını yaptıkları günden beri, büyük sermayenin temsilciliğine aday olmuştur.
Büyük sermaye sadece kan emiciliği ve küresel sermayenin en büyük odaklarıyla bütünleşme isteğiyle değil, burnu büyüklüğüyle de tanımlanır. Her önüne çıkanın "ben büyük sermayenin partisiyim" demesine bizzat büyük sermaye fazla aldırmaz. Gerçekten büyük sermayenin has partisi olmanın yolu büyük ama yoksul çoğunluğun desteğini almaktan geçer. Milyonların kitlesel partisi olmaktan geçer.
Tayyip Erdoğan'ın partisi bunu başarabildiği için büyük sermayenin partisidir. AKP'nin iktidara giden yolu ve büyük sermayenin güvenini kazanmasına giden yol haritası bir dizi etkenin bir araya gelmesiyle açıldı. Birincisi, Tayyip Erdoğan'ın başına gelenler. Erdoğan derin devletle ve silahlı kuvvetlerle itiştiği için (itişmek istediğinden değil, onu itişmek zorunda bıraktıkları için), şiir okudu diye cezaevine girip çıktığı için, bugüne kadar İstanbul sermayesini temsil etmemiş (edememiş) olduğu ve ister istemez "muhalif" bir kimlik kazanmış olduğu için, geniş yoksul kitlelerin desteğini kazanabilmiştir.
AKP'yi öne çıkartan ikinci etken ise selefi olan DSP-MHP-ANAP hükümeti döneminde yaşanan krizin yarattığı öfke ve bunalım ortamıdır. 2001 Şubat krizi sadece iktidardaki koalis-yonun üç parçasını da seçimlerde sandığa gömmekle kalmadı, milyonlarca insanda oluşan belirsizlik, güvensizlik duygusunu ve yolsuzluklardan duyulan hoşnutsuzluk toplumda güçlü bir değişim isteği yarattı. Yoksullardaki değişim isteği ve öfke sandıkta AKP'yi iktidara taşıyarak ifade edilmiş oldu.
AKP yoksulların desteğini alan ama büyük sermayenin programını uygulayacağına yemin etmiş olan kadroların partisidir. Bunu belki de en iyi anlayan büyük sermaye. Turgut Özal'ın başbakanlıktan cumhurbaşkanlığına geçtiği günden beri doğru dürüst bir hükümet bulamayan, her an devrilmeye aday koalisyon hükümetleriyle bir türlü kendi programını uygulayamayan, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıktan kurtulamayan büyük sermaye, ta 1980'lerin başlarından beri ilk kez parlamentoda rahat bir çoğunluğu olan, güçlü ve egemen sınıfın her isteğini hayata geçiren bir hükümet buldu. AKP'nin Müslümanlıkla, İslam'la, dinle, ahretle hiçbir ilişkisi yok. AKP bugün egemen sınıfın 20 yıldır arayıp da bulamadığı, büyük serma-yenin çıkarlarını eksiksiz bir şekilde temsil eden parti konumunda.
Laiklik elden gidiyor korkusu, şeriat paranoyası işte bu gerçekleri, AKP'nin sınıf düşmanı karakterini gizlemekten başka bir işe yaramıyor. AKP'ye karşı laiklik temelinde statükoyu savunarak, laik devleti savunarak yapılan muhalefet, aslında muhalefet yapmamak anlamına geliyor. Bu arada Erdoğan büyük sermayenin 20 yıldır uygulamak istediği ama bölünmüşlüğü nedeniyle uygulayamadığı emek düşmanı neo liberal programı pervasız bir biçimde hayata geçiriyor. Türk Telekom 2 yıllık kârı bedeline taksitle satılıyor, Seydişehir, SEKA, Ereğli Demir Çelik, Tüpraş özelleştiriliyor. Eğitim-Sen kapatılmak isteniyor, denizcilik işletmeleri belediyeye devredilerek özelleştiriliyor. Bu arada 4 kişiden birisi işsiz yaşamak zorunda bırakılıyor. Kamu çalışanlarına utanç seviyesinde zam yapılıyor. Tayyip Erdoğan hakkını arayan işçilere her defasında posta atıyor, azarlıyor. Sağlık sistemi özelleştirili-yor, İncirlik Üssü ABD'nin tam kullanımına açılıyor, Başbakan yeni pazarlıklar yapmak için İsrail'i ziyaret ediyor.
Sol ise hala Emine Erdoğan'ın başörtüsü ile uğraşıyor. Egemen sınıfa bu muhalefet anlayışı kadar iyi bir hizmette bulunmak zor olsa gerek: hükümetin her yaptığını bir laiklik-İslam toz bulutu ardına saklamak, uygulanan siyasetlerin gerçek niteliğini gözlerden saklı-yor - yani egemen sınıfın işine yarıyor.
Şenol KARAKAŞ


Yeni bir alternatif ihtiyacı
Dünyanın her yanında sol bir hava esiyor. Kimileri bunun tam farkında değiller ama son 10 yıldır sol çeşitli ülkelerde ileri adımlar atıyor.
1995'den beri işçi hareketi hamle halinde. 10 yıldır sayısız ülkede genel grevler oldu. Bunların bir kısmı son derece güçlü ve etkiliydi.
Bir dizi ayaklanma yaşandı. İlk ve en etkililerinden birisi Endonezya'da yaşandı. Onlarca yıllık diktatörlük yığın hareketi ile yıkıldı.
Latin Amerika'da son yıllarda ayaklanmalar bir gelenek haline geldi. İlki Arjantin ayaklanmasıydı, son olarak Bolivya ayaklanmasını bugünlerde yaşıyoruz.
Bazı ülkelerde ise halk hareketleri askeri darbe girişimlerini durdurdu. Darbe yapmak generaller için eskisi kadar kolay değil.
Bütün bunlara bir de 1999'un son aylarından bu yana yükselen antikapitalist hareketi ve Irak savaşı öncesinde yükselen ve dünya tarihinin en büyük kitle eylemlerini gerçekleştiren savaş karşıtı hareketi de eklemek gerekir.
Ve şimdi bambaşka bir gelişme ile karşı karşıyayız. Fransa ve Hollanda'da AB anayasası soldan hayır kampanyaları ile reddedilirken aslında oylanan küresel sermayenin yeni liberal politikaları oldu. İşçiler bu ülkelerde yeni liberalizme karşı olduklarını ilan ettiler ve küresel sermayeye ağır bir darbe vurdular.
İtalya, Portekiz, Danimarka, İngiltere ve Almanya'da ise yeni antikapitalist sol partiler kuruluyor. Bu partiler ilk katıldıkları seçimlerde geleneksel sola, sosyal demokrasiye karşı ciddi alternatif olduklarını gösteriyorlar. İlk adımlarda elde edilen başarıların devamı kesinlikle gelecek.
Türkiye'de de Latin Amerika ve Avrupa'da yaşanan gelişmelerin yaşanmaması için hiç bir neden yok. Eğer bir neden varsa o da geleneksel solun tutuculuğu, sekterliği.
İçinde olunan dönemde hareketi savunmak, hareketin inşası için seferber olmak gerekiyor.
Bugün Türkiye'de hiç bir sol örgüt kendi başına herhangi bir başarı elde edemez. Alternatif olamaz. Ancak solun çeşitli örgütlerinin yan yana gelmesi de bir başarı sağlamaz. Böylesi bir adım yeni aktivist kuşağını dışarıda bırakır.
Oysa geleceğin inşası bu yeni aktivist kuşakla mümkün olacak.
Gençleri ve kadınları öne çıkaran, sokakta, kampanyalarda, mücadele içinde inşa olan bir yeni sol alternatif mümkün ve görev onu inşa etmek için çalışmaktır.
Yeni bir alternatif mümkün!