Sosyalist İşçi 247 (30 Aralık 2005)

 

Sayfa 14 :

FİLM: Babam ve Oğlum
‘Babam ve Oğlum’da ağlamadım
Hadi itiraf edelim, Babam ve Oğlum'a ben de bir paket kağıt mendille gittim. Fısıltı gazetesindeki "bir ağladık bir ağladık!" manşetleri o kadar büyük puntolarla yazılıyordu ki... Zaten melodram ve arabeskle beslenmiş bir neslin evladıydım. Ağlamaya hazırdım.
Fakat ilk sahneden itibaren filmin ayakları gerçekliğe basmaktan o kadar uzaktı ki, inanamadım. Dolayısıyla ağlayamadım. Jenerik esas oğlanımızın solculuğunu ifşa eden bir işkence görüntüsüyle ilerliyordu. Peki bu sahneyi gerçeğe oldukça yakın tasvir eden senarist yönetmenimiz, hemen arkasından nasıl 12 Eylül geceyarısı doğum sancısı çeken bir kadınla eşinin, İstanbul'un geniş caddelerinden birinde bir hayli yürüyüp de, tek bir askere bile rastlamayacağını tasavvur edebilir? Gerçeklik ilk elden dramatik bir doğum ve ölüm sahnesi için feda edilmiştir. Tabii ki bunun sabahında "yönetime el koyan" ordunun bir mensubunun ağzından "darbe oldu" cümlesini duyduğumuzda şaşırmamak gerekir.
İyi bir yönetmen olmak pespaye bir senaryodan cevher yaratabilmek anlamına gelmez. Irmak, hikâyesini, atmosfer yaratmaktaki başarısı, çekim tekniği, oyuncuların başarılı performanslarıyla sürüklemeye çalışmıştır.
Kahramanımız, Nuri Bilge Ceylan'ın sıkıntılı taşrasından uzak, alabildiğine renkli kasabasına, senelerdir gitmediği memleketine bu kez oğluyla geri dönmektedir. Niye senelerce hiç gitmemiştir? Çünkü okumak için gittiği İstanbul'da "solcu" olmuş, ağa olmayı reddetmiştir. Tabii babası da onu reddetmiştir. Heyhat, dünya gene galip gelmiş, direniş kırılmış, feodal büyük aile sığınılacak son limandır; bu bir barışma filmidir.
Elbette derinlemesine düşünülmemiş bu hikayenin klişelerden kaçabilmesi mümkün olmamıştır. Bütün hesaplaşmaların içine işlemiş klişeler bizi gerçeklikten sığlığa sürüklemektedir. Husumetle geçirdikleri onca yılı konuşan baba oğulun (yani feodailte ve sol temsillerinin) ikilemi "biz seni oku diye gönderdik, sen gittin anarşik oldun"la "yoldaşlarımın hepsi reklamcı oldu" klişelerine hapsolmuştur. Bu büyük hesaplaşma sonunda kahramanımız bayılıverir, akabinde ölümcül bir hastalığa tutulduğu öğrenilir. (Tüm melodramlarda olduğu gibi sorun gene akciğerde, fakat bu defa verem değil ödemdir.) Neden hastalanmıştır? Çünkü cezaevinde işkencelerden geçmiştir. Tüm cevaplar gelip Sadık'ın solculuğuna (günahına) bağlanır. Ama bizi, bunları gerçekten yaşadığına inandıracak ne bir eylem görüntüsü, ne bir yoldaş, ne de söylem vardır. Baştaki işkence sahnesi, bu sahnenin kabuslar halinde geri dönmesi, ha bir de polis fobisiyle yetiniriz.
Dönem filmi olmak, 12 Eylül'ü anlatmak iddiasında olmasına karşın Babam ve Oğlum'da tüm karakterler aynı yalnızlık ve soyutlanma içindedir. Ne tek başlarına dönemi özetleyecek kadar derinleştirilmiş, ne de toplumsal hareket içine yerleştirilmişlerdir.
Öyleyse Irmak, gerçekten bir sol(cu) hikayesi anlatmak mı, yoksa hikayesinin eksikliklerini sol(culuk)la kapatmak mı istemiştir?
Sevilen birinin, babanın, evladın ölümü üzerinden dram yaratmak kolaydır. Herkesin böyle bir anısı mevcuttur ve gerektiğinde bilinçaltından çıkartılır. Beş iyi oyuncuyu aynı anda ağlatmak suretiyle seyirciyi hislendirmek kolaycılıktır. Bütün bunlar bir yana, mevzubahis "tokat gibi" sahnelerden sonra, tam da makaraları koyvermeye hazırlanırken patlatılıveren o esprilerin sebeb-i mucibesi nedir? Seyirciyi dramın gerginliğinde tutmanın riskli olduğunu düşünmek mi? Yoksa bu basit bir medya mantığı mıdır? Öyle ya, hergün televizyonda "film gibi" gerçeklikler, "gerçek gibi" filmler vardır. Asıl ve suret, sahi ve hayal birbirine karışmıştır ve artık ayırmak imkansızdır. Yoksa bu yurdum insanının nisyanla malul hafızasına duyulan sonsuz güvenin eseri midir? Az evvel ağlıyorduk, ama şimdi unuttuk. Unuttuk, çok çabuk…
Elbette haklarını yememek gerekir, zira Babam ve Oğlum azımsanamayacak gişesini bu hafızasız dizi izleyicisine borçludur. Ekrandaki yönlendirmeye itaat ve inançta hiç tereddüt göstermeyen ve gitgide sit-comlardaki gülme efektlerine dönüşen o televizyon ahalisine… Çağan Irmak herşeye ihanet edebilir, onlara asla…
Esin PERVANE

KİTAP: Wittgenstein-Dâhinin Görevi
Tanışmamız gereken bir düşünür
Bir düşünürü okur ve fikirlerini hayata geçirmeye çalışırız, bir dava adamının hayatın ezbere biliriz, ama bir felsefecinin üzerine sadece düşünürüz... Onun varlığını unutma, insanlığından bihaber olma pahasına da olsa sadece düşünürüz. Ama felsefecilere insanlıkları iade edilmelidir ve belki de hakkında kısıtlı bilgiye sahip olduğumuz zatı muhteremlerden birine, Ludwig Wittgenstein'a adanmış 880 sayfalık bir kitap da bu amaca hizmet eder.
Kabalcı Yayınevi'nden çıkan Ray Monk'un Wittgenstein-Dâhinin Görevi kitabında kısa bir yorumlu gezintiye çıkarsak: Ludwig Josef Johann Wittgenstein Viyana'daki en zengin ailelerinden birinin sekizinci ve en küçük çocuğu olarak 26 Nisan 1889'da doğdu. Her biri başka bir deha dışavuran kardeşlerinin arasında parıltısız bir çocuktu ve bazen yalan söylemesine neden olacak kadar mütevaziydi. Teknik okul ve mühendislik eğitimi bitene kadar her şey normaldi. Ta ki bir gün matematikle tanışana, mantık çalışmaya başlayana ve felsefeyi keşfedene kadar...
Wittgenstein belki çok üretken bir felsefeci değildi ve birbirinden tamamen farklı iki felsefi sistemi tek bir hayat süresi içinde geliştirip bunları Tractatus Logico-Philosophicus ve Felsefi Soruşturmalar kitaplarında sunmasıyla iki farklı düşünüm sistemine katkı sunduğu için oldukça verimsiz bir düşünür olarak da addedilebilir; ancak onun büyüklüğü ve önemi tam da bu yıkıcılıkta ve yaratımda yatıyor gibidir.
Yeni dünyanın tarzı hayat ve tarzı siyasetine bir türlü alışamayan bir entelektüel olarak Wittgenstein bir eski zaman adamıdır. Bu, üzerinden onlarca yıl çıkarmadığı ceketinde tezahür ettiği kadar, hakikate ve sadeliğe duyduğu bağlılıkta da ifadesini bulur. Dinsel bir coşkuyla ve kişisel bir eksiklik duygusunun tatminiyle katıldığı 1. Dünya Savaşı'nda ölümün üstüne giderken cebinde Tractatus'un elyazmaları varken, dünyanın anlamını yitirişi, önlenemez metalaşma, vahşet ve tüm insani şeylerin kayboluşuna dair sessiz ağıtlar ve kaçışlarla -bir ara Rusya'ya yerleşmeyi bile düşündü, ama Sovyetler artık ne onun ne de arkadaşı John Maynard Keynes'in düşündüğü ülkeydi, o artık "Stalin'in Beş Yıllık Planlarının Sovyetleriydi"- geçirdiği on yıllardan sonra, zaten hiç barışamadığı kapitalizmin 2. Dünya Savaşı için "savaşlara bilim ve teknoloji karar veriyor" derken cebinde Felsefi Soruşturmalar'da yer alan değiniler vardı.
Bir eşcinsel, bir mimar, bir akademisyen, bir asker, bir savaş karşıtı, usta bir teknis-yen, her şeyi terk edip kendini dağlara vurmuş bir öğretmen, bir Yahudi, bir dahi, bir inanç-yoksunu, bir filozof, bir Troçkist, velhasıl bir insan; 62 yıllık yaşamına savruluşlar, savunuşlar, buluşlar, unutuşlar ve avu-nuşlar sığdırmış basit bir insan... Yazdığı günlükler, dostlarıyla mektuplaşmaları, hakkında yazılanlar ve ailesi ve arkadaşlarının anlatılarından meydana ge-tirilmiş en yetkin biyografi vasıtasıyla bizim kendisiyle tanışmamızı bekliyor...
Seçkin
Wittgenstein-Dâhinin Görevi
Ray Monk, Kabalcı Yayınevi, 880 sayfa


TİYATRO: Dario Fo
Cindy Sheehan Bush’un popülerliğinin düşmesinin başlıca nedenlerden birisi


Nobel ödülü de kazanmış olan ünlü İtalyan oyun yazarı Dario Fo Amerikalı savaş karşıtı aktivist Cindy Sheehan üzerine bir oyun yazdı. Dario Fo’nun oyunu Londra’da düzenlenen Barış Konferansı’nda oynandı. Aşağıda İngiliz Socialist Worker gazetesinden Tom Behan’ın Dario Fo ile yaptığı sohbeti bulacaksınız.

Cindy Sheehan üzerine neden bir oyun yazdınız?
Tek başına bir kadının bütün ülkeyi içi,ne çeken bir tartışmayı başlatmış olması beni çok etkiledi. Üstelik Cindy Sheehan’ın öne çıkardığı konuları tartışmaya pek de istekli olmayan bir ülkeden bahsediyoruz.
Onun hakkında okumaya başladığımda yapmak istediği şeylerde ne kadar bilimsel olduğu beni etkiledi. Sorunlara yaklaşımında doğal bir mantık var. Ve küçük gruplara katılmamış “politik” olmayan bir kadındı.
Bütün ülkeyi ayağa kaldırdı. Neden üzerine gittiklerini bu açıklıyor. Karl Rove ve başkaları onunla alay etmeye başladılar. Ama o onları açığa çıkarmayı başardı ve işte o vakit ona hırlamaya başladılar.
O, Bush’un popülerliğinin düşmesinin başlıca nedenlerinden birisi.

Kısa süre önce Milano şehrinin belediye başkanlığına aday olmaya karar verdiniz. Seçim kampanyanız nasıl gidiyor?
Çok iyi gidiyor. Tek sorun güçlü bir dayanışm ağı oluşturmakta. Rifondazione Comunista adlı Milano’da güçlü olmayan küçük bir partinin desteğini aldım. Büyük medyayı kontrol eden büyük partilerle mücadele ediyoruz.
Ne olursa olsun gençlerin eylemleri sonucu değişim olacak ve ben gençlerle çalışıyorum, en çok onlarla konuşuyorum.

Merkez solun temel partilerine karşı aday olmaya karar verdiniz. Neden?
Çok az insan onların gelecek seçimlerde Berlusconiyi yeneceğinden şüphe ediyor. Ama ben bu durumda çok az şeyin değişeceğini düşünüyorum.
Bu bir Truva Atı ama içi boş.

İnsanlar Irak yeni bir Vietnam olacak diyorlar. Katılıyor musunuz?
ABD ciddi bir askeri ve psikolojik yenilgi ile yüzyüze. Orada ciddi bir yenilgiye uğruyorlar. Beyaz Saray’daki liderler o kadar kabalar ki ders almıyorlar.
Am a tarih kendisini mekanik olarak tekrarlamıyor. Tepedeki askeri liderlik bu savaş konusunda çok istekli çünkü iyi bir savaş olmadan kendi meslekleri tehlikede.
Saklamaya çalışmalarına rağmen bu savaş petrol için yapılıyor.