Sosyalist İşçi 249 (21 Şubat 2006)

 

Sayfa 8-9 - Orta Sayfa:

Düşüncenin karikatürü
Cengiz ALĞAN
Karikatür krizi namıyla maruf 'kriz' halâ sürüyor. Bir Danimarka gazetesinde İslâm peygamberi Muhammed ile ilgili bazı provokatif karikatürler çizildikten sonra, Müslüman ülkelerde çoğunlukta olmak üzere, pek çok ülkede gösteriler düzenlendi. Bu gösteriler zamanla şiddet içermeye başladı. Elçilik binaları, AB temsilcilikleri ateşe verildi. Polis göstericilere ateş açtı, onlarca insan öldü. Türkiye'de de bir papaz öldürüldü, bir gazete muhabiri, başı açık olduğu için, linç edilmeye çalışıldı.
Bu gelişmeler, aynı zamanda, her kesimden insanın düşünce özgürlüğünün sınırlarını tartışmaya başlamasına neden oldu. Salt bu açıdan bir işe yaradığı bile söylenebilir.
Politik açıdan değerlendirecek olursak; öncelikle karikatürleri kimlerin yayınlayıp savunduğuna bakmak açıklayıcı olur. Müslümanlar için kutsal sayılan bir kişiliği aşağılayıcı ve aynı zamanda terörist olarak gösteren bu karikatürleri savunanlar, herkesten önce, Avrupa'nın aşırı sağ, muhafazakâr ve ırkçı kesimleri oldu. Karşı çıkanlar ise farklı kültürlerin bir arada yaşama hakkını savunan, özgürlüklerin her zamanki savunucuları olan solculardı. Sadece bu olgu bile karikatürlerin sol kesimler açısından savunulamayacağını göstermeye yeter.
Düşünce ve ifade özgürlüğü nedir?
Düşünce ve ifade özgürlüğünün sınır bekçiliğine soyunmak elbette bizim haddimize değil. Biz sosyalistler olarak daima sınırsız düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü talebini dile getirdik, getirmeye de devam edeceğiz.
Her insan kafasından geçen herhangi bir fikri, dilediği gibi, dilediği yerde dile getirebilmeli; bu fikre insan kazanmak için özgürce örgütlenebilmelidir. Bu hakkın yanında olmak sosyalistlerin kurmak istediği dünyanın en önemli ve belirleyici özelliklerinden biri. Aksi durumda Stalin Rusyası gibi zalim bir dünyada yaşarız ki bu da, eğer o dünyanın yönetici sınıfı içinde yer almıyorlarsa, herhalde herkes için çekilmez olur.
Sınırlar nerede başlıyor?
Yine sosyalistler için, insanlığın toptan düşmanı, bir ırkın üstünlüğü uğruna bütün diğer insanların imha edilmesini savunan, kendi ırkından olmayan herkesi, sırf bu nedenle bile aşağılayan ırkçı faşistler haricindeki tüm insanlığın düşünce ve ifade özgürlüğü sınırsızdır. Yalnızca insanlık düşmanı bu güruhların fikirlerinin yasaklanması savunulabilir. Çünkü söz konusu olan insanlığın topyekûn imhasıdır.
Geri kalan tüm fikirlerle politik arenada tartışır ve çoğunluğu, doğru olduğuna inandığımız kendi fikirlerimize ikna etmeye çalışırız.
Avrupa sağı gerçekten fikir özgürlüğünü mü savunuyor?
Buna inanmak için ortada hiçbir neden yok. Avrupa sağının göçmen sorununa, Irak işgaline, AB'ye, kendileri dışındakilerin insan haklarına, Doğu'ya, İslam'a bakışını biliyoruz.
Bugüne kadar hiçbir konuda düşünce ve ifade özgürlüğünü, hiçbir alanda, kendileri dışındakilerin insan haklarını savunmamış, aksine hep kısıtlamalardan yana tutum almış olan, muhafazakar hristiyanından ırkçı faşistine kadar, tüm Avrupa sağının bu olayda fikir özgürlüğü kalkanını kuşanması tamamen ikiyüzlülüktür.
Aynı Avrupa sağı dünyanın gelmiş geçmiş en ırkçı metni olan Hitler'in Kavgam kitabı karşısında soğukkanlı tavrını koruyor. Yasaklanması için girişimde bulunmak bir yana, asıl okur kitlesini oluşturuyor.
İfade özgürlüğü demokrasinin belkemiğidir. Ama herkese ifade özgürlüğü. Yoksa 'benim fikrim tartışılsın aşağılık ve geri kalmış müslümanlar sesini kesip otursun' anlayışı tam da ırkçılara yaraşır bir anlayıştır.

Terörizm efsanesi
Bir birey bir başka bireyi ya da fikri her türlü yolla eleştirebilir. Eleştirdiği kişi devlet başkanı da olabilir, manav da, peygamber de. Nitekim Batı aydınları ve sanatçıları kendilerinin mensubu oldukları hristiyan dininin peygamberini çok çeşitli yollarla eleştirdiler, eleştirmeye de devam ediyorlar.
Örneğin Jesus Christ Süperstar filmi İsa'yla, bırakalım eleştirmeyi, dalga geçer. Madonna bir klibinde çarmıha gerilmiş siyah İsa'yla seviştiği için kilise tarafından aforoz edilir (ki bu da Batı'dan bir hazımsızlık örneği). Bunlar, beğenelim beğenmeyelim, ifade özgürlüğü için de değerlendirilmeli.
Ancak eleştiri bir sosyal grubu toptan hedef gösterip ırkçılık haline geldiğinde bu kabul edilemez bir tavırdır. Bir buçuk milyar müslümanı toptan terörist ilan edip ırkçı bir bakış açısıyla aşağılamak Hitler ve Mussolini'nin tarihte başka insan gruplarına karşı denediği bir uygulama.
Üstelik bunu, Bush'un medeniyetler savaşı ve terörizme karşı savaş tezleriyle ilan ettiği yeni dünya düzeninde ve 11 Eylül ertesinde yapmak alenen savaş kışkırtıcılığı haline gelir. Bu tutumu mahkum etmek gerektir. Müslüman liderlerin dediği gibi, özür dilemek yetmez, bu ırkçıların yargılanması ve cezalandırılması gerekir. Danimarka başbakanı Rasmussen'in yaptığı gibi cami yaptırma sözü vermekse, gösterilerde onca insan öldükten ve sıradan müslümanların kafasında bütün Batılıların gerçekten de bütün Doğululardan tiksindiği fikri şekillenmeye başladıktan sonra, kargaların bile güleceği bir karikatürün konusu olur ancak.

İran doğru mu yapıyor?
Pek çok müslüman ülkede protestolar olsa da en çok öne çıkarılan İran'ın tepkisi oldu. Çünkü ABD'nin yeni ve öncelikli hedefi İran.
Mahmut Ahmedinejad tepkisini en ırkçı sözlerle dile getirdi. Konuyu saptırıp hemen kendi ırkçı antisemit fikirlerini bir bir dökmeye başladı. Yahudilerin toptan imhasını istediğini açıkça ilan etti. Hatta, Almanya Başbakanı Angela Merkel'le konuşmasında, Almanların ve İranlıların arî ırk olduklarını söyledi.
Kendi kutsal değerlerine saldırılmasına başkalarının kutsal değerlerine saldırarak cevap verdi. Şimdi onun desteğiyle İran'daki Hemşeri adlı gazete, Yahudi soykırımıyla ilgili aşağılayıcı karikatürler çizilecek bir yarışma düzenledi. Hedef Batı'nın sabrını ölçmekmiş!
Ahmedinejad ırkçılığa maruz kalındığında gösterilecek en yanlış ve tehlikeli tepki örneğini tarihe kazandırmış oldu. Nasıl davranmamak gerektiğini Ahmedinejad'a bakıp anlamak kolaylaştı.


28 Şubat örneği
1997'de Türk Silahlı Kuvvetleri kendi deyimleriyle 'demokrasiye balans ayarı' yaptı. O zaman iktidar ortağı olan Refah Partisi'ni kapatma girişiminde bulundu. Bu parti yasaklandı. Liderleri hakkında davalar açıldı.
Refah Partisi islâmı savunan bir partiydi. Zaten lideri Erbakan da 'hoca' namıyla bilinen şeriatçı biriydi. Sosyalistler ise dinsel inanç taşımaz.
Ama DSİP o zaman bu islamcıların yanında tutum aldı, 'darbeye hayır' şiarını yükseltti. O günden beri de aynı anlayışı sımsıkı sahipleniyor, hatta savaş karşıtlığı konusunda islamcılarla kolkola çalışıyor.
Çünkü DSİP, yukarıda da söylendiği gibi, faşistler dışında herkesin düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğünü savunuyor. Nalıncı keseri gibi her konuyu kendine yontup kimisinin hakkını savunup, kimisininkini görmezden gelmiyor.

11 Eylül etkisi
11 Eylül saldırılarından hemen sonra 'medeniyetler savaşı'nın başladığını ilan eden ABD Başkanı Bush tam da bu karikatür kriziyle ortaya çıkan tabloyu görmek istiyordu. Batı dünyasını ve kendi halkını yanına kazanmak için Doğu'nun, müslümanların ne barbar halklardan oluştuğunu bir şekilde kanıtlayıp, dünya hegemonyası için girişeceği savaşlara taraftar toplamak en büyük arzusuydu.
İşte şimdi bu fırsatı yakaladı. Savaş baronları şimdi ellerini ovuşturup yeni saldırı planlarının ayrıntılarını tartışmaya başlamışlardır bile.
Hatırlayalım, geçmişte Salman Rüşdi Şeytan Ayetleri'ni yazdığında İran ölüm fetvası çıkarmış, ortalık biraz karışmıştı. Ama karışıklık kısa sürdü. Rüşdi halâ İngiltere'de sağ salim oturuyor ve yeni kitaplar yazmaya devam ediyor.
Ama 11 Eylül ve medeniyetler savaşı tezinden sonra, ortalık bir karıştı mı durulmak bilmiyor. Aynı karikatürler küçük bir Avrupa ülkesi olan Danimarka'da 11 Eylül öncesi yayınlansaydı tepki bunca büyük olur muydu?

Faşizmin farkı
Tüm dünya gibi Türkiye'de de gösteriler oldu. Hatta Diyarbakır ve Konya'dakiler gibi hiç de yabana atılmayacak büyüklükte olanları da var.
Ama dünyanın hiçbir yerinde kimse gidip bir Katolik papazını vurmayı düşünmedi, ya da en azından düşündüyse bile bunu eyleme dökmedi. Hatta göstericiler polis tarafından vuruldu.
Türkiye'de ise olay duyulur duyulmaz Trabzon'daki bir kilisenin papazı vuruldu. Profesyonel bir suikast silahıyla yakalanan şahıs 'karikatür krizinden etkilendiğini' itiraf etti.
Aynı kiliseye daha önce defalarca ses bombası atıldığı ortaya çıktı. Daha önce, belediye kilisenin suyunu ücretsiz sağlayacağını açıkladığında, kilise önünde protesto yapan tek grup Nizam-ı Alem Ocağı'na bağlı ülkücü faşistler olmuştu. Kilise papazını tehdit edenler de yine onlardı. Fener Rum Patrikhanesi protestolarını, hristiyanların denizden haç çıkarma törenlerini protesto edenlerin de yalnızca faşist-ler olduğunu düşündüğü-müzde, bu cinayetin altında ülkücü faşistlerin parmağı olduğuna hükmetmemek için hiçbir neden yok.
İşte ülkücü faşistlerin fikirlerinin yasaklanması isteğimize güzel bir gerekçe daha. Ağca Papa'yı vurdu, yeni bir Ağca özentisi de papazı.

Tayyip'in demokrasisi
Şimdiki Başbakan Recep Tayyip Erdoğan kapatılan Refah Partisi'nin önde gelenlerinden biriydi. Devamı olan Fazilet Partisi'nde de aynı konumdaydı. Sonra Saadet Partisi'nden ayrılıp AKP'nin başına geçtiğinde de fikirlerini korudu.
Şiir okudu hapse atıldı. Biz daima Tayyip'in haklarının yanında olduk. Partisinin kapatılmasına karşı mücadele ettik. Bugün AKP kapatılmaya kalksa ve Tayyip fikirlerinden dolayı yeniden hapse yollanmak istense yine kendisini savunacağız. Çünkü sosyalistler en tutarlı demokrasi savunucularıdırlar. Yalnızca 'susma sustukça sıra sana gelecek' gerçeğini bildikleri için değil, bu hakların tüm insanların hakkı olduğunu bildikleri ve demokrasinin belkemiğinin kırılmasını istemedikleri için de böyledir.
Ama Sayın Başbakan Trabzon'da TAYAD'lılar linç edilmeye çalışıldığında ne dedi, hatırlayalım: "Trabzon'daki olaylarda halkımızın hassasiyeti çok ama çok önemli. Halkımızın bu hassasiyetlerini göz önünde bulundurarak herkes kendi tavrını belirlemelidir. Halkımızın milli hassasiyetlerine dokunulduğu zaman şüphesiz bunun tepkisi farklı olacaktır".
Özeti 'benden olan konuşur, geri kalan konuşursa döverim' değil mi?
Aynı Tayyip, KESK üyeleri basın açıklaması yaptığında, bugüne kadar kimsenin cesaret edemediği sertlikte beyanat vermekten de çekinmedi.
Beyazıt Camii önündeki gösterilerden birinde şöyle bir pankart göze çarpıyordu: "Zavallı Müslüman. 'Kurtlar Vadisi Danimarka'yı mı bekliyorsun?". Yani sıradan müslümana bir cihad çağrısı: "Artık ayağa kalk ey Müslüman!".
Polis ve Başbakan bu çağrıyı da yapan göstericilere mesafeli bir müsamaha gösterdi. Ama KESK üyeleri sendika hakkı istediğinde gaz bombalarıyla saldırdılar. TAYAD üyelerinin bildiri dağıtmasına linçle karşılık veren faşistleri 'milli hassasiyet' safsatasıyla savundular.
Bir gün Ermeni konferansının yasaklanmasını, sanki kendi sorumluluğu yokmuş gibi eleştirip, ertesi gün TAYAD'lıların linçini savunan Tayyip demokrasisi böyle oluyor işte.



GÖRÜŞ

DİSK'in haklı kaygısı

DİSK yöneticilerinin başlattıkları ve çeşitli illerde devam eden tartışma toplantıları doğru ve haklı bir kaygıdan kaynaklanıyor. Kaygının haklılığı, örneğin, Eskişehir toplantısına 1800 kişinin katılmasından da anlaşılıyor. Haklılığı bir yana, kaygının yaygınlığı da açık. Bugüne dek "solda aranış" toplantı ve girişimlerinin sayısını hatırlamak bile zor.

Kaygı, Başkan Yardımcısı Musa Çam'ın ifadesiyle (ama benim sözlerimle), şu: Türkiye'de bugün artık sol yok. Dolayısıyla, emekçilerin, yoksulların, ezilenlerin, kadınların, azınlıkların, çevrenin, eşitliklerin, özgürlüklerin sesi yok, çıkarlarını ifade eden yok, örgütlenebilecekleri bir yer yok. Bir şey yapmak, bir şey yaratmak, bu boşluğu doldurmaya çalışmak gerek.

Süleyman Çelebi, Musa Çam ve arkadaşları, "sol yok" derken, sosyal demokrat bir solun yokluğunu kastediyorlar, CHP'nin artık hiçbir anlamda "sol" olmadığı gerçeğinden yola çıkıyorlar. Haklılar. Ama biz ekleyelim: sosyal demokrasinin solunda da sol yok. Devrimci sol geniş kitlelerin taleplerinden, ilgi alanlarından o kadar uzak, kendi saplantılarına o kadar gömülmüş durumda ki, her geçen gün küçüldüğünü, anlamsızlaştığını bile göremez hale geldi.

Yeni sol parti ihtiyacını sadece CHP'nin sol olduğunu zanneden CHP'lilerle kendi mikroskopik devrimci örgütlerinin bir anlam ifade ettiğini zanneden sekter devrimciler farkedemiyor.

Bu ihtiyaç Türkiye'ye özgü değil üstelik. Geleneksel komünist partilerin yok olması, sosyal demokrat partilerin neoliberalizmi tümüyle benimsemiş olması ve devrimci partilerin çok küçük olmaları, Avrupa'nın her yanında aynı sorunu ve aynı ihtiyacı ortaya çıkardı: kitleler temsil edilmiyor, yeni bir sol parti gerek. Dahası, neoliberal siyasetlere duyulan tepki ve savaş karşıtı hareketin yarattığı radikal seferberlik geniş kitleleri sola çekerken, bu sola kayışın örgütsel bir ifade bulması daha da önem kazanıyor.

Nitekim, birçok ülkede yeni partiler yaratılıyor. Almanya'da Linkspartei, Portekiz'de Sol Blok, Danimarka'da Kızıl-Yeşil İttifak, İngiltere'de Respect, İskoçya'da İskoçya Sosyalist Partisi, Brezilya'da P-Sol, savaş karşıtı hareketin, neoliberalizm karşıtı mücadelelerin içinden çıkıyor, bunların üzerinde yükseliyor, geleneksel sol güçlerin ötesinde geniş, yeni ve genç kitleleri seferber ediyor. Bu partilerin bir ortak yönü de, solun bazı kesimleri ile toplumsal hareketleri, kampanya aktivistlerini, örgütlü siyasete bulaşmamış bir kitleyi, azınlıkları, çevrecileri ve başkalarını bir araya getirmesi, getirmeyi amaçlaması.

DİSK yöneticilerinin önayak oldukları girişimin eksik yönü belki de bu. Bildik sosyal demokrat isimleri, akademisyenleri, çoğu 50 yaşının üzerinde, çoğu erkek olan tanıdık simaları bir araya getirerek CHP'nin biraz daha sol bir sürümünü yaratmak ne kimseyi heyecanlandırabilir, ne kimseyi seferber edebilir.

Az sayıda ortak talep oluşturmalı (benim önerilerim şöyle: kemalizme ve milliyetçiliğe netçe hayır; savaşa hayır; Kürt sorununa barışçıl çözüm; sınırsız düşünce, ifade ve örgütlenme özgürlüğü; herkese ücretsiz eğitim ve sağlık hizmetleri). Bu taleplerin altına imza atan herkese (devrimcisine, sosyal demokratına, futbolcusuna) kapılar açık olmalı. Sadece bildik isimler değil, herkes davet edilmeli. Ve bu talepler etrafında sokakta, tabanda, kampanyalar şeklinde iş yapmaya başlanmalı. Sonra bakarız.

Roni Margulies