Sosyalist İşçi 249 (21 Şubat 2006)

 

Sayfa 14 :

SİNEMA
Hollywood solculaşıyor mu?
bir ilerici sinema ortaya çıkardığını söylüyor.

Filmler artık daha mı radikal? Hollywood'un üç temel ilerici dönemi var: Büyük Kriz ve İkinci Dünya Savaşı yıllarının New Deal/Halk Cephesi filmleri, 1960 ve 70'lerde "bütün iktidar halka" sloganının hakim olduğu dönemin filmleri ve bence 9 Eylül sonrasının filmleri.
Son dönem büyük bütçeli Yarından Sonra (The Day After Tomorrow); Robert Redford tarafından yapılan ve Che'yi anlatan Motosiklet Günlükleri (Motorcycle Diaries) ve Michael Moore'un Fahrenheit 9/11 adlı dokümanteri ile sembolize olmakta. Bunlar bir sürü konulu film ve dokümanterden oluşan bir buz dağının sadece ucudur.
Irak işgali ve işgale karşı ayaklanma sürerken filmlerdeki ilerici eğilim de devam ediyor. İyi Akşamlar ve İyi Şanslar (Good Night and Good Luck) 1954'de radyoda McCarthy'nin anti komünist histerisine karşı yayın yapan Edward R. Murrow'un hikayesini anlatıyor. George Clooney bu filmin senaryosunun yazılmasına katılmış ve filmi yönetmiş.
Clooney soğuk savaş yıllarının "yatağınızın altında bile kızıllar var" çılgınlığını siyah beyaz bir biçimde yeniden oluşturmuş.
İyi Akşamlar ve İyi Şanslar'ın başarısı 50 yıl önceki bir olayı bugünün manşetlerinin güncelliğine getirmesi. Film McChartisimi bugünün "Yurtseverlik Yasası"nı, diğer "güvenlik" yasalarını, insanların gizlice gözaltına alınmalarını anlatmak için kullanıyor. Dünün komünistleri bugünün "terörist"leri.
Savaş Tanrısı'nda (Lord of Wars) Nicolas Cage ailesi eski Sovyetler Birliği'nden Amerika'ya göç edebilmek için kendilerini Yahudi olarak gösteren Yuri Oslov'u oynuyor.
Yuri bir Afrikalı diktatöre ve çeşitli başka sıcak savaş noktalarına silah kaçırarak zengin oluyor. Film Sovyetler Birliği'nin çöküşünün silah kaçakçıları için nasıl bir pazar haline geldiğini de anlatıyor.
Interpol ajanı (Ethan Hawke) Orlov'u dünyanın her tarafında izliyor ve sonunda yakalıyor. Ama Orlov on unla aynı çürümüş ilişkiler içinde olan yüksek devlet memurlarının müdahalesi ile gene serbest bırakılır. Filmin senaristi ve yönetmeni Yeni Zellandalı Andrew Niccol.
John Le Carré'ın kitabından Brezilyalı yönetmen Fernando Meirelles tarafından yapılan Bahçıvan büyük ölçüde Afrika'da geçiyor. Bu casusluk hikayesinde Su-dan'da insani yardım alanında çalışan Pete Postlethwa-ite silah kaçakçılını ile büyük ilaç şirketlerinin faaliyetlerine benzetiyor. Ralph Fien-nes, Rachel Fiennes ile evli bir İngiliz diplomatı oynuyor. Rachel Fiennes yaptığı de-neylerle insanların ölümüne neden olan bir ilaç şirketinin peşinde. Fiennes ilaç şirketinin ilaçlarını denediği in-sanları Afrikalı kobaylar diye adlandırıyor. Hikâye aynı zamanda İngiltere ile büyük ilaç şirketlerinin nasıl iç içe girdiklerini de anlatıyor.
David Cronenberg'in Şiddetin Tarihi (History of Violence) adlı kitabından uyarlanan aynı adlı filmde baş rolde Viggo Mortensen Amerika'nın Philedelphia şehrinde bir cinayet işledikten sonra Indiana'ya göç ederek orada tam bir Amerikalı olan Maria Bello ile evlenip bir aile kurarak yeni bir hayata başlayan birini oynuyor.
Ama sonunda şiddet tekrar hakim oluyor ve Amerika'nın ne denli şiddete dayandığını görüyoruz. Sanki günümü-zün Yankileri geçmişte ataları Kızılderilileri katlettiği için bugün Irak'ta savaşıyorlar.
5 Ekim'de, savaş karşıtı gösterilerde yer alan ve konuşan Mortensen Los Angeles'de Howard Zinn'in Amerikan Halklarının Tarihi adlı kitabı üzerine yapılan bir toplantıya katıldı. Yüzüklerin Efendisi'nin yıldızı Mark Twain'den Amerika'nın saldırganlıklarını kınayan anti emperyalist bir parça okudu. O gün Zinn'le beraber toplantıya katılanlar arasında Danny Glover (Frederick Douglas olarak) , Josh Brolin ve Sandra Oh (anarşist Emma Goldman olarak) vardı. Emma Goldman rolündeki Sandra Oh yükselen alkışlar arasında "efendilerine kendi cinayetlerini kendileri işlesinler, biz onlar için yeterince öldürdük de" diyordu. Okuma Cindy Sheehan'dan yumruklar havaya kaldırarak yapılan bir alıntı ile bitti.
Los Angeles'de benzer başka etkinlikler de büyük kalabalıkları topluyor. 11 Eylül'de benim yönettiğim Skylight Kitabevi'nde yapılan Hollywood Aktivist-ler Toplantısı çok kalabalıktı. 1970'de Billy Jack'ın filminde oynayan Tom Laughlin panalistler arasındaydı ve Bush'un görevinden alınmasını ve Irak'tan derhal çekilinmesini istiyordu.
Hollywood'un önde gelen aktivistlerinden ve Dharma ve Greg adlı TV oyununda Abbie Hoffman tipini oynayan Mimi Kennedy; CBS'in CIA'yı anlatan dizisi, Ajan'da oynayan David Clennon; Yeni Zealand'da aile içi şiddeti konu alan Bir Zamanlar Savaşçıydık adlı yapımda oynayan Maori'li artist Rena Owen ve Karl Rove'un çektiği Bush'un Beyni adlı dokümanterin iki yönetmeninden biri olan Michael Shoob da pane-listler arasındaydı.
Ekim ayında Los Angeles Koleji'nde konuşan Kara Panterler Partisi'nin eski başkanı Bobby Seale (Halk Düşmanı adlı dokümanterde yer almıştı) daha da büyük bir kalabalık topladı.
Los Angeles'in en büyük kilisesinde 1.000 kişi toplamış olan İngiliz milletvekili George Galloway HBO televizyonunda Bill Maher'in yönettiği Real Time adlı programa troçkizmden dönen ve savaş yanlısı olan Christopher Hitchens ile tartışmak üzere çıktı.
Ve tabii, 24 Eylül'de yığınla insan Irak savaşına karşı yürüdü. Yürüyüşün en önünde 1980'lerde çevirdiği Lou Grant adlı film, eski aktör Ronald Regan'ın Orta Amerika politikalarına kamu oyunun önünde karşı çıktığı için durdurulan Ed Asner yürüyordu.
Aynı barış gösterisinde Martin Sheen konuştu:
"Yaşamım için ne yaptığını bildiğinizi sanıyorum ama yaşamaya devam etmek için buradayım! Her zaman ülkemi sevdim ve onu destekledim am hükümetim benim desteğimi kazanmak için bir eyler yapmalıdır.
"Bu savaş yanlıştır, yanlış bilgilere dayanıyor. Bu yönetim hakkındaki tek doğru şey onların doğru olmamasıdır... Barışla kalın... Ülkem uyansın..."
İzlemeye devam edin. İlerici filmler yapılmaya devam ediyor. Warner Bros'dan Balina Avcıları filmini çeken Niki Caro'nun yönettiği ve Oscar kazanmış Charlize Theron'un oynadığı, cinsiyetçiliğe karşı mücadele eden madencilerin gerçek hikayesini anlatan bir film geliyor.
Howard Zinn ve Warren Beatty'nin Bir Işıldayan Parlak An var.
Ve tabii anti semitizmi teşhir eden Marc Levin'in Zion Protokolları filmi var.
DVD'de ise eski askeri hemşire Joyce Riley'in Washington'un kendi askerlerini nasıl kobay gibi kullandığını anlatan İhanetin Ötesinde var.
Kasım ayında Robert Greenwald'ın Wal-Mart'ı anlatan Ucuz Fiyatın Pahalı Maliyeti adlı dokümanteri var. Ve Michael Moore'un sağlıkla ilgili yeni dokümanteri geliyor.
Harold Pinter'ın Nobel edebiyat ödülünü alması politik mesaj ile sanatın birleşebileceğini gösteriyor. Sokaktan ekrana Hollywood aktivistleri ilerici politikalar içinde-ler.



İlle de Roman olsun
Esin PERVANE

"Dönüşüm" kelimesinin çoğumuzun kafasında uyandırdığı olumlu anlamdan sıyırarak "kentsel dönüşüm projeleri"ne göz atarsak karşımıza bambaşka bir tablo çıkacak.
Şimdilerde, pek lafı edilmeden Tarlabaşı'na dokunan el, yakında Sulukule'ye uzanacak. Belediyenin "tarihi yeniden canlandırmak" ya da "kültürel mirası korumak" adı altında yaptığı bu icraatların sebebi mucibesini düşünmeye başlar başlamaz birçok soru işareti çıkıyor yolumuza. Hangi tarih ve kültür? Kimin için, kimlerle ve nasıl korunacak?
Tarlabaşı örneğine bakacak olursak; 80'lerin başında, Dalan yönetimi sırasında bulvarın açılması için yıkılması planlanan binalar, büyük polemiklere yol açmıştı. Nitekim, belediye trafiği rahatlatmak, bu bölgeyi "fuhuş ve uyuşturucu batağından" temizlemek gerekçesiyle bir çok binayı yıkarak bölgeye bugünkü görünümünü verdi. Mahallenin gerek mimarisi gerek sakinleri epey değişmişti ama bu "kurtarma operasyonu"nun ne kadar başarıya ulaştığı sorusu, bugünün Tarlabaşı'na bakınca bizi topyekun ortadan kaldırmanın asla bir çözüm olamayacağı sonucuna çıkarır. Şimdilerde ise, belediye için semt sadece bir şer yuvası değil aynı zamanda bir rant kapısı olarak görülüyor olacak ki, -bilhassa bulvar üzerinde- bir çok bina, evvela yerel yönetim tarafından çıkarılan "hasarlı/ oturulamaz" raporlarıyla boşaltılmış, mülk sahiplerinin bu tamiratı karşılayacak gücü yoksa satılmış, bir kısmı restore edilmeye ve hatta yeni sahiplerini beklemeye başlamıştır. Bu cümlede olduğu gibi, tüm bu karar ve uygulamalar esnasında esamesi okunmayanlarsa, buralarda yaşayan halktır.
Pek yakında Sulukule sakinleri bu uygulamaların yeni muhatapları olacaklar. Aslında, "muhatap" yanlış kelime; çünkü onlara lütfedip kimse hitap etmeyecek, soru sormayacak. Hatta bugün belki bundan bihaberler ama başlatılacak kentsel dönüşüm projesi, yüzlerce aileyi sokaklarından, hatta semtlerinden büsbütün koparacak. Ne adına mı? "Tarihi ve kültürel mirası korumak"!
Peki, korunan hangi kültür ve tarihtir? 80'lerde Tarlabaşı'ndaki binaları, "kalkınmaya engel olacaksa yıkılmalarında sakınca göremiyorum. Hem bunlar tarihi eser değil, öyleyse de Ermeni, Rum mimarların yapıları…" diyerek Türk bayraklı buldozerlerle yıkanlar; 90'larda hasarlı surların yıkılmasını savunup, buna karşı çıkanları "Bizans yanlısı" olmakla suçlayanlar; bugün "o sokaklar"da namuslu bir insanın korkusuzca dolaşamayacağını söyleyerek yola çıkanların kafasında nasıl bir tarih ve kültür kavramı var? Dün bir şeyleri "öteki" olduğu için korumayı üstüne vazife görmeyen zihniyetin bugün üstüne titrediği şey ne olabilir?
İlginçtir, dün Erdoğan'ın bizden değildir diye önemsemediği surları bugün ardılı Topbaş umursayacak, onların dokusuna uygun bir yapılaşma yaratmak için, Fatih'in bile yerinden etmediği romanları yerinden oynatacak. Şüphesiz herşey yine "halk için halka rağmen" yapılacak. Aba altından sopa gösterilerek yol verilen Romanlara uygun görülen Gaziosmanpaşa gettosudur. Canlandırılmak isteyen tarihse bir daha geri dönmemek üzere yok edilmek üzeredir. Bir paravan yapacaklar. Western filmlerinin iki boyutlu dekorlarını andıran, "hijyenik" sokaklar, aksesuardan ve sahte bir nostalji duygusundan müteşekkil bir tarih yaratacaklar. Oysa tarih, dökülen sıvaların altından çıkan onlarca renkli boyada yatmaktadır. Tarih, bu mecrada akmış 1000 yıllık Roman macerasıdır.
Merkez, her zaman kendini tanımlamak ve kuvvetlendirmek için birilerini dıştalar. Habitat için sokak köpeklerini, güvenlik için tinercileri, namuslu mahalle için travestileri, tarihi korumak için Romanları kovalar, göz önünden kaldırıp ücralara atar. Kuşkusuz ki bunlar tozları halının altına süpürmek gibidir; eğer otoritenin gücü yetiyorsa bu "pislikleri" topyekun itlaf edecektir. Eğer gücü ya da cesareti kafi gelmezse, en azından hadlerini ve yerlerini bildirecektir. Yarın süpürülen, sürülenin biz olmayacağını kim garanti edebilir?
Tartışılmaya değer tek tehcir yüzyılın başında yaşanan değildir. Resmi ideoloji, tarih tezini bugün de yazmaya, kendini dayatmaya devam etmektedir. Bakın, yanıbaşımızda…