Sosyalist İşçi 253 (13 Mayıs 2006)

 

Sayfa 14 :

RESİM
Picasso, modernizm ve Avrupalı olmayanlar
Irkçılık ve çokkültürlülük tartışmalarında "medeniyet" ve "kültür"-ün gelişimi sorunları hiçbir zaman gündemden düşmedi. Pek çok ırkçı ideolojinin temelinde medeniyetin gelişmesinin aslen Avrupa veya Batı kökenli bir olgu olduğu yatar.. Gerçekte, medeniyet -şehirlerde yaşam, okur yazarlık, yasalar, vb- ilk önce, hiçbiri Avrupa'da bulunmayan üç ana bölgede gelişmiştir: Irak'tan Mısır'a kadar olan hilal şeklindeki verimli tarım arazileri, yani Ortadoğu, kuzey batı Hindistan ve güney doğu Çin. Dahası Ortaçağ Avrupası Çin ile ya da Ortadoğu ve Kuzey Afrika İslam medeniyetleriyle karşılaştırıldığında acınacak derecede geri kalmıştı.
Ancak, temel tarihsel gerçekleri kabul edenler bile, hala "modern kültür" ve "modernizm"in tamamen bir Avrupa (ve bu yüzden "beyaz") yaratımı olduğu fikrine sıkı sıkı sarılırlar. Ve yine ırkçılık karşıtı kampta, farklı kültürlerin eşit ya da "eş derecede geçerli" ama yine de ayrı ve içsel olarak ayrı etnik veya ırksal gruplara bağlı olduğunu düşünenler bulunmaktadır. Bu nedenle farklı kültürleri korumaktan ve otantikliklerini sürdürmekten, dış etkilerle bozulmasına direnmekten (örneğin, ırkların karışmasına karşı çıkmaktan) söz ederler.
Kültürün nasıl geliştiğine dair tüm bu görüşlere karşı, eserleri ve kariyeriyle tüm modern sanatçıların en muhteşemi olan Pablo Picasso çarpıcı bir mücadele vermiştir. 20. yüzyılın başında Picasso sanat dünyasının "mavi" ve "gül" olarak adlandırılan dönemlerinin çalışmalarıyla yükselen yıldızıydı. Bu dönem eserleri her ne kadar duygusal olsada temelde güçlü olan, yoksul ve marjinalleşmişlerin tasvirlerini içeriyordu.
Amansız Bakışlar
Daha sonra 1907'de Picasso Les Demoiselles d'Avignon (Avignon Fahişeleri) adlı tablosunu yaptı. Bu tabloda, bir İspanyol genelevinde gelecek müşterilere kendierini sergileyen ve izleyicinin gözlerinin içine bakan beş kadın figürü vardır.
Bu tablo kübizmin ve tüm modernist sanatın gelişmesine kapı açtı. Zamanında yalnızca var olan yapıyı değil Picasso'nun Georges Braque ve Henri Matisse gibi tüm avangard sanatçı arkadaşlarını da derinden sarstı.
Pek çok sarsıcı özelliği arasında, diğer üç kadın antik İberya kültüründen imajlarla çizilmişken iki kadının kafalarının Afrika maskelerini andıran biçimde resmedilmiş olması vardır.
Marksist sanat eleştirmeni John Berger Les Demoiselles d'Avignon tablosonu "hayata, Picasso'nun bulduğu gibi, cepheden saldıran bir isyan" olarak tanımlar. Ve Afrika maskeleri imajı bunun bir parçasıdır. Fakat Picasso' nun eserlerinin gelişimine bakacak olursak Afrika sanatını kullanımının daha derin bir önemi olduğunu görürüz.
Picasso' nun Afrika sanatında bulduğu şey dünyaya yeni bir bakış ve dünyanın yeni bir biçimde temsilinin ve yeni bir sanat kavrayışının anahtarı veya anahtarlarından biridir. Egemen Avrupa sanat geleneğinden bu kopuş (kopuş on yıllardır sürüyordu) daha öncekilerden çok daha belirgindi.
15.yüzyıldan -kapitalizmin yükseliş çağının başı- bu yana Avrupa resim ve heykeli fiziksel dünyanın natüralist bir temsiline ulaşmaya odaklanmıştı. Nesnelerin, insanların ve sahnelerin, özellikle de mülk, toprak ve zengin ve güçlülerin ortaya çıkışının az yada çok sahici kopyalarının yapmaya çalışıyordu. Picasso' yu etkileyen Afrika heykelleri sanatın rolünün tamamen farklı oldu pre-kapitalist toplumun ürünleriydi. Saraylarda ve müzelerde sergilenmek için değil günlük hayatta, özellikle de ritüellerde kullanlmak için yapılmıştı. Amacı statü ya da mülkiyetin naturalist taklidi değil, "ruhsal" (duygusal-psikolojik) gücün ifadesiydi.
Bunu, burjuvazinin ve aristokrat sanat akademisinin bütün geleneklerine isyan eden Picasso gibi bohem sanatçılar için kullanışlı bir kaynak haline getiren şey buydu.
Sadece bir büyük modernist resmi etkileyen bir Afrika sanatı olsaydı, rastlantısal olarak görü-lüp bertaraf edilebilirdi. Ama öyle değildi.
Bir bütün olarak Picasso ve Braque' ın kübizmindeki ve Picasso' nun daha sonraki eserleri üzerindeki Afrika etkisi bir manifestoydu. Üç Dansçı ve hatta Guernica gibi tablolar Les Demoiselles'de ulaşılan kopuş olmaksızın imkansız olurdu.
Doğrudan etki
Afrika sanatından doğrudan etkilenen pek çok başka sanatçı da vardır. Bunlar arasında Matisse, André Derain ve Maurice de Vlaminck, modernist heykelin öncüsü Constantin Brancusi, Alman ekspresyonistler Paul Klee ve Amedeo Modigliani ve heykeltraş Alberto Giacometti de bulunuyordu.
Bu, esinlenmenin Avrupalı olmayan pre-kapitalist kaynaklarına daha büyük bir yönelişin parçasıydı. Bu olgu empresyonistlerin ve Vincent van Gogh'un Japon taşbasması resimlere karşı duyduğu coşkudan, Paul Gauguin'in önce Bretenya'ya ardından Tahiti'ye fiziksel göçüne, Henri Rousseau'nun "primitivist" vahşi orman sahnelerine, Henry Moore'un Maya heykellerinden esinlenmesine, "damla" tablolarında Yerli Amerikalıların (Navajolar) kum karıştırma tekniğinden esinlenen Jackson Pollock'a kadar pek çoklarında göze çarpar.
Bu eğilim görsel sanatlrla sınırlı değildir. Afkrika kökleri bulunan blues ve cazda, Ezra Pound'un Çin şiiri çevirileri, DH Lawrence'ın Meksika'ya yolculuğunda etkili olmuştur.
Politik olarak bu genel eğilim oldukça muğlaktır. Picasso'nun durumunda olduğu gibi eğilim ve hatta anti-emperyalist mücadelelerin bir işareti olabilir. Ama aynı zamanda "egzotik" gibi sömürgeci kavramlarla, hatta Pound ve Lawrence'da olduğu gibi "ırk" ve "kan" gibi faşist fikirlerle de ilişkili olabilir.
Ama yine de bunların hepsinde Avrupa gele-neklerine farklı dil, ritm ve görsel sunum modelleri arayışı vardı. Bunlar daha sonraları, yeni bir şeyler, modernist sanat üretmek için modernite-nin güçleriyle -elektrik şebekesi, otomobiller, uçaklar ve kentin bitmek bilmez vesvesesi- bir bağ kurdular.
Picasso örneği ve bir bütün olarak o dönemin gösterdiği şey kültürlerin sabit ve kapalı kutularda durmadığı, karşılıklı etkileşim ve birbiri içinde dinamik bir eriyip birleşme yoluyla geliştiğidir.
Bu durum eski Mısır'ın Yunanlılar üzerindeki etkisinden beri daima böyle olmuştur. Ama günümüzün emperyalizm ve küreselleşme çağında her zamankinden daha geçerlidir.
John MOLYNEUX


KİTAP
Ben Bu Devrimi Sevdim
En eğlenceli bir devrim anlatımı
AykırıYayınları’ndan çıkan Ben Bu Devrimi Sevdim adlı kitabı herhalde bugüne kadar yayınlanmış en eğlenceli devrim anlatımı. Kitabın arka kapağında yer alan “bir devrimde sadece kan değil, mizah da vardır” ifadesi nasıl bir kitap okuyacağınızı anlatıyor.
Kitabın yazarı DSİP’in İngiltere’de ki kardeş örgütü SWP’nin de üyesi olan Mark Steel zaten ünlü bir komedyen. Ancak yanlış anlaşılmasın, Mark Steel’in kitabının sınıf perspektifleri çok sağlam. O her gelişmeye olduğu gibi Fransız Devrimi’ne de sınıflar mücadelesi perspektifinden bakıyor ve bize eğlenceli, kolay okunur bir dille Fransız Devrimi’ni hikaye ediyor.
Önsöz’de “Bugün, yine yenilmez görünen bir süpewr güç dünyayı esir almış durumda. Bu yüzden , bir zamanlar yine yenilmez görünen bir başka hanedanın bazı çamaşırcı kadınlar, köleler ve bir postacı tarafından nasıl devrildiğini tekrar anlatsam, fena olmaz diye düşündüm” diyor. Çok ta güzel anlatıyor.
Ancak kitabın çevirisinde bazı küçük sorunlar var. Mark Steel’in mizahı bazı yerlerde “Nasreddin Hoca” hikayeleri ve bütünüyle Türk mizah anlayışı ile yapılan uyarlamalarla “süsleniyor” ki bu biraz can sıkıcı. Ama buna rağmen gene de güzel bir çeviri. Mutlaka bir tane alın ve keyifle okuyun. Ben İngilizcesini elime aldığımda hiç elimden bırakmadan bitirmiştim.
Doğan Tarkan


SİNEMA
Guantanama Yolu
Cehennemin anlatımı

İngiliz vatandaşı 4 genç içlerinden birisinin düğünü için Pakistan’a giderler. Orada Cami’de dinledikleri bir vaaz sonucu Afganistan’a geçerler.
Afganistan’da bir dizi olayın sonucu ABD yanlısı Afgan birliklerinin çevirdiği bir Taliban kasabasına giderler. Yolda otobüslerine bomba isabet eder. Hemen herkez ölür. Dil bilmezler, içme suyundan hastadırlar. ABD yanlısı Afganlar tarafından tutuklanırlar. İçlerinden biri kaybolur.
Tutuklanan Ruhel, Şefik ve Asıf Amerikan ordusuna teslim edilirler. Son unda Küba’daki Guantanama hapishanesine gönderilirler.
Daha önce de Afgan mültecilerini konu alan bir filmi ile ödül alan Guantanama Yolu’nun yönetmeni Michael Winterbottom filmi ile de Berlin Festivali’nde Altın Ayı ödülünü aldı.
Winterbottom gerçek bir olayı bir dokümanter gibi sinemaya aktarmış. Guantanama üssünde yaşananlar çok çarpıcı. Ruhel, Şefik ve Asıf Amerikalılar ve İngilizler tarafından defalarca işkenceden geçiriliyorlar ve Guantanama’da 2 yıl kalıyorlar. Sayısız işkenceden, dinlerinin aşağılanmasından sonra serbest bırakılıyorlar. İşte Batı’nın, Amerikan emperyalizminin demokrasisi.
Guantanama Yolu savaş karşıtı hareket için bulunmaz bir film. Herşeyi çok çıplak ve çarpıcı bir biçimde
Nurdan DÜVENCİ