Sosyalist İşçi 255 (24 Haziran 2006)

 

Sayfa 8 :

İktidarı almadan dünyayı değiştirebilir miyiz?

Chris Nineham devlete karşı mücadele etmek için politik örgütlere gereksinimimiz var mı sorusu etrafında "hayır gerek yok" diyen otonomcu yazarlarla tartışıyor.

John Holloway ve diğer otonomcu olarak bilinen yazarların antikapitalist hareket üzerinde güçlü bir etkileri var. Holloway'in "içinde iktidar ilişkileri olmayan bir toplumu iktidarı ele geçirerek kuramazsınız" şeklindeki, hareketi etkileyen tartışmasını İktidarı Almadan Dünyayı Değiştirmek başlıklı kitabında bulabiliriz.
Kitabında hareketin iktidarı göz ardı etmesi gerektiği çünkü dev-let iktidarına karşı her karşı çıkışın hareketin onun yerine yenisini geçirmek biçiminde bir sonuca ulaşacağı ve bunun da yeni bir elit yaratacağını anlatı-yor.
Holloway'e göre değişim sadece kendiliğinden ve tabandan gelebilir. "İktidarı almayı hedeflemeyen bir çok mücadele alanı var... bunlar bazen sadece 'hayır' demeyi gerektiriyor"diye yazıyor.
Hollaway mücadelelere politik partilerden, sendika hareketinden veya herhangi bir örgütlü güçten bağımsız bakıyor. Politik liderlik için her girişime şüphe ile bakıyor. Onun için önemli olan direniş eylemi.
Bu fikirlerin ne kadar etkileyici olduğu açık. Antikapitalist hareket sahneye 1990'ların sonunda her yerde reformist partiler ruhlarını pazar ekono-misine satmaya başladığında çıktı.
Solun geri kalan kesiminin büyük çoğunluğu ise bu sırada Stalinist Rusya'ya daha önce verdikleri desteği açıklamak için çırpınmaya ve bu rejimin yıkılışı karşısındaki kafa karışıklığını gidermek için çabalamaya harcıyordu. Dünyanın dört bir yanındaki direnişten etkilenen bir kısım aktivistler mücadele adına her türlü politikayı reddetmeye başladılar.
Sorunları görmek de oldukça kolaydı. Devleti reddetme görüşü ABD bütün dünyada askeri gücünü harekete geçirdiğinde kolaylaştı. "Terörizme karşı savaş" devletin yurttaş haklarına saldırısına dönüşünce ABD'nin askeri gücünün ne denli çürümüş olduğu daha da ortaya çıktı.

Barikat
Otonomcuların tartışmaları kafa karışıklığı içerir. Her şeyden önce solun değişik kanatlarının devlete ve devlet iktidarına karşı tutumlarının farklılığını görmemezlikten gelirler. İngiliz İşçi Partisi bile çok radikal olduğu günlerde seçimleri kazanarak devleti çalışan sınıfların yaşam koşullarını iyileştirmek için kullanmaktan bahsedebiliyordu.
Marksistler ise devletin toplumu dönüştürmek için kullanılamayacağını çünkü asıl amacının zenginleri korumak olduğunu savunurlar.
Egemen sınıfın önde gelen unsurları ordu, polis, devlet gibi devlet kurumlarını yönetirler.
Egemen sınıflar için devlet değişime karşı en önemli barikattır.
Hollaway solun devletin gücünü abarttıklarını iddia ediyor. "Devlet göründüğü gibi gücün kaynağı değil" diye yazıyor ve "iktidar bazı insanlar ya da kurumlar tarafından yaratılmaz, iktidar toplumsal ilişkilerin parçalanmışlığında yatar" diye devam ediyor.
Tabii ki şirketlerin iktidarı, gücü yaşamımızın her alanını etkiliyor. Özelleştirilmiş sosyal yaşam kendimizi yalıtlanmış ve güçsüz hissetmemizi sağlıyor. Patronlar ve müdürler işyerinde kendimizi bölünmüş ve disipline edilmiş hissetmemiz için her şeyi yapıyorlar.
Ama kapitalistlerin gene de kendi sınıflarının bölünmüşlüğünden doğan sorunları çözmek ve bir güç merkezi olarak davranabilmek için tarafsız görünen bir devlete ihtiyaçları var.
Ordular sınırların dışında iş çevrelerinin çıkarları için savaşırlar ve içerde de kriz anlarında düzeni sağlarlar. Polis güçleri daha kapsamlı bir düzen koruma rolü oynarlar ama asıl görevleri statükoyu korumaktır.
Büyük bir gösteri olduğunda onbinlerce polis seferber edilir. Göstericilere hunharca saldırırlar.
Mısır'dan Ekvator'a demokrasi hareketleri, göstericiler devletlerinin saldırıları ile karşı karşıya gelirler.
Eğitim, devlet kontrolündeki medya gibi daha yumuşak devlet kurumları da egemen sınıfın görüşlerinin yayılması için üzerlerine düşen görevi yerine getirirler.

Aşağılanma
Devlet aslında çok güçlü değildir. ABD'nin dev gücü Irak'ta aşağılandı.Latin Amerika'da birçok ülkede yığınsal hareketler polis güçlerini yenerek hükümetleri devirdiler.
Ayaklanma günlerinde ordunun ve hatta polisin bazı kesimlerinin halka katılmasının güçlü bir tarihi vardır.
Haziran ayında Bolivya'daki ayaklanmada başkent La Paz'da en azından bir polis birliği sokağa çıkarak işçilere ve köylülere saldırmayı reddetti.
Ama eğer devleti ciddiye almadan toplumsal bir dönüşüm düşünüyorsak hayal içindeyiz demektir.
Sorun aslında kapitalist toplumu nasıl analiz ettiğimiz sorunudur. Bu noktada otonomcu yazarların pek bir katkısı yok. Hooloway analizin kendisinin baskıcı olduğunu söylüyor.
"Sınıflandırma ile hiyerarşi doğar" diye yazıyor.
Holloway'e göre iktidara karşı mücadele kişisel bir düzeyde olur böyle düşündüğü için de toplumun nasıl işlediğine ilişkin pek bir görüşü yoktur.
"İktidar karşıtlığı insanların yaşadığı her yerde, her alanda vardır" diye yazıyor.
Otonomcu yazarlar arasında düşünce farklılıkları var. İtalyan yazarı ve aktivisti Antonio Negri'nin daha topluma dayalı analizleri var.
Michael Hardt ile birlikte yazdığı İmparatorluk ve diğer kitaplarında kapitalizmin kendisini zayıflattığını yazıyor.
Yeni üretim biçimleri etrafında yeni ağlar oluşurken eski hiyerarşiler ortadan kalkıyor. Bu düz, hiyerarşik olmayan ağlar yeni bir demokratik toplumsal hareketin tohumlarını taşıyor.

Sömürü
"Politik ve üretim ilişkilerimizin büyük bir kısmı daima demokratik ilişkilere dayanır" diye yazıyor Negri. "Sermaye tarafından sömürüldüğünde bile emek kendi otonomisine koruyor" diye ekliyor.
Kapitalist küreselleşmenin işçi sınıfını bütün dünyaya yaydığı ve enternasyonal dayanışmayı daha kolay hale getirdiği doğru. Bu gelişme devasa acılar oluşturuyor ve buradan da yeni ittifaklar ve mücadeleler doğabilir.
Ama kapitalist küreselleşme zenginliğin ve iktidarın daha az elde toplanmasını da beraberinde getiriyor. Pazarın yayılması işyerlerinde baskının, zorbalığın ve sokakta ki şiddetin de yayılmasına yol açıyor.
Yoksulları ve işçiler şimdi daha iyi bir yaşam ve daha iyi bir dünya için mücadele etme-leri daha da güçlü bir zorunluluk. Ama Negri için "sınıf mücadelesi ve devrimci örgüt artık modası geçmiş" şeyler.
Aralarındaki farklara rağmen Holloway ve Negri gibi otonomcu yazarlar her türlü politik liderliğin gereksiz olduğu konusunda anlaşıyorlar.
Onlara göre aktivistlerin yapması gereken yığınların kendiliğinden eylemi için alan açmaktır. Bu elitist ve tehlikeli bir fikirdir. Her mücadele nasıl kazanılacağına dair bir tartışma içerir. Bazı aktivistler yetkilileri ikna etmeye inanırlar, diğerleri işyerindeki güç ve iktidar ilişkilerini anlayacaklardır.
Her kampanyada yer alan tartışmalar stratejinin ne denli önemli olduğunu gösteriyor. İtalyan marksist Antonio Gramsci'nin sözleriyle "kendiliğinden mücadele bir şey yoktur."

Felaket
Otonomculuğun tarihi bu düşünceyi doğruluyor. Otonom düşünceler ilk kez İtalya'da Ko-münist Partisi'nin reformist po-litikalarına karşı koyuş olarak gelişti. Ama otonom fikirler ha-reketi tam bir felakete sürüklediler.
1969'da İtalyan fabrikalarında taban militanlığı patlaması vardı. Negri gibi otonomcular bu hareketi destekliyorlardı.
Sendikaların reformist liderliği bu hareketi bastırmaya kalkıştı-ğında otonomcular hareketin li-derliği için mücadele etmediler.
Onun yerine fabrikaların dışında değişim için yeni güçler aramaya başladılar. Negri işçileri "isyan eden herhangi biri" diye tanımlamaya başladı.
Otonomcular işsizleri, öğrencileri ve kadınları devrimin yeni önder gücü olarak tanımlamaya başladılar.
Bazıları Kızıl Tugaylar gibi bombalamaları, rehin almaları ile sonunda işçi sınıfının soldan kopmasına ve uzaklaşmasına neden olan terörist grupların eylemlerini desteklemeye başladılar.
1970'lerin sonunda Avrupa'nın en büyük sol hareketi enerjisini kaybetmeye başladı. Kendiliğindencilik anlayışının büyüsü ile sol hareketin nasıl ilerleyeceğine dair bir yol çizemedi.
O dönemde hareket içinde yer alan bir aktivistin dediği gibi "fabrikalardaki işçiler ile diğer sosyal gruplar arasında işçi yığınları fabrika dışındaki ama fabrikaları da etkileyen politik konular konusunda seferber edecek bağlar kurulamadı. Devrimci hareketin sağlam bir stratejisi yoktu."

Eksik hafıza
İşçi sınıfından kopuk sol şiddetli bir saldırıya bütünüyle açıktı. İtalyan devleti aralarında Negri'nin de bulunduğu yüzlerce aktivisti toparladı ve hapse attı.
Buna rağmen Negri kendiliğindencilik anlayışını savunmaya devam etti ve analizlerin ve stratejilerin gereğini reddetti. "Gdansklı (Polonya'da Dayanışma sendikasının doğdu tersane kenti) işçilerin hafızaya ihtiyacı yok. Komünist gelenek hafıza kaybıdır" diye yazdı.
Otonomcuların iktidara dönük politikayı reddedişleri sisteme karşı çıkışı engelleyebilmekte. Örneğin yakın geçmişte Negri yeni liberal Avrupa Birliği Anayasası'nı destekledi çünkü ona göre Avrupa Birliği ABD'ye göre daha az korkunçtu.
Bugün birçok ülkede hareketimiz devletin güçleri ile karşı karşıya geliyor. Dünya çapında radikaller ve devrimciler sosyal liberallerin ihaneti nedeni ile yeni bir sol kurmaya çalışıyorlar. Holloway'in ve diğer otonomcuların görüşleri bu çabada çok yardımcı değiller.


Chris NINEHAM