Sosyalist İşçi 256 (26 Temmuz 2006)
Siyasal İslam kime düşman?
Hizbullah, Hamas, Müslüman Kardeşler, Taliban, El Kaide…liste uzatılabilir. Dünya politikasında adını sık duyduğumuz örgütler.
Kuşkusuz siyasal İslam bu örgütlerin yükselişiyle sınırlı değil. Siyasal İslam, Ortadoğu'da, Asya'da hatta Avrupa ülkelerinin kendi içinde önemli bir kitle gücünü harekete geçirebilen büyüyen bir siyasi alternatif durumunda. 1990'lı yılların ortalarından itibaren Türkiye'de de kitlelileri harekete geçirebilme gücünde ve iktidar deneyimlerinde temel politik güçlerden birisi olageldi.
Milliyetçiliğin çöküşü
1967'de Arap-İsrail savaşında Arapların yenilmesi, aynı zamanda Arap milliyetçiliğinin de yenilmesi, gerilemesi anlamına geldi. Arap milliyetçiliği, ekonomi alanında kalkınmacılığa ve ideolojik alanda da ulusu devleti yöneten bürokratik elitin ve egemen sermaye bloğunun çıkarları etrafında birleştiren ulusalcılığa bağlıydı.
Bu milliyetçiliğin gerilemesi, bir dizi siyasi alternatifin yeşereceği devasa bir boş alan bıraktı.
İran devrimi
Fakat bu boşluk, sol siyasal akımlar tarafından doldurulamadan İran Devrimi gerçekleşti. Devrimin kendi gelişiminde, hareketin motor gücü olan işçi örgütlenmelerinin dağıtılması ve Humeyni'nin siyasi liderliği ele geçirmesi, siyasal İslam'ın yükselişinde en önemli sıçrama noktasını oluşturdu.
İslam devrimi, İran'daki toplumsal yapıyı değiştirmek istemesi, devrimi diğer ülkelere de yaymak istemesi ve üstelik ABD gibi tüm dünya ezilenlerinin en büyük düşmanının tüm belden aşağı oyunlarına rağmen başarıya ulaşmasıyla, emekçilerin ve tüm ezilenlerin dünyasında büyük bir manevi birlik yarattı. Özellikle devrim sırasında ABD konsolosluğunu işgal edilmesinin yarattığı etki, hemen 1980'lerin başında Fas, Sudan ve Tunus gibi ülkelerde "ekmek ayaklanması" olarak bilenen emekçi isyanlarının başlamasında önemli bir etkiye sahipti.
Kapitalizmin krizi,
solun krizi
"Ekmek ayaklanmaları" sorunun sadece manevi bir etkilenmeyle değil, çok maddi, hayat-memat meselesi olan gelişmelerle de ilgili olduğunun açık kanıtı. Siyasal İslamı bir yobazlık projesi olarak görenlerin, bu hareketin modern taleplere sahip, bu yüzden de kitleleri harekete geçirme gücü taşıyan bir akım olduğunu anlaması için atılması gereken ilk adım, bu "ekmek ayaklanmaları" sürecine yakından biraz daha bakmaları olacak.
Bir yandan İran devriminin etkisi bu isyanlarda hissediliyordu ama bir yandan da IMF politikalarının yarattığı radikal yoksullaşmanın yarattığı müthiş bir kitlesel öfke patlamaya başlamıştı. İslamcı hareketler bu isyanların patlamasında küçük roller oynarken kitlesel öfke patlamalarında siyasi etki alanlarını ve örgütlenme düzeylerini güçlendirmesini bildiler.
SSCB'nin ve Doğu Bloku'nun 1980'li yılların sonunda yıkılmasıyla, kapitalizmin krizi garip bir biçimde sosyalist hareketin ve sosyal demokrasinin de krizine dönüştü. Kapitalizm, küresel krizini yaşar ve bu krizi tüm dünyada IMF politikalarıyla aşmaya çalışırken, bu krize yanıt vermesi gereken sosyal demokrasi ve sosyalist sol da kendilerini krizin içinde, çözümsüz, "tünelin sonunu göremez" bir vaziyette buldular.
Türkiye: Siyasal İslam'ın kitlesel yükselişi
İslami hareket sorununun daha iyi anlaşılması için çok uzağa gitmeye gerek yok. 1990'ların ortalarından itibaren Türkiye'de yaşanan politik gelişmeler çok açıklayıcı. 1994 yerel seçimlerinde bir çok büyük şehir belediyesinin yönetimlerini kazanan siyasal İslam, bir sene sonra yapılan genel seçimlerden en büyük parti olarak çıktı.
Solda bugün ifrata varmış olan Kemalist, aydınlanmacı, laik ve elitist yaklaşım o günlerde neredeyse komik denecek bir panikle birlikte avaz avaz bağırıyordu. Aslında yaşanan Arap milliyetçiliğinin 1970'lerde başlayan çöküşünün gecikmiş bir tekrarından ibaretti. Türkiye'de IMF politikalarının yarattığı korkunç yoksullaşma, bir gecede imzalanan ekonomi programlarıyla yüz binlerce insanın işsiz kalması ve yoksulluğunun derinleşmesi krizin her düzeyde son hızla yaşanması anlamına geliyordu. Üstelik Türkiye'de liberaller ve sosyal demokratlar krizi elele yaşıyorlardı. Murat Karayalçın ve Tansu Çiller, kapitalizmin krizine çözüm olamayan iki merkez siyasal akımın, liberal sağ ve sosyal demokrasinin temsilcisi olarak, IMF programlarına imza atarken, siyasal İslam'ın yükselişi ve kendilerinin çöküşüne de imza atıyorlardı.
Ne yazık ki kitleler öfkelenirken, sosyalist sol ise bu öfkeyle buluşmanın yollarını arayacağına, stalinist rejimlerin, Doğu Bloku ülkelerinin çöküşünü sosyalizmin çöküşü olarak algıladığından, sosyalizmin en olduğunu keşfetmekle, yani kendi ideolojik krizine yanıt aramakla meşguldü.
İslami hareket ise, bu sorunlarla boğuşmuyor ve Adil Düzen programıyla yoksul emekçi kitlelerle buluşuyordu. Neredeyse Ütopik bir sosyalizm savunusu olarak görülebilecek olan Adil Düzen programı, IMF'ye, işsizliğe, yoksulluğa net bir biçimde karşı çıkıyor ve bu dünyanın, bu düzenin adaletsiz olduğunu ve değiştirilmesi gerektiğini vurguluyordu. Sol o gün bugündür, siyasal İslamı, Kemalistlerin modernliğe ve yaşam tarzına yönelik bir darbe girişimi, bir yobazlık projesi olarak gören yaklaşımından bir türlü kurtulamadı. Böylece sol modern ve özgür bir yaşam tarzına kıskançça sahip çıktığı alana hapsolurken, siyasal İslam yoksul kitleler üzerindeki hegemonyasını daha da artırdı.
11 Eylül ve "medeniyetler çatışması"
Doğu Bloku ve SSCB'nin çökmesi, ABD'nin emperyalist hegemonyasını özellikle Avrupa ülkeleri ve Japonya'ya kolayca benimsetmesi açısından zorluk yaratmaya başlamıştı. "Komünizm" tehdidi, batının ABD'nin koruyucu şemsiyesini kabul etmesini sağlamanın yanında, devasa bir küresel askeri-istihbarat ağının da sorgulanmadan kabul edilmesine yarıyordu. Öyleyse, şimdi yeni bir düşman gerekiyordu ve İran devrimi, çoktandır bu düşmanın karakteri hakkında ipuçlarını veriyordu.
Böylece "Medeniyetler çatışması" tezi sık sık dile getirilmeye başlandı. Bu tez, İslamı bir Ortaçağ hareketi, bir modernleşme düşmanı olarak anlatıyordu. 11 Eylül saldırıları gerçekleştiğinde, ABD'nin zorluklarla karşılaşmaya başlayan emperyalist hegemonyasını yeniden askeri, ekonomik ve politik tüm alanlarda yeniden sağlama almaya yemin ederek iş başına gelen neoconlar, zaten "Medeniyetler Çatışması" tezlerinde, ABD'nin yeni "baş düşmanı"nı bulmuşlardı.
Bush'un 11 Eylül'den hemen sonra, yaşananların medeniyetler çatışması olduğu yönündeki açıklamaları gaf olarak görülmemelidir. ABD, küresel hegemonyasını sorgulayanlara, önce bir düşman yaratarak (bu arada bu düşmanların önemli bir kesimiyle eskiden el sıkıştığını da unutarak), sonra da bu düşmana karşı süper askeri şovlar gerçekleştirerek tüm dünyaya kendi egemenliğinin sorgulanamaz olduğunu kanıtlamak için adımlar atmaya başladı.
Afganistan ve Irak işgalleri ABD'nin siyasal İslam öcüsünü, bu öcünün bazen demokratik olmaması, bazen kadınlara baskı uygulaması, bazen kitle imha silahları üretmesi, ve bazen de daha radikal terör örgütlerini desteklemesi gibi "nedenlerle" yok etme stratejisinin ilk adımları.
ABD'nin en son açıklanan Ulusal Savunma Stratejisi, şimdi hedef tahtasında İran'ın olduğunu, apaçık paragraflarla gösteriyor.
Küresel ideolojik iklimdeki bu kirlenme ve kırılma, siyasal İslamı geriletmek bir yana, bu hareketin çok daha yaygınlaşmasına ve emekçiler nezdinde daha da büyük bir prestij kazanmasına neden oluyor.
Kapitalizmin krizine, ütopik temellerde de olsa, liberaller, sosyal demokratlar ve sosyalistlerden çok daha sahici yanıtlar veren ve sadece bu nedenle kitlelerin hareketi olmayı başarabilen İslami hareketler, şimdi, ABD emperyalizmine ya da son haftalarda olduğu gibi ABD'nin Ortadoğu'da bekçi köpekliğini yapan İsrail saldırganlığına karşı mücadelenin de bayrağını taşıyarak, prestijlerini daha artırmakta, yaygına ve popüler bir anti emperyalist hareket olarak da sivrilmekte.
Sorun, peygamber karikatürü krizinde görüldüğü gibi sadece Ortadoğu ve "nüfusunun %99'u Müslüman" olan ülkelerde değil üstelik Avrupa ülkelerinde, göçmen sorunlarında da benzer bir biçimde yaşanıyor.
Bu yüzden sol, siyasal İslam'ın harekete geçirdiği tabanı yobaz olmakla, emperyalizm işbirlikçisi olmakla suçlayıp, sorunu yaşam tarzı ve modernleşmenin nurlu aydınlanma meselesine indirgemeden önce, bu kitleyi nasıl kazanabileceğini düşünmeli ve zaten siyasal İslam yükselirken çöken Kemalist, aydınlanmacı ve devletçi politik çizgiden tümüyle, radikal bir biçimde kopmalıdır.
Şenol KARAKAŞ