Sosyalist İşçi 259 (16 Eylül 2006)

 

Sayfa 13 :


Parlamento bir ahırdır
Küresel Barış ve Adalet Koalisyonu'nun 5 Eylül'de Düzenlenen Ankara gösterisine katılmak için İstanbul'dan örgütlediği tren yolculuğu sırasında boş durmadık ve AKP'li milletvekillerine cep telefonlarından mesaj yolladık. Büyük beklentilerimiz yoktu, cep telefonu mesajlarıyla AKP'li milletvekillerinin ikna olacağını düşünmüyorduk. Küçük de olsa bir basınç oluşturmak, vekilleri rahatsız etmek, şüphelenmelerini sağlamak, halkın büyük çoğunluğunun Lübnan'a asker gönderme tezkeresine karşı olduğunu bir kez daha göstermek gibi hedeflerimiz vardı.
Bu milletvekillerinden bazıları, beklemediğimiz bir biçimde mesajlarımıza yanıt verdiler, bazıları telefon açıp aradılar. Bir milletvekili, "Sizi kandırmışlar, kim sizi örgütlüyor böyle" dedi. Başka milletvekilleri ise, "hassasiyetinize tümüyle katılıyoruz, ama Lübnan'a barış için gidiyoruz" dediler.
Bir milletvekili ise, tam da Kızılay'daki eylemin ortasında aradı ve "Parlamentoda hava kötü, tezkere geçecek sanırım" diyerek tasasını bizimle paylaştı.

Parlamento havaları
Sonuçta, tezkere, halkın büyük çoğunluğunun "Hayır!" demesine rağmen meclisten geçti. Başka türlü olması, meclisin halkın isteklerine uygun karar alması mümkün müydü? Bu çok istisnai durumlarda mümkün olan bir gelişmedir. Parlamenter sistemin esas sihri de buradadır. Parlamenter demokrasi denilen yönetim biçiminin özelliği, halkın kendisini yönettiği yanılsamasını başarılı bir biçimde yaratmasındadır. Halkın oylarıyla seçilen milletvekilleri bir süreliğine mecliste, oy, önerge vererek, kararlar alarak, halk adına, halktan aldıkları onayla siyasete yön verirler.
Ama parlamenter demokrasilerin tarihi, çok istisnai durumlar dışında, alınan kararların yüzde 99'unun halkın isteklerine aykırı olduğunu, çıkartılan yasaların büyük çoğunluğunun yo veren milyonlarca insanın ekonomik ve siyasi haklarını tırpanlamak üzere gündeme getirildiğini kanıtlar.
Meclis, durmadan bizim aleyhimizde kararlar çıkartırken, bizim meclisi seçtiğimiz ve bu yüzden bizim meclisimiz olduğu yönündeki fikirlerimiz yaşamaya devam eder. 1 Mart'ta olduğu gibi, çok sayıda politik etkenin bir araya gelmesiyle meclisin halkın isteği doğrultusunda karar alması ise parlamentoya güveni bir kez daha pekiştirir.

Halk değil, halk adına
Parlamento, halktan kopuk bir siyasi süreçtir. Halktan aldığı destekle, patronlar adına düzenlemeler yapar. Patronların iktidarının en ucuz ve yumuşatılmış biçimidir ama sonuç olarak patronların iktidarıdır. Bu toplumdaki gerçek güç, sermayenin gücüdür. Sermaye gücünü, yasama, yürütme ve yargıyı ayrı alanlarda örgütleyerek pekiştirir. Milli Güvenlik Konseyi toplantı yapar, başbakan cumhurbaşkanından azar işitir, askerler seçilmişlere fırça atar ve birden ekonomik kriz patlar. Milyonlarca yoksul daha da yoksullaşırken, bazı sermaye grupları aşırı kar elde ederler. Meclis yoksulluğu engelleyemez ama zenginlerin karlarının artmasını garanti altına alır.
Seçilen vekiller ve partiler, sonraki seçimlerde de seçilmek için bir yandan halkın isteklerini ihmal edemezler ama seçilmeleri için başak bir güce, sermayenin gücüne muhtaç olduklarını bildikleri için ve bütün bir milletvekilliği döneminde, sermaye ile çok daha içli dışlı ilişkiler (rüşvet, yolsuzluk, şişen banka hesapları, yüksek konumlarda işe alınan yakınlar) kurdukları için bir milletvekilinin parlamento süreci, halktan kopmak ve sermayeye yakınlaşma sürecidir.
Tersi bir gelişme ise gerçek gücün parlamentoda değil, başka bir yerde olduğunu hemen kanıtlayan bir örnek olarak siyaset sahnesine not düşer. Orhan Doğan, Leyla Zana ve Hatip Dicle gibi DEP milletvekilleri, meclis önünden hem de sivil polislerce gözaltına alınabildiler. Meclis, seçilmiş vekillerini koruyamadı.
Ordu, koşulları uygun gördüğü her seferinde darbe yapıp, seçilmiş vekilleri hapse tıkabilmektedir. Çünkü, ekonomik güce sahip olan sermaye grupları, meclisin artık çıkarlarını korumadığını düşündüğü anda, asker ve polis gibi silahlı güçlerini devreye sokma yeteneğine sahiptir.

Gerçek demokrasi
George Bush, Lübnan'da seçilmiş ve parlamentoda temsil edilen Hizbullah'ın terörist olduğunu iddia edebildi. Meclise türbanlı gelen bir kadın TBMM'den atılabildi. Bunun nedeni, egemenlerin, meclisten daha çok orduya güvenmeleridir. Kapitalizm, ordu gibi, zenginliğe sahip olanlara hizmet etmek için örgütlenmiş silahlı güçleri, yani orduyu temel güvencesi olarak görür. Bazı parlamenter demokrasilerde ordunun seçilmişler karşısında tavır alma güçleri biraz az bazılarında biraz çoktur ama bu silahlı güçlerin sahip olduğu ağırlığı değiştirmez.
Seçenlerin seçilenleri istediği zaman geri çağırma hakkı olmadığı sürece bu işleyiş değişemez. İster rüşvete bulandığını, ister halkın dışında başka güçleri temsil ettiğini, isterse görevini kötüye kullandığını düşünelim, seçtiğimiz bir vekili, ondan şüphelendiğimiz anda geri çağıramıyorsak, demokratik mekanizmaların halkın büyük çoğunluğu lehine işlemesi olanaksızdır.
Seçilenler, bu görevi bir meslek ve ayrıcalık olarak gördüğü sürece, parlamentonun kokusunun ağırlaşması kaçınılmazdır. Milletvekilleri, ortalama işçi ücreti dışında ücret alamamalıdır. Ve vekillik, bir ayrıcalık olmaktan çıkartılmalıdır. Bu toplumsal garanti, vekillerin, ayrıcalıklarını korumak için girecekleri pis ilişkileri tümüyle sınırlayacaktır.
Küçük bir egemen azınlığın sınıf çıkarlarını kollamak için örgütlenen, düzenli ordular var olduğu sürece, demokratik mekanizmaların pürüzsüz ve korkusuz işlemesi olanaksızdır. Düzenli ordu yerine, halkın kendi güvenliğini kendisinin sağladığı doğrudan demokrasiye bağlı güvenlik mekanizmalarına ihtiyacımız var.
Seçimler, garip adaylık süreçlerinin değil, çalışan insanların işyerlerinin seçim mekanizmaları üzerinde yükselmelidir. Bir işyeri, o işyerinin olduğu bölge, o bölgenin olduğu şehir ve o işkolunun ulusal bütün kolları seçimlerin temeli olmadıkça, benzer bir siyasal gelişme okullarda da yaratılamadıkça, demokrasinin hayal olarak kalması kaçınılmazdır.
Kuşkusuz bütün bu adımlar, burjuva toplumun içinde atılamaz. Bu adımların atılması için önce sermaye sınıfının siyasal ve toplumsal gücünün sona ermesi gerekir.
Bu zaman kadar bir yandan parlamentoların ahır gibi koktuğunu, kokmak zorunda olacağını bileceğiz bir yandan da bu parlamentolara haklarımızı koruması için basınç yapmaya devam edeceğiz.
Rıfat SOLMAZ


Bence başka bir dünyada…
Zayıflama diyetlerine, haplarına, jellerine ve zayıflama merkezlerine daha az ihtiyaç olacak. Bugün çalışma koşullarından kaynaklı fazla kilo sorunu yaşayan pek çok insan var. Örneğin hizmet sektöründe büro içi işlerde sürekli oturarak çalışan milyonlarca insan aldığı kaloriyi yakma fırsatı bulamıyor.
Pek çok işkolunda yemek molaları çok kısa. Sırf bu yüzden pek çoğumuz fast food denilen sağlıksız yiyecekleri çok hızlı tüketiyoruz. Bu nedenle biriken yağları eritmek için spor yapmak gerekiyor. Ama çoğumuzun buna zamanı yok. Zaten spor yapılabilecek alanlar da sınırlı. Onbinlerce otomobilin vızır vızır işlediği caddelerde koşu yapmak her babayiğidin harcı değil.
Spor salonları var ama hepimizin parasal gücü buralara gitmeye elvermiyor. Üstelik öyle ağır iş tempolarıyla çalışıyoruz ki zaten spor yapacak enerjimiz kalmıyor. Bir tekstil fabrikasında sabah 07:00'den gece 23:00'e kadar çalışmış bir kadın işçi ne zaman ve hangi enerjiyle spor yapsın? Diyelim kafasına koydu, illaki yapacak. Çalışma dışındaki hangi saatte tacize uğramadan sokakta spor yapabilir?
Fazla kiloların kalp, tansiyon gibi çeşitli hastalıklara yol açtığı doğru. Ama günümüz toplumu bir takım ölçütler belirleyip idealleştirdiği bedenler dışındaki insan bedenlerini 'güzel' saymıyor. Mankenler, film yıldızları, modeller hep bu ölçütlere uygunlar arasından seçiliyor. Gözümüzün önünden sürekli 'çok güzel kızlar' ve 'acayip yakışıklı gençler' süzülüyor. Biz de önce onları seyredip sonra aynanın karşısına geçiyor ve göbekli, 'iğrenç' bedenlerimize hayıflanıyoruz. Sonrası mı? Paran varsa gelsin diyetler, haplar, zayıflama jelleri, pahalı spor aletleri…
Üstelik zayıflama ihtiyacını da büyük bir kâr kapısı haline getirdi. Her yıl milyarlarca dolar bu sektöre harcanıyor. Bunun da büyük bölümü sağlığını yeniden kazanmaya değil 'güzelliğini kazanmaya' harcanıyor. Yani hem zorla şişmanlatılıyoruz, hem ideal ölçülere inandırılıyoruz, hem de sonra bunlara uyabilmek için, üzerine para verip zayıflatılıyoruz.
Bence sosyalist toplumda insanoğlu bütün bölünmüşlüğünün yanına bir de güzel-çirkin ayrımının konulmasına izin vermeyecek. Ben de 36 yıl sonra belirmeye başlayan göbeğim yüzünden aynalardan korkmayacağım.
Cengiz ALĞAN