Sosyalist İşçi 262 (28 Ekim 2006)

 

Sayfa 6-7: Orta Sayfa

Milliyetçiler ve
vatan hainleri
Bir ülke düşünün ki, vatandaşlarından biri dünyanın en önemli edebiyat ödülünü kazansın. Kafası biraz çalıştığı ve dünyadan biraz haberdar olduğu için, bu vatandaş o ülkenin sınırları dışında yaşayan tüm insanlığın bildiği, belgelediği, anladığı ve kabul ettiği bir gerçeği çok doğal olarak ve ülke "aydın"larının çok düşkün olduğu "aydın sorumluluğu" uyarınca ifade etmiş olsun. Ve bu yazar herkesin bildiğini basitçe dile getirmiş olduğu için, kimse "Yaşasın, UEFA Kupası'ndan sonra bunu da kazandık!" diye sevinmesi mi gerektiğini, "Allah kahretsin, yurtdışındakiler yine bizi kazıkladı" diye hayıflanması mı gerektiğini bilemesin! Türkiye işte böyle bir ülke.
Memlekette, kendi küçük, keskin ve "en devrimci" örgütünün devrim yapmak üzere olduğunu düşünen az sayıda keskin devrimci dışında, solda duran hemen herkes, şu veya bu ölçüde, "Sol kalmadı, sol yok, sol kriz içinde; her şeyi yeniden gözden geçirmek, yenilenmek, uzun uzun düşünmek gerek" diye düşünüyor. Oysa, uzun boylu üşünülmesi gereken bir muamma, esrarengiz bir sorun yok. Aşılması çok zor, ama anlaşılması zor olmayan bir sorun var. Egemen ideoloji, her türlü sorununa karşı Kemalizmi ve milliyetçiliği ön plana sürerken, solun hemen hemen tümü Kemalizmi ve milliyetçiliği az veya çok oranda kabul ediyor, içselleştiriyor, kendi söylem ve dünya görüşüne dahil ediyor. Ve dolayısıyla sahaya baştan yenik çıkıyor. İdeolojik mücade-leye bir eli bağlı olarak giriyor.
Pamuk'un bahtsızlığı
Bu durum, çok çeşitli vesilelerle ortaya çıkıyor.
Özelleştirme mi? Direniş, emek-sermaye çelişkisi ekseninde değil, "ülkenin yabancılara peşkeş çekilmesi" ekseninde yürütülüyor.
Kürt sorunu mu? Misak-ı milli sınırları içinde çözüm aranıyor, Kürtlere akıl ve-riliyor, devletin dilinden ayırd edilmesi zor olan bir dil kullanılıyor.
Ortadoğu'da olanlar mı? Emperyalizmin dünya çapında uyguladığı strateji ve planlar değil, Büyük Ortadoğu Projesi ve bunun içinde Türkiye'nin yeri tartışılıyor. Dünyanın merkezi Türkiye'ymiş gibi.
Anti-emperyalizm mi? Emperyalizm kapitalizm'den ayrı bir şeymiş gibi, bir dünya sistemine karşı uluslararası bir mücadele değil, Amerika Devleti'ne karşı Türkiye Devleti'nin mücadelesi akla geliyor. Ve elbet bu mücadelede Türkiye Devleti'nden yana olmak gerekiyor.
Çok çeşitli vesilelerle ortaya çıkıyor; Orhan Pamuk ödül alınca tüm berraklığıyla yine çıktı.
Orhan Pamuk'un ödülü alması ile Fransa parlamentosunda Ermeni soykırımı oylamasının tesadüfen aynı güne denk düşmesi Pamuk açısından bahtsızlık oldu. Ama olumlu tepkilerin bile kökünde ne kadar milliyetçi olduğunu gözler önüne sermesi açısından şanslı bir tesadüf.
Nobel ve milliyetçilik
En dürüst tepkiyi "şair" Özdemir İnce, "romancı" Alev Alatlı ve MHP milletvekilleri gösterdi: "Satılmış vatan haini Orhan Pamuk vatanını satmanın karşılığını aldı, görüldüğü yerde ezilmelidir" şeklinde özetlenebilecek olan, ikirciksiz, kuşkuya mahal bırakmayan, laf kalabalığı yapmayan bir tepki.
İkincisi, en iyi şekliyle Hürriyet'te Fatih Altaylı'nın ifade ettiği, "Sevinsem mi, üzülsem mi, bilemiyorum" tepkisi. Yani "Satılmış vatan haini Orhan Pamuk vatanını satmanın karşılığını aldı, görüldüğü yerde ezilmelidir" ama, işte yine gördük ki söz konusu Türk kötü bir Türk bile olsa "Bir Türk dünyaya bedeldir". Biraz karışık, biraz acılı bir tepki, ama dürüst olma çabasından tümüyle uzak da değil.
Kriz içinde olduğu düşünülen solu da kapsayan en yaygın tepki ise, bir Türk'ün ödülü kazanmış olmasından gurur duymak, Türk edebiyatı ve Türk dili adına sevinmek. Bu, kanımca, en itici, en muğlak tepki. Birincisi, Orhan Pamuk ödülü Türk olduğu için kazanmadı, Orhan Pamuk olduğu için, roman yazmayı becerebildiği için kazandı. İkincisi, ödül Türk edebiyatına veya Türk diline verilmedi, Orhan Pamuk'un romanlarına verildi. Bir Türk'ün yaptıklarından bütün Türklerin sorumlu olduğunu düşünmek dünyaya milli gözlüklerle bakmak demektir. Fenerbahçe yabancı bir takımla oynarken, spikerlerin sandığı gibi "biz" oynamıyoruz, on bir tane futbolcu oynuyor; ödülü "biz" almadık, Pamuk aldı. "Biz" aldık zannedenler, Fatih Altaylı'dan farklı düşünmüyor, bir romancının başarısından Türklük adına bir paye çıkarmaya çalışıyor.
Perhiz ve lahana
Sola özgü tepkilerden biri de, Nobel'in zaten kötü bir ödül olduğunu, Nobel ailesinin bu ödülü yaratmasını sağlayan parayı dinamitten, silah ticaretinden kazandığını anlatmak. Ve bu temelden yola çıkarak, Pamuk'un ödülü reddetmesi gerektiğini savunmak. Niye reddedecekmiş? Çünkü Sartre gibi büyük yazarlar reddetmişler ve böylece siyasi bir tavır sergilemişler. TKP ve benzerlerinin gözden kaçırdığı bir şey var anlaşılan. Pamuk zaten tam da siyasi bir tavır sergilediği içindir ki saldırı altında kaldı ve kalıyor. Üstelik kimin saldırısı altında kalıyor: TKP'nin! Şöyle yazıyor TKP: "Yazarımız susmuyor ve devam ediyor: 'Burada 30 bin Kürdü öldürdüler. Ve bir milyon Ermeni'... Türkiye insanına olan kinini kustuğu röportajında bu ifadelere yer veren Pamuk, halk düşmanlığı konusunda Belge ile yarışıyor... Pamuk, uygarlığın değil, yozlaşmanın, çürümenin, ufalmanın, zavallılığın yazarı olarak kendisine alan açıyor". Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu! Hem Pamuk'un siyasi bir tavırla Nobeli reddetmesini istiyor zavallı TKP, hem de siyasi bir tavır gösterip bu memlekette Kürt ve Ermeni gerçekliği hakkında söz söylediğinde ver yansın ediyor!

Siyasi bir ödül
Solun onulmaz milliyetçiliğinin bir örneği de Halkevleri'nden: "Orhan Pamuk'a Nobel Edebiyat Ödülü verilmesi ise buruk bir tat bırakıyor solcuların ağzında. Nobel Ödülü'nü verenlerin sicillerinde bir takım siyasal amaçlarla davranıyor olmaları, Pamuk'un davranış ve açıklamalarında bir takım pazarlama taktiklerinin olduğu kuşkusu, tadın buruk yönü. Ama bu toplumun kültürünü geliştirmesi ve diline sağladığı katkı bakımından (Nobel bile olsa) ödüllendirilmesi değerli". Bu, TKP'ninkinden bile daha güzel bir saçmalık örneği! Evet, tüm ödüller gibi, Nobel de kökünde siyasidir, ödülü verenler siyasal amaçlarla davranır. İyi de, Halkevleri neden şikâyet ediyor? Edebiyat Nobel'i geçen sene İngiltere'de Tony Blair hükümetine ve Irak savaşına acımasızca muhalefet eden, İrlandalıların, Kürtlerin ve diğer ezilen azınlıkların haklarını ödünsüzce savunan Harold Pinter'a verildi. Bu sene, Türkiye'de Kürt ve Ermeni sorunlarına cesurca işaret eden ve taraf olan Pamuk'a verildi. Nobel Barış ödülü Hindistanda yoksullara ucuz kredi verilmesini sağlayan ve yaşamlarının biraz daha az zor olmasını amaçlayan bir kişiye verildi. Bu durumda, Nobel'in siyasi nedenlerle verilmesinden ancak sağcılar şikâyetçi olabilir! Solcuların, en azından son iki senedir, Nobel komitesinin siyasetlerini alkışlıyor olması gerekir. Demek ki, Halkevleri'nin şikâyeti Nobel'in siyasi olması değil, Kürt ve Ermeni sorunlarını dünyanın gündemine getirmiş olması. Aynen TKP gibi. Aynen tüm diğer Türk milliyetçileri gibi.
Sakıncasız bir kriz
Solun krizi muamma değil. Milliyetçilikten kurtulamayan, bayrakla, Mustafa Kemal rozetleriyle, Türk olma gururuyla ilişkisini kesmeyen bir sol, laik cumhuriyeti (yani Türkiye Devleti'ni) halkın taleplerinin önüne koyan bir sol, Genelkurmayın ve MGK'nın iki büyük korkusunu ('bölücülük' ve 'irtica') paylaşan bir sol kriz içindedir, kriz içinde kalacaktır ve zaten kriz içinde olmasında bir sakınca yoktur. Ne kendine bir faydası vardır çünkü, ne başkasına.
Roni MARGULİES



Orhan Pamuk ve taraf tutmak

Tam on yıl önce, dergi editörünün Orhan Pamuk'u eleştiren bir yazısına cevaben Edebiyat ve Eleştiri dergisinin Eylül-Ekim 1996 sayısına aşağıdaki yazıyı göndermiştim.
İlginçtir, bu yazışma sanki geçen hafta gerçekleşmiş gibi. Hem Pamuk'a yöneltilen eleştiriler hâlâ aynı, hem o gün verdiğim cevabı bugün de vermek gerekiyor. O zaman da Pamuk 'Der Spiegel' dergisinde Kürt sorununa değinmiş ve tüm milliyetçilerin saldırısı altında kalmıştı, bugün de aynı saldırı sürüyor. O zaman da "vatan haini" suçlamasına maruz kalmıştı, bugün de öyle. O zaman da tüm milliyetçilere karşı Pamuk'tan yana taraf olmak gerekiyordu, bugün de.

Orhan Pamuk ile ilgili yazını üzüntüyle okudum. Yazıyı görünce, beğenmediğim romanları niye beğenmediğimi anlamama yardımcı olacak bir edebiyat eleştirisi okuyacağımı umdum. Oysa neler öğrendim yazından? Orhan Pamuk'un "kalın çerçeveli gözlükleri, kentsel beslenmeden çıkmış, narin uzun gövdesi" olduğunu, "odasının kuytu köşelerinde yalnızlık ve umutsuzluk içinde kıvrandığını", "örgütsel faaliyetlere katılmamış, evde entelektüel bir "dahi" olarak faaliyet göstermiş" olduğunu, "yazarlığı tercih etmeseydi rahatlıkla bir Engin Civan veya Bülent Şemiler olabileceğini" ve en önemlisi "iyi aile çocuğu" olduğunu (en önemlisi diyorum, çünkü bunu tam dört kez belirtmişsin) öğrendim.
Bunlara ek olarak, Orhan Pamuk'un dili ile ilgili bir sorun olduğunu düşündüğünü tahmin ettim. Ancak tahmin edebildim ama, çünkü bunu tartışmak yerine "muhteşem bir dil" ifadesini tırnak içine alıp italik olarak yazmışsın. Orhan Pamuk'un eğitim düzeyinden kuşku duyduğunu da tahmin ettim, çünkü "Orhan Pamuk Osmanlı edebiyatını anlayıp ondan zevk alabilecek kadar bir eğitimden geçmiş midir?" demişsin. Ama dilinin niye sorunlu olduğunu anlatmadığın gibi, niye Osmanlı edebiyatını anlamadığını düşündüğünü göstermeye de zahmet etmemişsin. "Dahi" kelimesini de tırnak içinde ve italik olarak yazdığına göre, dahi olmak şöyle dursun, Orhan Pamuk'un iyi bir romancı bile olmadığını düşündüğün tahmin edilebilir. Ama ancak tahmin edilebilir, çünkü yazında Orhan Pamuk'un romanları hakkında tek bir kapsamlı çözümleme yok.
Sonuna kadar politik
Oysa Orhan Pamuk'un romanlarının kalın gözlüklü iyi bir aile çocuğunun umutsuzluğundan öte bir anlamı olduğunun, "hiçbir şey söylemeyen zararsız bir içeriğin oluşturduğu kalın ciltler"den ibaret olmadıklarının ipuçları bizzat senin yazında var.
Birincisi, bir dipnotuna Pamuk'un Yeni Hayat'ının "sonuna kadar politik" olduğu ve "daha uzun, daha kalıcı, daha derin" şekilde toplumu değiştirmek istediği iddialarını almışsın. Bu iddialara katılmıyor olabilirsin, ama tartışman gerekmez mi? Böylesi iddiaları olan bir romancının "hiçbir şey söylemeyen kalın ciltler" yazdığını söyleyip geçmek biraz cılız kalmıyor mu?
İkincisi, Pamuk'un Osmanlı'dan Cumhuriyete geçiş, Doğu-Batı sorunsalı, Türkiye'nin Doğu ile Batı arasındaki kültürel konumu gibi temalarla ilgilendiği kuşkusuz ve senin yazında da bu belirtiliyor. Bu tema seni veya beni ilgilendirebilir veye ilgilendirmeyebilir. Ancak, Türkiye açısından bunun temel ve meşru bir tartışma konusu ve ilgi alanı olduğu bence çok açık. Dolayısıyla, Pamuk'un Osmanlı edebiyatını anlama yeteneğine gölge düşürüp tercümanının doktora tezinden dem vurmak yerine, ya bu temayı irdelemenin niye yanlış olduğunu ya da Pamuk'un bu temayı gereğince irdelemediğini göstermek daha anlamlı olmaz mıydı?
Saflar çizildiğinde
Son olarak, bir de Pamuk'un Der Spiegel dergisinde Kürt sorunu hakkında yazdığı yazı ve Özgür Ülke gazetesini desteklemek için bu gazeteyi İstiklal Caddesi'nde satması meselesi var. Bir ülkede nüfusun yüzde 10 ile yüzde 20 arasında bir oranını oluşturan bir ulusal azınlık o ülkenin orduları tarafından imha edilmeye çalışılıyorsa ve o ülkenin aydınlarının ezici çoğunluğu ya sesiz kalıyor ya da devletten yana tavır alıyorsa, bize düşen (yani ulusların kendi kaderlerini tayin etme hakkına inananlara düşen) Orhan Pamuk'u bağrımıza basmaktır. Para için yapmış, kitapları daha çok satsın diye yapmış, ben psikolog değilim, bilemem. Şunu biliyorum ama, reklam olsun diye yapılacak çok daha kolay, çok daha az tehlikeli şeyler var. Niye bunu seçmiş acaba? Dedim ya, bilemem, ama bunu seçtiği ölçüde ben onu desteklerim.
Der Spiegel dergisindeki yazı çıktığında egemen sınıfın sözcüleri "Pamuk reklam yapıyor" demedi-ler, "vatan haini" dediler. Türkiye devletinin sözcüleri ile "vatan haini" olarak damgalananlar arasında saflar çizildiğinde ben hangi saflarda olduğumu (psikolojik çözümlemeler yapmaya hiç gerek duymadan) biliyorum. Bu nedenle, curcuna koptuğunda önce Pamuk'u telefonla arayıp destek verdim, kendisini yalnız hissetmemesini sağlamaya çalıştım; arkasından Sosyalist İşçi dergisinde "Orhan Pamuk Başımızın Tacıdır" başlıklı bir yazı yazdım. Senin de kime karşı kimin yanında saf tutmak gerektiğini bileceğini umardım.



Tarih Kırımı
"Tarihi hurafelerle açıkladılar, biz hurafeleri tarihle açıklayacağız."
K. H. Marx

Fransız Parlamentosu'nda "Ermeni soykırımı" konusu görüşülürken, Türkiye'de geliştirilen bazı itirazlardaki tuhaflık, üstünde durmayı gerektiriyor. Aradan belli bir zaman geçince, belki konuya daha soğukkanlı bakmak mümkün olabilir. Eksik bilgiye dayalı, yanlış bir zeminden yapılan itirazların kimseye pek bir faydası olmuyor. Hiç şüphesiz söz konusu yasanın geçmesi, başta Fransa ve Türkiye olmak üzere milliyetçi histeriyi tetiklemekten başka bir işe yaramıyor. Milliyetçilik mi insanı aptallaştırı-yor, aptallar mı milliyetçi oluyor bilemiyorum, ama bu bulaşıcı hastalığa karşı, Fransa'dan Türkiye'ye, her yerde mücadeleyi yükseltmek öncelikli görevimiz olmalıdır.
Hatırlarsanız Başbakan Erdoğan'ın "Fransa kendine baksın, tarihine baksın, Cezayir'e baksın" gibisinden çıkışlarıyla doruk noktasına varan itiraza biraz yakından bakmak gerekiyor.
Bu cümleden ne anlamak lazım? Çeşitli ihtimaller var:
1. Fransa kendisiyle yüzleşemiyor.
2. Senin benden farkın yok.
3. Sen benden de betersin.
4. Hiçbiri.
Ne anlarsak anlayalım, bu tür cümleler sarfederken, olgusal bir bilgiye dayanmamız gerekmiyor mu?

CEZAYİR MESELESİ
Konu Başbakanla da sınırlı değil. Geçenlerde Mehmet Ali Aybar sempozyumunda da bir izleyici, "Demokrasi havarisi kesilen Ba-tı'nın hiç mi tabusu yok?" diye soranca, orada da, "Evet, Fransa, Cezayir meselesiyle yüzleşemiyor" dendi.
Başbakanın oğlu ABD'de okuduğu için bilmeyebilir, çevresi de belki kendisini bilgilendirmemiş olabilir, ama böylesi önemli bir konuda resmi bir itirazda bulunurken biraz kitap karıştırmak gerekmez mi?
Biz de öyle yapalım. Fransa'da devlet liselerinde okutulan tarih kitabına baktığımızda, karşımıza hemen, Fransa'nın Cezayir'de yaptığı baskı ve katliamlarla ilgili fotoğraflarla ve mağdur tanıkhklanyla zenginleştirilmiş çok güzel bir eleştirel değerlendirme çıkıyor. (Bak. Ortaokul 3. sınıflar için yazılmış Histoire, Geographie, Collection Martin Luernel, Hatier, 2004, s. 140).
Orta öğrenim öğrencileri için o kadar ilginç bir kitap hazırlanmış ki diyelim, devrimler tarihini anlatırken, Lenin, Troçki, Rosa Luxemburg, Spartakistler üstüne detaylı bilgiler ve Stalin'in başta Troçki olmak üzere muhaliflerini nasıl fotoğraflardan bile sildirdiğine değin ilginç görsel malzeme ile sunulmuş bu kitapta, ele alınan temalara bakarken, kendi ülkemde okutulan tarih kitapları aklıma geliyor ve doğrusu çok hayıflanıyorum. Ne diyelim, darısı bizim de başımıza.

NE ZAMAN?
İlk ve ortaöğrenimde tarihten soğutulan, ilkel tarih kitaplarıyla bilgilenme hakkından mahrum edilen ülkemizin gençleri, ne zaman çağdaş bir eğitimin karşılığı olan ders kitaplarına kavuşacak, doğrusu merak ediyorum.
Kendi tarihimiz konusunda bilgilenme hakkımızın elimizden alındığı bir gerçekken, başkaları ne yaparsa yapsın, biz ne zaman tarihimize kavuşabileceğiz, bilemiyorum?
Bizim ülkemizin siyasetçileri, köşe yazarları, başbakanları bir konuda kanaat beyan ederken, ne zaman basma kalıp lafların dışına çıkıp gerçekte ne olduğuna dair bilgilenme ihtiyacı ve merakı duyacaklar? Şimdi değilse, soruyorum, ne zaman?


Ufuk Uras
(*) İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi
Aynı zamanda ÖDP eski Genel Başkanı olan Ufuk Uras’ın bu yazısı daha önce Birgün gazetesinin Forum bölümünde yayınlandı.