Sosyalist İşçi 264 (2 Aralık 2006)
Steril dünyalar ve politik İslam
Türkiye'de sol, siyasal İslam'a en iyi ihtimalle şüpheyle yaklaşıyor. Şüphe duyuyor, siyasal İslam'ı sürekli sorguluyor ve esas olarak ilişkilenmemesi gereken bir siyasi odak olarak yargısını veriyor. Siyasal İslam'dan uzak durmak gerek!
Devrimci Sosyalist İşçi Partisi, DSİP, 9 Temmuz'da Saadet Partisi'nin İstanbul'da düzenlediği mitinge destek verdi. Destek mesajı kürsüden okundu. Mitingin konusu, İsrail'in plajları bombalayarak onlarca sivili öldürmesini kınamaktı. DSİP'in destek mesajı da ABD-İsrail işbirliğinin ürünü olan savaş politikalarının yarattığı tahribata karşı, birlikte mücadele etmenin önemini vurguluyordu.
Bu durumda, şüpheci arkadaşlar, DSİP'in şeriatçı harekete destek verdiğini düşünerek kendi aralarında şüphe ve alay dolu sohbetler yaşamışlardır. Resmi bir eleştiri almadık ama kulaklarımız çokça çınladı.
Şüphe, şüphe, şüphe
Siyasal İslam'dan şüphelenıl mesinin gerekçesi anlaşılır değil. Şüphe, ne olduğu pek anlaşılmayan şeye karşı beslenen, bilimsel bir duygudur. İslamcı hareketle çeşitli konularda birlikte çalışmak için bu yoğun devrimci şüpheci ruh halinden sıyrılmak gerekiyor. Çünkü siyasal İslam'la işbirliği yapmak bir zorunluluk. Daha da önemlisi, zaman zaman siyasal İslamcılarla aynı toplantıda yer almaktan bile uzak duran solcular, farkında olmadan, siyasal İslam'la aynı cephede yer alıyor. İsrail Lübnan'ı yerle bir ederken, buna karşı çıkan, Lübnan halkının direnişine destek sloganlarını haykıranlar, Lübnan'da direnen güçlerin en başında Hizbullah'ın geldiğini ya bilmiyorlar ya da her hangi bir tartışmaya girmemek için bilmezden geliyorlar.
Ama bu sefer de bizim kafamızda şüpheler beliriyor. Filistin'de camiden çıkan ve İsrail terörüne karşı vücutlarını siper eden kadınlar savunulur-ken, neden, Türkiye'de üniversite kapılarında direnen, türban taktığı için okullara alınmayan kadınlar savunulmaz? Destek için illa ki polisin kurşun sıkması mı gerekiyor?
Filistin'de öldürülen kadınlarla, türban taktığı için okullara alınmayanlar arasında büyük bir fark olduğu söylenebilir. Bu önemli ölçüde doğru. Ama bir yanıyla eksik. Sosyalist İşçi'nin 259. sayısında yayınlanan Anindya Bhattacharyya imzalı yazının çok başarıyla anlattığı gibi, emperyalizm yeni düşmanını buldu: "İslamifaşizm".
28 Şubat'ta gerçekleşen askeri darbe, Bush gibilerden daha aklıevvel davranarak, Türkiye'de devletin yeni düşmanını çok önceden tariflemişti: siyasal İslam ve türban.
Siyasal İslam korkusu?
Papa'dan İngiltere başbakanına, Fransa'da merkez sağ v soldaki partilerden Almanya'da başbakan Merkel'in partisine, Belçika'dan Rusya'ya kadar, batıda İslam düşmanlığı yaygınlaşıyor. "Bugün dini nedenli şiddet bütünüyle Müslümanlardan gelmektedir" diyen Alman başbakanının partisi, Danimarka'da karikatür krizi olarak adlandırılan yaklaşımı birebir benimsemiş durumda. Kötülüklerin kaynağı siyasal İslam'dır.
Merkez ülkelerin yöneticileri-nin, Bush'un izinden gitmesini anlamak kolay. Onların yeni bir tehdit tanımına ihtiyacı var. Zor olan, Türkiye'de solun, şiddetli bir İslam fobisi içinde olmasına anlam vermek.
Son dönemlerde yapılan tüm anketler, halkın çoğunluğunun temel sorun olarak laikliğin elden gitmesi tehdidini değil, işsizlik ve yoksulluğu gördüğünü kanıtlıyor. CHP'den İşçi Partisi'ne "solun" bir türü, yapay bir gündem olan, "şeriat tehdidi" üzerinden politika yapıyor.
Bu iki partinin dışında kalan radikal sol içinde de şeriat korkusu önemli bir yer tutuyor. Korkuyorlar, çünkü ortada gerçekten de bir şeriat tehdidi olduğunu düşünüyorlar. Korkuyorlar, çünkü siyasal İslam'ın yükseliş nedeni, anlaşılmış değil.
Dini söylem değil, adalet çağrısı
Siyasal İslam birdenbire gelişmedi. Kitlesel gücüne bir anda ulaşmadı. İslamcı hareketlerin gelişmesi 1970'lerde başlayan bir sürecin ürünü. Arap milliyetçiliğinin önce yenilmesi, ardından çözülmesi, İran devriminin yarattığı moral üstünlük, İran'ın ABD'nin tüm entrikalarına rağmen ABD ordusunu kovalaması, yeni liberal politikaları uygulayan Müslüman nüfusun yoğun olduğu ülkelerde İslamcı hareketlerin ekmek ayaklanmalarına katılmaları, bu isyanlara önderlik etmeleri siyasal İslam'ın yükselmesinin önemli nedenleri arasında.
Bu nedenlere solun çözülüşünü eklemek gerekiyor. 1970'lerle 1990'lı yılların ortalarına kadar geçen dönemde, küresel sermaye ekonomik ve askeri olarak dünyanın dört bir yanında at koşturdu. IMF politikaları olarak bilinen yeni liberal uygulamalar küresel bir sosyal çöküntü yaratırken, sol, bütün versiyonlarıyla kendi kriziyle uğraşmak zorunda kaldı.
SSCB ve Doğu Bloku ülkelerinin çökmesi, solun krizini benzersiz bir biçimde derinleştirdi. Stalinizmi sosyalizm olarak gören radikal sol, stalinist rejimlerin çökmesiyle enkazın altında kaldı. Sosyal demokrasi ise, egemen sınıfların düzenleme örgütü, yeni liberal politikaların uygulama komitesi haline geldi. Kapitalizm, küresel ölçekte büyük dönemsel sarsıntılar yaşadığında, çözümü emekçilere ve yoksullara daha fazla saldırıda gördükçe, sosyal demokrasi de bu saldırı politikalarının uygulayıcısı oldu. İngiltere'de İşçi Partisi, Türki-ye'de 5 Nisan ekonomik saldırı kararlarının altına imza atan Murat Karayalçın akılda kalan iki örnek. SSCB'nin çöküşü radi-kal solu fiziksel ve ideolojik olarak dağıtırken, kapitalizmin krizi de hem sosyal demokrasiyi hem de merkez sağ partileri ve geleneksel yönetici bürokratik aygıtları krize itti.
Siyasal İslam, bu krizin içinde, dini çağrılarla değil, adalet çağrılarıyla, adil düzen talepleriyle, işsizliğe ve yoksulluğa karşı taleplerle atak yaptı. Türkiye'de sadece kırsal bölgelerde değil, büyük şehirlerde önce belediyelerde ardından da genel seçimlerde 1994-1995 yıllarında yaptığı siyasal patlamanın nedeni insanların yoksulluk ve yolsuzluklara karşı di-renme ve değişim hislerine tercüman olmayı başarmasıdır. Bu, siyasal İslam'ın, işçiler üzerinde de hegemonya kurmaya başladığının bir göstergesidir.
Bu gelişmelerden, kafaları kuma gömerek, insanların bir gün, ansızın, laik duygularla harekete geçeceğini ve her nedense laikliğin teminatı olarak da solu keşfedeceğini bekleyerek kaçmak mümkün değildi, hala da değil.
Antiemperyalist bir çağrı
Kesinlikle bütünlüklü bir siyasal yapı oluşturmayan İslami hareket, emperyalizmin medeniyetler çatışması tezinin muhatabı da olduğu için, küresel askeri saldırganlığın mağduru oldu. "İslamcı teröristler"den, "islamifaşizme" atlamak Bush açısından hiç de zor olmadı. 11 Eylül ABD'nin savaş propagandasına bulunmaz bir fırsat sundu.
Ve ABD önce Afganistan'a, ardından da Irak'a saldırdı. İsrail aralıksız bir biçimde Filistin'e saldırmaya devam etti, geçtiğimiz yaz aylarında Lübnan'ı yakıp yıktı. Bu ülkelerde, emperyalizme karşı direnişin önderliğini İslami hareketler yapıyor.
Sadece Ortadoğu'da değil, Danimarka'da patlayan karikatür krizi sırasında görüldüğü gibi, neredeyse Amerika kıtası dışında, bütün kıtalarda İslamcı hareketlerin önderliğinde devasa kitlesel ve radikal gösteriler gerçekleşti. Avrupa'nın göbeğinde Müslüman örgütler, kitlesel eylemler düzenlediler.
Bu eylemler, Müslümanlığın, hem emperyalist politikalara karşı bir direniş bayrağı olarak hem de "öteki" olmaya, dışlanmaya karşı birleştiren bir politik odak olarak kitlesel bir güce sahip olduğunu gösteriyor. Sadece bu iki önemli özelliği göstermekle kalmadı karikatür krizi, aynı zamanda, yeni ve yoksul bir emekçi kuşağın, batının göbeğinde de Müslümanlık motifinin birleştiriciliğinde şekillenmeye başladığını da açığa çıkardı.
Bu durumda isteyenler kafalarını kuma gömebilirler. Siyasal İslam'la çeşitli konularda yan yana gelmek yerine, steril bir sosyalist odak oluşturmaya çalışabilirler.
Gerçek sosyalistler ise steril yaşamlar süremezler. Antiemperyalizmin bayrağı siyasal İslam'ın elindeyse, o bayrağı geri almak gerekir. Yoksulluğa karşı mücadelede siyasal İslam yerine solun cazibe merkezi olması gerekir. İşçi sınıfı ve yoksullar üzerinde siyasal İslami bir hegemonya varsa, o hegemonyayı kırmak gerekir. Çünkü, bu ütopik siyasi harekettir. Kapitalizmin bazı sonuçlarına karşı ses çıkaran ama kapitalizmin kendisini asla eleştirmeyen bir harekettir.
Kapitalizmin temel eleştirisini yapan sosyalistler, işçi sınıfını, yoksulları, antiemperyalist mücadelenin liderliğini, demokrasi mücadelesinin sınırsız gelişmesi mücadelesini kazanmak zorundalar. Kitleler, kafalarımız kumda şüphe içinde nefes bile alamadan duraklamışken, bırakalım demok-rasinin bayrağını, bayrağın sopası bile elimizde değilken, birdenbire saflarımıza akın etmeyecekler.
Değişim isteğinin sözcüsü olmanın, değişim umudunu bu umudu asla gerçekleştiremeyecek hareketleri destekleyerek arayan kitlelerle bağ kurmanın yolu, kendine güvenerek, türban sorununda, savaşa karşı, IMF politikalarına ve sosyal hak kayıplarına karşı birlikte mücadele etmektir.
Birlikte mücadele, kitlesel tartışmalar kapı açar. Bu kapıdan girmeden kitleler siyasal İslam'ın saflarından solun saflarına geçmeyecek.
Şenol KARAKAŞ