Sosyalist İşçi 265 (16 Aralık 2006)
BAŞYAZI
Askere susmak düşer
Genelkurmay Başkanı "Ben de diyorum ki, resmi görüşümüz alınmadı" demiş. "Alınsaydı cevabınız ne olurdu?" sorusuna da "Hükümetin yaptığının tam tersi olurdu" cevabını vermiş. Ardından da "Elbette bu, hükümetin kararı. Siz sordunuz, biz de sadece Türk Silahlı Kuvvetleri'nin görüşünü bildiriyoruz. Türkiye'yi yöneten kişi ben değilim. Devletin politikasını ben tayin etmiyorum. Ben sadece Silahlı Kuvvetler'i temsil ediyorum ve onun görüşünü açık bir dille ifade ediyorum" demiş.
Ha şunu bileydin! "Bu, hükümetin kararı". Silahlı Kuvvetler'e ise, susmak ve seçilmiş hükümetin verdiği emirleri ses çıkarmadan yerine getirmek düşer. Hükümet, Silahlı Kuvvetler'in uzmanlık alanına giren bir konuda onlara danışmak ihtiyacı duyarsa danışır, duymazsa danışmaz, Silahlı Kuvvetler'e de danışılan konuda görüş bildirmek, danışılmadığında ise susmak düşer.
Muhalefet partileri ise, her konuda görüş bildirmek, gerektiğinde muhalefet etmekle görevlidir elbet. Deniz Baykal da muhalefet etmiş zaten. Ama niye etmiş? Ederken konunun hangi yönlerini vurgulamış? Ülkenin sorumlu isimlerine Başbakan'ın "küstahlık yaptığını" vurgulamış. Hangi sorumlu isimler? Başta Genelkurmay Başkanı tabii. "Genelkurmay Başkanı, 'Ben televizyondan öğrendim' diyor" diye hop oturup hop kalkmış Baykal. Dahası, AB'ye yapılan önerinin "Türkiye'nin önerisi olmadığı ortaya çıktı" demiş. Niye değil? Genelkurmay Başkanı öneriye katılmadığı için elbet. Peki, seçilmemiş Genelkurmay Başkanı seçilmiş Başbakan'a danışmadan bir laf ettiğinde Baykal'ın küplere bindiğini gören var mı?
"Artık bu teklifi yazılı da veremez, limanı da açamaz" demiş Baykal. Yani Genelkurmay Başkanı'nın dellenmesi sonucunda, seçilmiş bir hükümet istediği siyasetleri uygulayamazsa Baykal sevinecek. Olacak şey değil ama, kendisi iktidara gelirse, Baykal her konuda önce kime danışacaktır sizce: Genelkurmay Başkanı'na mı, kendisini seçenlere mi?
Bütün bu meselede siyasi açıdan önemli olan ne AB, ne Kıbrıs, ne de limanlar. Önemli olan, son dört yıldır hemen her konuda olduğu gibi, Kemalist devletin tüm güçlerince halkın seçtiği hükümete saldırılıyor olması. Her konuda sahte bir laik-şeriatçı cepheleşmesi yaratılmaya çalışılması. Ve daha da önemli olan, sosyal demokrasinin ve onun da solundaki solun bu numarayı büyük ölçüde yutması. Yuttuğu için de laiklik bayrağı altında devlet güçleriyle, milliyetçilerle, demokrasi düşmanlarıyla aynı safta yer alması.
Hükümetin yanında durmak gerekmez; ama demokrasiden yana tutum almak gerekir.
Avrupa Birliği
taş mı koyuyor?
Önce borsa sallandı. AB Türkiye ile 8 konuda görüşmeleri keseceğini söylemişti. Sonra borsa fırladı. AKP hükümeti iki limanın açılabileceğini şartlı ıolarak AB’ye iletti. Borsa sonra gene düştü. Bu defa Genel Kurmay Başkanı ve Cumhurbaşkanı bizim bu öneriden haberimiz yok. Bu devlet politikası değildir demişlerdi. Başbakan Erdoğan ise “size mi soracağız” demişti.
Türkiye’de borsa inip çıkarken Avrupa Birliği Dış İşleri Bakanları toplanarak Türkiye ile görüşmelerin 8 başlık altında durdurulmasını onayladı. Böylece AB ile ilişkilerde ciddi bir takılma, duruklama başladı.
Dış İşleri Bakanları’nın bu kararının ardından Başta Alman Şansölyesi Angela Merkel olmak üzere karardan duydukları memnuniyeti ve hatta yetersizliğini açıkladılar.
Bir süredir Avrupa ülkelerinin bir kısım yöneticileri Türkiye’nin AB’ye katılmasına karşı. Bunu açıca ifade ediyorlar. Türkiye’nin bütün haklara sahip olmayan “ayrıcalıklı bir ortak” olmasını istiyorlar.
Bir kısım AB ülkesi yöneticisi ise bu fikre katılmıyor ve her tıkanıklıkta Türkiye’nin önünü açmaya çalışıyorlar.
Türkiye’nin bütün dünyanın tanıdığı ve AB’nin üyelerinden birisi olan Kıbrıs’ı tanımaması ve bütün dünyanın tanımadığı KKTC’yi tanıması bu ülkeler için bir sorun oluşturuyor. Türkiye’nin önünü açmakta zorlanıyorlar.
Aynı biçimde Türkiye’yi Avrupa Birliği’nde istemeyenler 301’inci maddenin anti demokratikliğini öne sürerek gürültü kopardıklarında gene Türkiye’nin önünü açmaya çalışanların işi zorlaşıyor. Ama gene de onlar Türkiye’nin AB’de olmasını istiyorlar.
Kısacası Avrupa Birliği içinde Türkiye yandaşları ve karşıtları gibi bir bölünme var. Bu AB içi çatışmada ABD’de Türkiye’nin arkasında. Her sıkışıklıkta “alın bu Türkiyeyi AB’ye” diye bastırmakta ve hatta zaman zaman ABD’nin müdahalesi kimi AB ülkeleri veya parlamenterleri için sinir bozucu olmakta, “bizim ,işimizi burnunuzu sokmayı” denmekte.
Ne var ki Türkiye’nin Avrupa Birliği içinde karşılaştığı muhalefetin temel nedeni ABD. Karşı çıkan ülkeler haklı olarak Türkiye’yi ABD’nin yanında tutum alan bir ülke olarak görüyorlar ve küresel rekabette ABD yanlısı bir Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılmasının kendilerini zayıflatacağını düşünüyorlar.
Büyük pazarlık
Bugünlerde ABD ile Avrupa Birliği arasında büyük bir pazarlık var. ABD Afganistan ve Irak’ta sadece kendi yandaşları ile giriştiği savaşta politik ve kısmen askeri olarak ta yenilmiş durumda. Bu nedenle Afganistan savaşı giderek bir ABD savaşı olmaktan çıkıp NATO savaşı haline geliyor. Şimdilerde Afganistan’da Taliban direnişine karşı savaşan NATO güçleri daha çok Avrupa Birliği’nden geliyor. Bu nedenle bir kısım AB ülkeleri Afganistan’a daha çok sker göndermek isterken Türkiye dahil bir kısım NATO ülkeleri bundan kaçınıyorlar.
Lübnan’ı işgal eden güç te asıl olarak AB ülkelerinden devşirildi. Burada direnişe müdahale edecek olan güç BM Barış Gücü denen NATO*AB ordusu.
Sıkışan ABD ve yakın müttefikleri baba Bush’un politikasına dönmeye çalışıyor. Bu ABD’nin küresel hakimiyet mücadelesinde AB’yi yeniden yanına alması demektir. İşte pazarlık burada sürüyor ve henüz pazarlık bitmiş sonuca ulaşmış değil.
Türkiye bu pazarlık eden güçler arasında içine katılmak istediği AB’den değil, ABD’den yana bir ülke ve savaşın sürdüğü bölgede önemli bir askeri güç. İşte bu olgu Avrupa Birliği’nin belkemiğini oluşturan Fransa ve Almanya için önemli. Onlar AB içinde yeni bir ABD taraftarının üstelik mevcut ortamda ellerini zayıflatacağını düşünüyorlar. Bunda da haksız değiller.
Yoksa 301. madde, “reformların hızı” gibi konular bütünüyle bahane.
Kıbrıs’ın tanınmasının zorunluluğunun elbette mantıklı bir yanı var. Ama Fransa ve Almanya için Kıbrıs değil, ABD ile pazarlıklar önemli. Türkiye’yi bu nedenle sıkıştırıyorlar. Eğer ABD ile pazarlıkları tamamlanmazsa Kıbrıs meselesi bitse mutlaka başka bir sorun bulurlar.
Türkiye ise büyük bir gayretle Avrupa Birliği içinde kendisinr karşı olanlara malzeme bulma gayreti içinde.
Doğan TARKAN
Barışın şansı var mı?
Ateşkes ilan edildiğinden bu yana önemli bir adım atılmadı. Operasyonlar kimi farklı açıklamalara rağmen sürüyor. İnsanlar ölmeye devam ediyor. Acı sürüyor.
Acı öfkeyi oluşturur. Öfke birikince çatışma isteği artar. Bu nedenle ateşkese biran önce barışcı, politik bir yanıt gelmeli. Yoksa bu son derece önemli adım da daha öncekiler gibi eriyip gidecek ve yeniden çatışma ortamına düşülecek.
Oysa Türkiye toplumubir avuç milliyetçinin kışkırtmasına rağmen barıştan yana. Çatışma istemiyor. Bu istek artık asker cenazelerinde dahi ifade ediliyor. Savaşa karşı tutumlar oralarda dahi haykırılıyor.
Bu haykırışa yanıt gelmeli. Akan ve akacak olan kanı durdurmak için davranılmalı.
Bunun için sadece inisiyatifli olmak yeterli. İnisiyatif gösterip barış çubuğunu yakan toplumun büyük çoğunluğunun açık desteğini kazanır.
Her zaman tehditkar olan milliyetçi-vatansever-yurtsever kanatın vahşi savaş çığlıkları kazanılacak olan desteğin kaşrısında eriyip gidecektir.
Barış için adım atmak diğer sorunların arkasına itilmemeli. Öne çıkarılmalıdır. Çok kapıyı açacak olan barış sürecidir.
Sosyalistler bu süreçte her alanda milliyetçilerle hesaplaşmak, onların karşısına dikilmek zorunaa. Öncelikle de soldan gelen milliyetçilikle hesaplaşmak sosyalistlerin en önde gelen görevi.
Kendisini hem solda gösterip hem de milliyetçilik yapanlar, yurtseverliği milliyetçilik değilmiş gibi sunmaya çalışanlar milliyetçiliğin değirmenine su taşımaktadırlar.
Onlar bu açılımları ile mikrobun gelişmesi ve yayılması için gerekli ortamı yaratmaktadırlar.