Sosyalist İşçi 265 (16 Aralık 2006)
MEDYA: Bob Geldorf İstanbul’daydı
Fark yaratmak
Düzenlediği uluslararası yardım konseri organizasyonları ve bestelediği "We are The World" adlı şarkıyla tanınan Sir Bob Geldof, Çırağan Sarayı'nda düzenlenen Marka 2006 Konferansı için İstanbul'daydı.
Yapı Kredi World Card davetlisi olarak geldiği konferansta bazı gazetelere göre "Fark Yaratmak" bazılarına göreyse "Vizyon sahibi ya da kurban olmak" başlıklı kısa bir açılış konuşması yapan Sir Geldof "Tuhaf bir dünyada yaşıyoruz. Ben de bir marka olmuşum. Ama ben marka olmak istemiyorum. Marka nasıl yaratılır, bu değerler nasıl markayla çağrıştırılır bilmiyorum. Ama bu nedenle iş bulabiliyorsunuz... Eğer kendimi parçalara bölersem, aklım için siyasetle, midem için işdünyasıyla, ruhum için müzikle, kalibim için ise ailemle uğraşıyorum" dedi.
Yürekli Danışmanlık, AÇEV ve Yapı Kredi World'ün ortaklaşa yürüteceği "2006 Çocuk için Marka 2006" ile Mardin ve Diyarbakır'da 2006 çocuğun okul öncesi eğitim almasına katkı sağlayacak sosyal sorumluluk projesi için gerçekleştirdiği konuşma karşılığı150 bin dolar alan Bob Geldof, bu konuyla ilgili yöneltilen sorularaysa, "İş konuşmam için o parayı vermeleri saçma. Ama o kadar para verirlerse de alırım" diyerek yanıt verdi.
Bu noktada, Live Aid ve Live 8 gibi Afrika'ya yardım toplamayı amaçlayan büyük konserler düzenlemiş olmasıyla tanınan Bob Geldof'un kampanyalarının Kıta'nın fakirlerinden çok onları sömüren uluslararası sisteme fayda sağladığı eleştirilerini hatırlayıp George Monbiot'un 2005 G8 zirvesi sırasında düzenlenen Live 8 konseriyle ilgili kaleme aldığı makaleyi anmak gerekiyor.
Monbiot, " Yardım sağlanmasına ve milyarlarca dolarlık borcun silinmesine yardım ettiler. Küresel yoksulluk meselesinin siyasi gündemde kalmasına katkı sağladılar. Dünyanın dört bir köşesinde insanları seferber ettiler. Bunlar çarpıcı başarılar ve onları küçümsemek aptalca olur" derken öte yandan da, "Kalkınma politikalarından biraz olsun haberdar olup da maliye bakanlarının açıklamasını okuyan herkes, içerdiği koşulları görebilir; ekonomide liberalleştirme ve özelleştirme, en az silinen borçlar kadar ağır biçimde dayatılıyor. Fakat bu açıklama Bob Geldof tarafından, 'dünyanın her köşesinde kampanya yürüten milyonlarca insan için bir zafer' olarak selamlandı ve Bono tarafından da 'mütevazı bir tarihsel an' diye nitelendi. Böylesi koşullarla verilen zararı anlatmaya çalışan birçokları (bilhassa da tanıdığım Afrikalı kampanya üyeleri) gibi, ben de kendimi ihanete uğramış hissettim. Bono ve Geldof işimizi daha da zorlaştırdı. " diyordu. Monbiot'un duruma dair teşhisiyse şöyleydi: "Görünen o ki, güçlü ile zayıf arasında bir konsensüse varılabileceğine; zengin ve yoksulun aynı kâğıda bakarak şarkı söyleyebileceği bir küresel koro kurabileceklerine inanıyorlar. Anlamadıkları şu: G-8 küresel hâkimiyetin araçlarını elinde tuttukça, ortak bir barış ve sevgi marşı ancak eski Coca-Cola reklamı kadar anlamlı olabilir "...
Avi HALİGUA
SİNEMA: Kuzey Kasabası
Çatlamalar
Kuzey Kasabası Hollywood sinemasında nadir olan iki şeyi yapıyor. Birincisi işyerinde cinsel taciz konusunu işliyor ikincisi ise ana karakteri mavi yakalı bir kadın işçi.
Film Amerika'da 1984'te Minnesota'daki bir maden şirketine karşı açılan cinsel taciz davasından esinlenerek yapılmış. Kazanılmış olan bu dava Amerika'da sınıf hareketi bakımından bir ilki teşkil ediyor.
Charlize Theron tarafından oynanan Josie Aimes davanın merkezindeki kadın madenci. Josie kendisini döven kocasından ayrıldıktan sonra ailesinin yaşadığı şehre döner ve madende kamyon sürücülüğü yapan eski arkadaşı Glory tarafından madene iş başvurusu yapmaya ikna edilir. Diğer işlerde çalışan kadınlardan altı kat daha fazla para kazanıyor olmaları bu işin tek cazip yanıdır.
Fakat madende çalışmak bir kadın için hiç de kolay değildir. Erkeklerin ve toplumun genelinin tutumu durumu zorlaştırır. Zaten kıt ya da az sayıda olan işlerde kadınlar çalışmamalıdır. Erkek nüfusu içindeki işsizliğin nedenlerinden biri olarak görülürler. Josie, hayatı boyunca madende çalışmış babasının da kendisine karşı olduğunu görünce durumu herkesten daha iyi kavrar.
Tutumları değiştirmek gibi bir derdi yoktur Josie'nin. Tüm zorluklarına rağmen iş ve özellikle de aldığı maaş çeki Josie için özgürleştiricidir. Çocuklarına bakacak parası vardır ve Glory'ye ilk kez yaşadığını hissettiğini anlatır.
Özgürlük hissi uzun sürmez. Müdürleri yaptığı cinsiyetçi bir yorumun arkasından işyerinde bir numaralı kuralı ilan eder: kadınların esprili anlayışına sahip olmaları. Kadınlar bir grup maden işçisi tarafından cinsel olarak aşağılanırlar ve tacize uğrarlar. Buna verilecek cevapta mizah olamaz. Josie'nin patronu sigara paketini almaya çalışırken kadınlardan birinin göğsüne dokunur. Kadınların dolaplarının üzerine bok sürülür. Öğle yemeğinin konulduğu kutuların birinden penis çıkar. Her taraftan gelen bu baskılara karşı Josie idareye, sendikaya ve kendini dinleyen herkese içinde bulundukları durumu anlatmaya başlar.
Gerçek Josie (asıl adı Lois Jenson) Eveleth Mines'a açtığı davayı kazanabilmek için 14 yıl sürecek bir mahkeme savaşı verdi. Yargı sistemi çözümün olduğu kadar sorunun da büyük bir parçası. Şirket tarafından davayı kazanmak için tutulan kadın avukat tüm dava boyunca kadınları suçlayan argümanlarla saldırmıştır. Filmde ise Josie, ailesinden sakladığı okuldayken yaşamış olduğu bir tecavüz olayını itirafa zorlanır. Boşanmış, okuldayken cinsel tacize maruz kalmış ve bunu saklamış ve şimdi madende maruz kalınan taciz ve aşağılanmadan yakının bir kadın için durum hiç de kolay değildir.
Film eşitsizliğe ve cinsiyetçiliğe karşı savaşmak isteyen herkese bir öfke nöbetinden sonra umut vermektedir. Yirmi birinci yüzyılın ilk on yılında, yeraltında değil belki yeryü-zünde, kask ve tulumlarla değil de pantolon ve ceketlerle çalışan kadınlar için taciz dünyanın diğer ucundaki bir kuzey kasabası kadar uzak değil. Josie'yi diğer kadınlardan ayıran şey duruma itiraz etmeden hiç bir şeyin değişmeyeceğini bilmesiydi. Kazanma umudu taşımasa da sürdürme gücü azaldığından isyan onun için kaçınılmaz oldu.
Cinsiyetçilik kafalarda yer kaplayan soyut bir düşünce dizgesinden oluşmuyor. Otobüste, evde, işyerinde, yolda, sendikada davranışa dönüşmüş halleriyle bize saldırıyor. Çok somut ve çok yakınımızda. O zaman tepkimiz de çok somut ve çok hızlı olmalı.
Küçük dört duvarların arasından çıkıp başka insanlarla büyük dört duvarlar arasına girdiğimiz zaman çatlayan şeylerin sesi kulağımızda çınlar hep. Ailedeki rolümüzdür çatlayan, bizden beklenendir çatlayan, gittiğimiz yerdeki statükodur çatlayan. Cinsiyetçi fikirlerdir çatlayan. Josie bu kırılmalardan bir hayat, bir tarih çıkardı. Madende üzerinden para kazanılan ama oraya ait olarak görülmeyen bir nesne olmaktan, koşulları değiştirmek için mücadele eden bir özneye dönüştü.
Canan ŞAHİN
Filmin Adı: North Country (Kuzey Kasabası)
Yönetmen: Niki Caro, Yazar: Micheal Seitzman, Oyuncular: Brad Henke, Frances McDormand, Jeremy Renner, Sissy Spacek, Charlize Theron, Woody Harrelson, Sean Bean, Michelle Monaghan, Richard Jenkins
EDEBİYAT: Orhan Pamuk
Neden Yaşar Kemal almadı?
Ben edebiyatçı değilim. Sadece çokca roman okurum. Bu nedenle Orhan Pamuk ya da bir başka yazarın edebiyat değerini tartışma hakkına sahip değilim. Herkes gibi kimi yazarları severim, kimilerini sevmem.
Ama Orhan Pamuk’un edebi değeri üzerine yapılan siyasi yorumlara ise fena halde sinirleniyorum. Kimileri bunca süre sustuktan sonra adamın beş para etmez bir edebi-yatçı olduğunu söylüyor, kimileri neden Yaşar Kemal değil de Orhan Pamuk diye soruyor, kimileri ise uzun bir liste saydıktan sonra neden bunlar değil de Orhan Pamuk diye soruyor.
Oysa hemen her sene bu soruları sormak mümkün. Dünyanın bu en prestijli edebiyat ödülünü her sene birileri alıyor ve birçok başka iyi, usta, ünlü yazar alamıyor. Ama bizim Orhan Pamuk eleştirmenlerimiz geçtiğimiz seneler-de böyle tartışmalar yapmadılar.
Stockholm’e ödül töreni için giden gazeteciler kitapçıların önünde uzun kuyruklar olduğunu anlatıyorlar. Orhan Pamuk’un kitap imzalamaktan mürekkebinin bittiğini yazıyorlar. Ama bizim edebiyatçılar hala Orhan Pamuk’un edebi değerini tartışıyorlar.
Oysa sorun edebi değil politik. Eğer yurtsever veya vatanseversen, yani milliyetçiysen Orhan Pamuk’un ödül almasına karşı çıkarsın. Türklüğü, Türk milliyetçiliğini soldan veya sağdan savunuyorsan o vakit Orhan Pamuk’a karşı çıkmalısın.
Soldan gelen bir eleştiri ise “ödülü reddetmeliydi” biçiminde. Örnek olrak ise Sartre ve Marlon Brando gösteriliyor. Onlar kendilerine verilen ödülü reddederek politik bir tutum aldılar. Haksızlıklara karşı çıktıklarını açıklama fırsatı buldular. Haksızlıları teşhir ettiler.
Orhan Pamuk ise ödülü reddettiği vakit tam da kendisine ağızlarından salyalar akıtarak saldıran sağ-sol milliyetçilerin yanına düşer. “Aslında ben bu ödülü hakketmiyorum, bu ödül bana siyasi nedenlerle verildi ve bende bu nedenle reddediyorum” demiş olur.
İşte o vakit Orhan Pamuk değer kaybeder. Kendisini eleştiren milliyetçilerin yanına düşer.
Orhan pamuk ödülü alıken politik davrandı ve politikbir teşhir yaptı.
Türkiye’de kitap fuarında bile öne çıkarılamayan Orhan Pamuk Türkiye dahil bütün dünyanın baştacıdır ve bütün çirkin saldırılara rağmen öyle kalacaktır.
Edebi değerine ise mil-yonlar karar veriyor.
Doğan TARKAN