Sosyalist İşçi 266 (30 Aralık 2006)

 

Sayfa 4 :


Erken seçim yalanları
Epeydir ortalıkta bir erken seçim tartışmasıdır sürüp gidiyor. NTV'de tartışma programı yapan Emre Kongar ve Yılmaz Özdil her hafta sürekli bunu tartışıyor örneğin. CHP lideri Deniz Baykal, MHP lideri Devlet Bahçeli ve DYP lideri Mehmet Ağar'ın yanı sıra her görüşten pek çok siyasetçi erken seçim istediğini söylüyor. "Sine-i millete döneriz" 'tehdidinde' bulunuyor.
İşin içine Cumhurbaşkanı Sezer de karıştı. Sezer önce MHP yönetimine, sonra da İnönü'yü anma törenlerinde İnönü'nün torunu, CHP milletvekili Gülsüm Bilgehan'a bu konuyu açtı. Son olarak da CHP milletvekillerinin toplu istifasıyla AKP'yi seçime zorlama cin fikri ortaya atıldı
Hepsi biliyor
Anayasa'ya göre milletvekilleri durduk yere istifa edemiyor. Seçilmiş vekillerin istifasının Meclis çoğunluğu (yani AKP) tarafından onaylanması gerek. Erken seçime zinhar yanaşmayan AKP bunu neden yapsın?
Diyelim yaptılar. CHP meclisten çekildi. Yine Anayasa'ya göre seçime bir yıldan az zaman kalmışsa boşalan milletvekillikleri için araseçim yapılamıyor. Yani CHP çoktan geç kaldı. Peki CHP hukuk büroları bunu bilmiyor mu? Bal gibi de biliyor.
Öyleyse dert nedir?
Aslında ne CHP ne de diğer partiler erken seçim istiyor. Herkes biliyor ki şu an bir erken genel seçim olsa AKP yine tek başına iktidar olacak kadar oy toplayacak. Gerçekten isteseler ülkeyi ciddi bir erken seçim havasına sokabilirler, üstelik bunu geç kalmadan çok önce yapabilirlerdi. Örneğin Demirel geçmişte bunu yapmıştı. Meclisteki mutlak ANAP çoğunluğuna rağmen erken seçimi ülkenin bir numaralı gündemi haline getirdi, seçimi yaptırdı ve ANAP seçimi kaybetti.
Gönülsüzce edilen erken seçim laflarının başka bir anlamı var. Aslında MHP'yi meclise sokma operasyonu çevriliyor. Şu anda AKP ve CHP dışında oy barajını aşabilecek parti görünmüyor. Milliyetçi oylar dört büyük parti arasında bölünmüş durumda. Yeni oy kullanacak gençlerin kime oy vereceği konusu belirsizliğini koruyor. Kent yoksullarının AKP'den koptuğu söylenemez. Ortada ciddi bir sol alternatif de yok.
Böylece CHP-MHP koalisyonu kurulacakmış hissi yaratılıp küskün MHP seçmenine ve ondan uzaklaşmış milliyetçi seçmene "Bak biz de meclise gireceğiz. Oyunu ver iktidara gelelim" aldatmacası yaşatılıyor.
CHP'nin millete döneceği sinesinde seçmene gösterebileceği pek bir şey yok. Tüm politikasını laik-şeriatçı yapay bölünmesi üzerine kuran CHP yoksullara, emekçilere, ezilen kalabalık yığınlara bir program sunamıyor. Azgın Kemalist söylemlerle çoğunluğu ikna edemiyor. Kürt sorununda MHP'den farklı bir söz etmiyor. Yalnızca kendi kemik oylarını korumaya çalışıyor. Bu yüzden de ayak oyunlarıyla meseleyi halletmeye çalışıyor. Ama bu politikanın sonu sine-i millet değil sille-i millet olacaktır. Bu halk saldırgan Kemalistlerce yönetilmek isteseydi onları seçerdi. Bu halk IMF politikalarını acımasızca yürüten AKP'nin alternatifini arıyor.


Faşist saldırganlık tırmanıyor
MHP'nin değişmeyen yüzü
21 Aralık tarihli Radikal gazetesinde MHP kongresi ardından yaptığı MHP güzellemesinde Hasan Celal Güzel, Bahçeli'yi ve kongreyi överek MHP'nin çok önemli bir parti olduğunu, ülkücülerin geçmişte marksist şiddete karşı milli birliği ve toplumsal güvenliği sağladığını, MHP'nin artık sokak çatışmalarında yer almayacağını ve bu imaj değişikliğinin olumlu bir hedef olduğunu anlatmış.
Faşistler Bahçeli'nin kongrede ''Ülkücüler sokağa çıkmayacak, olaylara karışmayacak.'' sözlerinin ardından hemen birkaç gün içinde okullar açıl-dığından beri sürdürdükleri saldırılarına yenilerini eklediler. Kendilerinden olmayan, kız arkadaşıyla dolaşan, ramazanda sigara içen, bildiri dağıtan farklı etnik kimliğe sahip olan herkese düşman olduklarını bir kez daha gösterdiler. Solcu veya Kürt olduklarını tespit ettiklerini yalnız olmalarını da kollayıp köşe başlarında sinsice bekleyip buldukları ilkel modern her türlü silahla hastanelik edercesine saldıran ülkücü faşistlerin değişmediği gün gibi ortada. Bunlar faşistler tarafından yaralanan arkadaşlarını ziyaret etmeye gidenlere de saldırıyorlar. Okul dışından ülkü ocaklarından gelen çete tipli adamlar. Bellerinde silah taşıyorlar. Hemen her üniversitede gün geçmiyor ki bir vukuatları olmasın. Bu vukuatlar artık üniversite hocalarını, sıradan, okuluna gidip gelen, sosyal demokrat olan öğrencileri bile bezdirmiş, yıldırmış durumda. Korkutmak, yıldırmak sindirmeye çalışmak onların tarzları. Politikaları kana ve şiddete dayanıyor. Faşist saldırıları kınamak için basın açıklaması yapan öğrencileri gözaltına alıp oluşturdukları güvenlik koridoruyla koruyarak kendilerini dışarı çıkaran polisleri de yanlarına alarak gerçekleştiriyorlar azgın saldırılarını.
Son bir ayda yirmiye yakın saldırının, Bahçeli'nin '' Sokağa çıkmayın, saldırmayın.'' emriyle eşzamanlı gitmesi bir tesadüf mü acaba? Değil tabii ki. Türkeş'in de eskiden ''Olaylara karışmayın'' demesinin ardından cinayetler, katliamlar gerçekleşiyordu. Şimdi Bahçeli de aynı emri veriyor. Ama biliyoruz ki aslında ''Saldırın'' emrini veriyor. Aralarında bir çeşit işaret dili, bir çeşit kodlama haline gelmiş bu emirleri yerine getiriyorlar.
Ülkücü faşistlerin saldırılarıyla öğrenci muhalefetinin gelişmesi arasında bir doğru orantı var. Bugünlerde okullarda Medikomu Vermiyorum Kampanyaları, yemek boykotları, ulaşıma yapılan zamların protestosu gibi bir dizi eylemler gerçekleşiyor. 60'larda olduğu gibi öğrenciler ne zaman özgürlük isteseler, ne zaman kendi hakları için mücadele etmek için kafalarını kaldırsalar karşılarına vur emrini almış faşistler çıkıyor.
MHP'nin değişmeyen, faşist, insanlık düşmanı yüzünü teşhir etmek çok önemli. Bir talimatla hareket eden, aslında bu bir avuç korkaklar sürüsü-nün bu saldırılarını engel-lemek ancak birlikte ve kitlesel bir mücadeleyle, bireysel kavgalarla değil anti -faşist birlikler örgütle-yerek mümkün olabilir.


Öğrenciler üzerindeki baskı sistemi
Bilginin üretildiği ve toplumsallaştırıldığı alanlar olan üniversitelerin toplumdaki dönüştürücü gücü, sisteme eleştirel bir yerde durabilmeleri ve bileşenlerinde taşıdıkları ilerici potansiyel üniversitelerin egemenler tarafından sürekli baskı ve kontrol altında tutulmasına yol açmıştır. Günümüzde üniversitelerde piyasanın egemenliği ile pekişen yeni bir tahakküm düzeninden bahsedebiliriz. Üniversitelerin piyasanın kurallarına göre yönetilmesi her ne kadar bu süreç “özgürlük ve özerklik” kavramları sıkça kullanılarak örgütleniyorsa da, mevcut baskı ve kontrol mekanizmalarını engellemiyor. Aksine, gelişmiş teknoloji destekli gözetim-denetim-kontrol ve baskı sistemi oluşturuluyor. Bu sistemin en önemli özelliği kontrolü ve denetimi sürekli hale getirmesidir. Bu sayede sistemin başındakiler görünmez bir kimliğe bürünürken, denetim mekanizması da içselleştirilmiş oluyor.
Sistem, düşünce özgürlüğünün belki de en çok ihtiyaç duyulduğu alan olan üniversitelerde inisiyatif alamayan, suçlu psikolojisine sahip, sorgulama yetisini yitirmiş bir profil yaratmak için gittikçe gelişen bir engelleyicilik niteliği taşımaktadır. Soruşturmalar ve cezalar caydırıcılık fonksiyonu taşıyan bir baskı aracı olmuş vaziyettedir. Soruşturma sonucunda verilen cezalar, yalnızca ceza alan öğrenciye değil; almayana da aynı cezayı alabileceği mesajını vermektedir. Soruşturmalar sonucu öğrencileri eğitim hakkından mahrum bırakacak cezaların verilmesi ihtimalinin yanı sıra aileler de öğrenciler üzerindeki diğer bir baskıdır ve bu baskı bir geleceksizleştirme tehtididir.
Tüm bunlar üniversitelerde piyasalaştırma sürecinin kendi kontrol mekanizmalarını yarattığını göstermektedir. Ancak bunlar görünen kısmı oluşturmaktadır. Korku, endişe ve kurallar artık o kadar içselleşmiştir ki “Bak, senin de başına aynısı gelir”, “Sakın hayatını mahvetme”, "Önce okulunu bitir” gibi sözler arkadaşın arkadaşa verdiği öğütler haline gelmiştir.
Güvenliği paranoya düzeyine çeken ve üniversitelerin etrafına yüksek duvarlar, üstüne de dikenli teller(YTÜ'de jiletli tel kullanılmaktadır) çevirip üniversiteyi halktan ve toplumsal yaşamdan yalıtıp, öğrencilerin tüm sosyal hayatını kontrol altına almayı amaçlayan üniversite yönetimleri, üniversite yaşamını sağlıklı bir şekilde devam ettirmek için gerekli olan sosyal, kültürel, yaşamsal ya da bilimsel hiçbir iyileştirmeye öncelik vermemektedir. Üniversiteler kuruluşundan bugüne hep toplumsal ilerlemenin öncüleri olmuştur. Bilginin üretildiği ve toplumsallaştırıldığı mekânlar olarak üniversiteler, mevcut sistemi eleştiren ve değiştirmeye çalışan fikirlerin harmanlandığı ve eyleme geçtiği yerlerdir. Ama üniversiteler son dönemde birer "soruşturma açma kurumu" haline gelmiştir. Ölmüşlere, okula yiyecek sokanlara, küpe takanlara, saç uzatanlara, ele ele tutuşanlara, kendini koruyanlara açılan soruşturmalar gösteriyor ki önemli olan neyin soruşturulduğu değil, soruşturma açmanın kendisi olmuş vaziyetindedir. Bunları göz önünde bulundurduğumuzda, herhangi bir nedenle ya da nedensiz, sürekli soruşturulabileceği endişesi taşıyan bir öğrenciden iyi bir öğretmen, mühendis, doktor, yönetici vs. olması nasıl beklenir?
Tuna Öztürk


Halil Savda için yürüyüş

Duruşması için gittiği Çorlu'da 'kaçabilir' iddiasıyla tutuklanarak hücre cezası verilen ve avukatı ile görüştürülmeyen Halil Savda'ya destek olmak için Galatasaray Meydanı'na yürümek isteyen Vicdani Red Platformu polis engeli ile karşılaşınca Taksim Tramvay Durağı'nda basın açıklaması yaptı. Platform adına açıklamayı yapan Kudret Köksal 'herkesi militarizmi sorgulamaya, savaşa ortak olmamaya ve vicdani redcilerle dayanışmaya çağırıyoruz' dedi.
Küresel Kadın Grevi (Global Women Strike) ile Güçbirliği Eden Uluslararası Savaş Karşıtı Erkekler Örgütü'nün (Payday) vicdani red hakkı ve Savda için başlatılan kampanyalara destek verdiklerini aktaran vicdani redciler 'askerlikten sıyrılmak için değil, dünyadaki tüm savaşlara, savaşın dilini öğrenmeye, militarizmi yaşam biçimi olarak içselleştirmeye karşı olduklarını' belirtti.