Sosyalist İşçi 266 (30 Aralık 2006)
Milli mücadele yıllarında Kemalizm
Efsaneler ve gerçekler
Her ulus devletin bir resmi tarihi vardır. İmparatorlukların, krallıkların yıkılıp ulus devletlerin kuruluş sürecinde her ulusun kurucu egemen sınıfları bir resmi tarih yazımına girişmişlerdir. Bu tarihin yazımında da, elbette, her egemen sınıf tarihi kendisine göre yorumlamış, çarpıtmış, olmayanı olmuş, olanı olmamış gibi gösterme gayretine girmiştir. Çocukluktan başlayarak okullarda bu üzerinde oynanmış tarih öğretilir, uluslararası ilişkilerde bu tarihe göre tutum alınır, gelecek bu bozulmuş tarih üzerine inşa edilir. Bu anlaşılabilir bir şey. Ancak Türkiye'nin resmi tarihi yazılırken biraz fazla ileri gidilmiş, kuruluş ideolojisi olan Kemalizm sonu gelmez kahramanlık efsanelerinin ardına gizlenerek eleştirilmesi bile yasak bir kutsal emanet olarak sunula gelmiştir.
Mitoslar
16 Mayıs 1919 günü Mustafa Kemal, battı batacak gibi duran Bandırma vapuruyla Samsun'a doğru yola çıkar. Üç gün sonra limana iner ve milli mücadele başlamış olur. Sonra bir bakarız ki Türk orduları, 9 Eylül 1922 günü, yani yaklaşık 40 ay sonra, işgalci 'palikaryaları' İzmir'den denize dökmüştür. Kurtuluş Savaşı olarak adlandırılan bu milli mücadele dönemi bizlere bu minvalde anlatılır.
Bu tarih yazımına göre, Genç Osmanlılar, Jön Türkler ve İttihatçıların devamı olan kurucu kadrolar, hadisenin başından beri bir kurtuluş savaşını öngörmüş, ihanet içindeki Saray'a karşı direnmiş ve dişiyle tırnağıyla savunarak Anadolu'yu 'şehitlerimizin al kanlarıyla yıkayıp düşmandan temizlemişlerdir'. Oysa milli mücadele öncesini resmi tarihin biraz dışına çıkıp okuduğumuzda durumun bu olmadığını görürüz.
Hangi mandayı
kabul etsek?
1. Dünya Savaşı'nın bitimine doğru Türkler İngiliz veya Amerikan mandasına girmeye hazır olduklarını çeşitli biçimlerde belli etmişti. Arka arkaya girilen savaşlardan sonra, üstelik de yenik çıkmışken, dünyanın en büyük devletlerine karşı silahlı yeni bir mücadeleye girişmek o koşullarda düşünülemezdi.
Zaten Osmanlı'nın 19. yüzyıl politikası da dönemin en büyük gücü İngiltere'ye yaslanmak, gerekirse mandayı kabul etmek; tantanalı dönem bitince de, büyük devletlerarası çelişkilerden faydalanıp olabildiğince az kayıpla imparatorluğu sürdürmek olmuştu. Hatta bu politika çerçevesinde Anadolu'da bir direniş hareketine de yer vardı; tabii sarayın denetiminde kaldığı sürece. Osmanlı sarayının İtilaf Devletleri karşısında pazarlık gücünü arttıracak her hareket gizlice destekleniyordu.
Yunan işgali
Yani bir 'kurtuluş savaşı' verme fikri yoktu. Ancak (hata olduğunu sonradan İngilizlerin de kabul ettiği gibi) İngilizlerin desteğiyle Yunan ordularının İzmir limanına çıkışı işin rengini değiştirdi. Bunun nedeni okul tarih kitaplarındaki gibi milli duyguların kabarışı değildi elbette. İzmir limanına İngiliz ya da Fransızlar çıkmış olsaydı durum değişik olabilirdi. Ama Yunanlıların çıkartma yaptığı Batı Anadolu'da bir milyon Rum yaşıyordu. İstanbul'daki 300 bin ve Karadeniz'deki 200 bin Rum eklendiğinde bu sayı dönemin nüfusunun %10'unu geçiyordu. Yunan tümenleriyle işbirliği yapması halinde bu çok önemli bir kuvvet demekti.
Dünya savaşı sırasında 130 bin Rum zorla göç ettirilmiş, Batı Anadolu eşrafı da onların topraklarına, mallarına, mülklerine el koymuştu. Şimdi bu malları ve daha fazlasını kuzu kuzu teslim etmeleri gerekecekti. Böylece milli mücadele kendisine eşraftan ve büyük toprak sahiplerinden sınıfsal-toplumsal bir destek bulmuş oldu.
Güç odakları ve direniş
O dönemde üç ayrı güç odağı vardı: Saray ve ona bağlı askerler, Yunan işgali ile Ege'de başlayan direnişi İttihatçılar vasıtasıyla örgütleyen gerilla tipi çeteler ve Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adıyla birleşmiş, Mustafa Kemal önderliğindeki hareket. Ege'de destek bulan direnişi, hem devletin resmi organlarıyla hem de yarı askeri gizli örgütlerle iş yapma geleneği olan İttihatçılar yürütüyordu. Bunu Saray da onaylıyordu. Çünkü böylece, bir yandan sıkışınca bu faaliyetleri yasadışı ilan eden devlet İtilaf devletleri karşısında masum görünüyor, öte yandan bu çetelerin İttihatçıların denetiminde kalarak başka mecralara akması engelleniyordu.
Daha sonra Ege'deki direnişi denetimi altına alan Kemalist hareket ise, neredeyse milli mücadelenin sonuna kadar, Saray'ı ve Ege hareketini karşısına almamaya özen göstermiştir. Saray'la daima iyi ilişkiler geliştirmiş olan Mustafa Kemal Ağustos 1920'de Veliaht Abdülmecid'i Ankara'ya davet etmiş, Şubat 1921'de toplanan Londra Konferansı sırasında da kendisine sultanlık teklif etmiştir.
Saray bile Mustafa Kemal'i kendi memuru olarak görüyordu. Padişah Vahdettin Mustafa Kemal'e "İşgalci Yunanlılara karşılık vermek için mümkün ve gizli vasıtaları kullanarak Anadolu'ya memur eylediğim yaverim" diyordu. Mustafa Kemal ise sonuna kadar hep "tutsak Halife Sultan'ı kurtaracağız" söylemindeydi. Cumhuriyetin kuruluşundan sonra saltanatın kaldırılmasına kadar da bu durum böyle sürdü. O dönem boyunca iktidarda olan Tevfik Paşa hükümeti de Anadolu hareketine desteğini hiç kesmedi.
Türk milli kimliği
Türk milliyetçiliğine yapılan vurgu sonradan çok daha baskın olmakla birlikte milli mücadele evresinde henüz belirgin değildir. İnşa edilen hareket, daha çok, İslami ortak üst kimlik üzerinde yükseltilmek isteniyordu. Mustafa Kemal tüm Müslüman güçleri -Türkler, Kürtler, Lazlar ve Çerkezler- bir araya getirmeye gayret gösteriyordu. Böylece hareketin kitleselleşmesini ve onay görmesini sağlamaya çalışıyordu. Dönemin terminolojisinde sık sık "Türkiye halkı", "Türkiye Halk Hükümeti" gibi kavramların kullanılması bundandı.
Orduya yaslanmak
Mustafa Kemal orduyla da hep iyi geçinmeye çalıştı. Doğu'daki düzenli ordu birliklerinin gücünü hep arkasında hissetmek istedi. İmparatorluğa ait bir rütbe ve makam sahibi olmadan fazla ilerleyemeyeceğini düşünüyordu. İstediği milli hareket, belkemiğini ordunun oluşturduğu, devlet geleneğine uygun davranan bir önderlik ve örgütlenmeydi. Yani, Atatürk kitabının yazarı Andrew Mango'nun dediği gibi, "Mustafa Kemal bir halk devrimcisi değildi. Osmanlı devletinin yerleşik kurumları içinden gelmiş bir isyancıydı. Yaşanan kaostan bir düzen yaratmak istiyordu". 15-16 yıllık okul eğitimi boyunca tarih bize böyle anlatılsaydı İşçi Partisi lideri Doğu Perinçek hangi siyasi zeminde politika yapıyor olurdu acaba?
Cengiz ALĞAN
Nasıl Gazi olunur?
Savaşta inisiyatifin Yunanlılardan Türklere geçtiği muharebe olan Sakarya Savaşı'nda Mustafa Kemal, bir teftiş sırasında attan düşer ve kaburga kemikleri kırılır. Kırık kemiklerle savaşı yönetmeye devam eder.
Savaştan sonra meclis aslında M. Kemal'e değil tüm orduya "Gazi ordu" unvanını verir. Komutan olarak da M. Kemal'e gazi unvanı verilmiş olur.
Heykelsiz olmaz
Türk ordusu 1974 yılında Kıbrıs'ı işgal etmek üzere hazırlanırken çıkarma gemileri düzenlenmektedir. Subaylar gemilerin hiçbirine Atatürk heykeli ve büstü yerleştirilmediğini fark eder. Fethedecekleri yerlerin Rum köyleri olduğunu bilen askerler buralarda Atatürk heykeli bulunmayacağını bilirler elbette. Cephanelerin bir kısmı indirilir, yerine Atatürk büstleri yerleştirilir.
Olağanüstü hal valisi
Nutuk'ta İstanbul'dan zorla sür-üldüğünü ileri süren M. Kemal aslında Samsun'a 9. Ordu müfettişi olarak İngilizler tarafından gönderilmiştir. İstenen şey Türk direniş hareketini kırarak Pon-tusçuların faaliyetlerini kolaylaştırması ve Rus devriminin etkisiyle Doğu'da ortaya çıkan Şura örgütlenmelerini dağıtmasıdır.
Verilen yetkiler Osmanlı tarihinde bir paşaya verilmiş en geniş yetkilerdir.
Kota tartışması ve pozitif ayrımcılık
Kadın Adayları Destekleme ve Eğitme Derneği(KADER) ile birlikte çoğu kadın örgütü bugün siyasi temsiliyet bakımından ka-dınların sahip olduğu komik yüz-deyi değiştirmek için kota kampanyası yürütmekte. 1930'larda parlamentoda kadın temsiliyet yüzdesi 4.6 iken bugün bu yüzde 4.4'tür. Parlamentonun ezilenlerin temsil edildiği ve içinde yaşadığımız çelişkilerle dolu toplumun değiştirildiği bir yer olmadığı kesin. Ama kadınların %30 oranında temsilinin hedeflendiği bu kampanya temsil gücü ve olanakları sınırlı bir yere daha fazla kadın girmesinin dışında bir şey ifade ediyor. Parlamentolar ya da var olan birçok kurum kapitalizmin beslediği cinsiyetçiliğin rakamlarla okunabildiği tablolar sunuyor bize. Kadınlardan doğru yapılan kota tartışması ise hem bu cinsiyetçiliği teşhir ediyor hem de kota uygulamasına karşı siyasi partiler içinde cinsiyetçilikten kaynaklı var olan direnci kırmaya çalışıyor.
Kota uygulaması siyasette dönüştürücü olarak var olmak isteyen kadınların ortaya koyduğu bir talep. Çoğunluğunu erkeklerin oluşturduğu yapıların kadınlara sunduğu şekilsel bir çözüm değil bir reform talebi. Taban örgütlerinde bir sürü kadını barındıran, mahalle çalışmalarında bir çok kadının aktif rol aldığı partiler yönetim kadrolarına ya da seçim listelerine kadınları dahil etmiyor.
Türkiye'de nüfusun 40 milyonunu oluşturan kadınların çoğu için ezilmişliğin son bulması çok daha köklü değişimleri gerektiren bir süreci gerektiriyor. İş-bölümünün özelleştirilmiş ailelerle biçimlendirildiği, eşit ücre-tin bütün iş kollarında yasalara rağmen gerçekleşmediği (ücret eşitsizliği Türkiye'de bugün kadınlar aleyhine %46'dır), aile içi işlerin toplumsallaşmadığı bir toplumda kadınların siyasi partilerin de içinde olduğu bütün kurumlarda ayrımcılığa maruz kalmaları bir sonuçtur.
Dünyayı değiştirmenin genel hattında anlaşan, homojen, sistemin ürettiği cinsiyetçi fikirlerle sürekli tartışan, kadın özgürlüğünü bütün ezilmişliklerin son bulacağı devrim sonrası döneme ertelemeyen, her günkü faaliyetinde bunu birincil tartışmalardan biri haline getiren bir örgütlenme içinse pozitif ayrımcılık yüzde hesaplarının yapıldığı biçimsel bir tartışma olarak kalır. DSİP'in tüm örgütlerinde kadınların temsil oranı toplam daima var olan kota tartışmalarında önerilen oranlarındaima üze-rindedir ve bu kota uygulama-sının bir sonucu değildir. Çünkü pozitif ayrımcılık çoğunluğunu erkeklerin oluşturacağına kesin gözüyle bakılan yönetici koltuklarından bir kısmını kadınlar için ayırmak dışında, politik bir örgütün gündelik faaliyetlerinin her aşamasında, kampanya faaliyetlerinin her örgütlenişinde kadınları politik olarak daha aktif, daha çok inisiyatif sahibi, daha donanımlı kılmak için uygulanması gereken sürekli bir politikadır.
Canan Şahin